Ramazan ayının geldiğini anlamanın garantili yollarından biri de televizyondaki reklamları takip etmektir. Zira reklamlarda fonda kullanılan müzik, ney sesine dönüşmüşse artık Ramazan gelmiş demektir. Diğer reklamlara göre kalabalık bir oyuncu listesini barındıran, dublajda hikmetli bir sesin eşlik ettiği, insanların iftar ve sahur sofrasında her zamankinden daha neşeli olduğu böyle bir reklam evimizin Ramazan’daki daimi konuğudur. Ayrıca bugün pratik yönü bulunmayan davul, top atışı, direkler arası eğlenceleri, Hacivat-Karagöz, ortaoyunu, fasıl gibi yakın tarihimizde fenomen haline gelmiş unsurlar da Ramazan ayı girer girmez vizyondaki yerini almaktadır. Derinlere inildiğinde buradaki asıl maksadın, geçmişi yâd etme veya klasiği koruyup yaşatmadan ziyade, kapitalist düzenin çarkına su taşımak olduğu hemen anlaşılacaktır. Fakat bireyin hem dünya hem de ahiret saadetini amaçlayan yüce kitabımız Kur’an; “İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapma!” (Müddessir, 74/6) ayetiyle, bu çerçevedeki bütün istismar türevlerini levmetmiştir. Bu itibarla, zikredilen dünyevi gaye üzerine sektör oluşturarak önemli bir pazar inşa eden medyanın farklı bir matematiğinin olduğunu, sanıldığının aksine yeşil yahut kırmızı gibi bir renginin bulunmadığını öncelikle belirtmek gerekir.

Ortaya konan tablonun pratik sonuçlarını, Ramazan ayında yapılan bir dinî program esnasında ekranın alt köşesinde beliren bir banka tanıtımında görmek mümkündür. Aynı şekilde, kâr marjını arttırmak için vizyonda görünür olmak isteyen sponsor firmaların, isimlerini büyük; Ramazan mesajını küçük puntolarla kamuoyuna sundukları reklamları da bu doğrultuda ele almak gerekir. Yeri gelmişken, belirli gün ve haftalara bu denli önem veren söz konusu firmaların; örneğin, yine değerli zaman dilimlerinden olan Kabotaj Bayramı’na aynı ehemmiyeti göstermemeleri oldukça düşündürücüdür. Dolayısıyla, iyi bir fotoğraf vermeyen bu kurnazca yaklaşıma çanak tutan medyanın, ortaya konan yakışıksızlıkta en büyük pay sahibi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ramazan ayında özellikle televizyondaki yapımlara bakıldığında, bu programlarda dinî söylemin ağzında eğreti durduğu, literatürün yerleşik kavramlarını karıştıran, bu alanda behresi olmadığı, vurgu hatası vb. birçok detaydan anlaşılan bazı örneklere rastlamak mümkündür. Hal böyle olunca, asıl görevi halkı doğru bilgilendirerek ideali sunmak olan medyanın, bu programları popülist bir yaklaşımla icra ettiği hemen anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, popüler rüzgârların yönünü tayin ettiği, ilgi görüp alkış alma kurulu bu sistem, maksadın hasbî olmaması sebebiyle din adına ortaya konan her şeyi öğütmektedir. Nitekim Ramazan ayında televizyondaki dinî programlara göz atıldığında, bunların saman alevi etkisi yarattığı ve bir daha vizyona çıkarılmamak üzere rutubetli arşivlerde saklandığı önemli bir tespit olarak karşımızda durmaktadır.

Günümüzde bilgilendirme ve rehberliğin aksine, eğlendirme ve hüzünlendirme yönü ağır basan medya, Ramazan ayında irşat kapsamında birtakım müspet dinî semereler ortaya koysa da din gibi girift, spesifik ve uzmanlık gerektiren bir olgunun medya eliyle öğrenimi mutlak manada mümkün değildir. Esasen vakıa da net bir şekilde ortaya koymaktadır ki, bugün medyada din etiketi taşıyan tüm ürünler, kolaycı ve günübirlik bir anlayışın neticesidir. Bu noktadaki yaklaşımın uzun soluklu olmadığı, dinî içeriklerin Ramazan ayı sona erdiğinde gazete köşelerinden ve televizyon ekranlarından birdenbire el çektirilmesiyle anlaşılmaktadır. Zira ideale ulaşmada aslolanın devamlılık olduğunu göz ardı eden ve tüketme üzerine kurgulanan medya, maddeci düzenin ihyası adına pragmatik bakış açısıyla her dönem için yarayışlı yeni mecralar keşfetmektedir. Dolayısıyla bu durum, temel motivasyonu reyting ve reklam olan medyanın kendi diliyle bariz bir “devamlılık hatası” barındırmaktadır.

Medyaya ait bir ürünün vizyonda tutunabilmesi için alt metninde kuvvetli bir çatışma barındırması gerekmektedir. Örneğin, bir filmdeki birbirine zıt karakterler ne kadar iyi tahlil edilip tasarlanmış ve senaryoya adapte edilmişse, söz konusu filmin iç dinamiği ve neticede izlenilirliği o denli artmaktadır. Bu matematiği çok iyi bilip hesaplayan medya sihirbazları, Ramazan ayı geldiğinde sadece ehlinin ilim meclislerinde tartışması gereken konuları, daha öncesinde aşina olmadığı vizyonun büyüleyici atmosferine kapılan uç görüşlerdeki bazı medya vaizleri eliyle topluma arz etmektedir. Halka yönelik pratik faydası bulunmadığı gibi, onları kutuplaştıran ve din adına müspet bir semere ortaya koymayan bu magazinel çatışmadan tek galip çıkan taraf ise maalesef o programa esaslı yatırım yapanlar olmaktadır. Ayrıca sosyal hafızanın her Ramazan’da kanıksadığı ve bir ay boyunca temcit pilavı gibi sürekli gündemde tutulan maruf konuların, Ramazan ayı girer girmez tekrar vizyona sokulup hatırı sayılır reyting alması, medyanın kendi iç işleyişinde önemli bir televizyonculuk başarısı olarak görülmektedir. Zira bu mümbit alanı tespit eden, zikredilen oyunu her Ramazan sanki ilk defa görüyormuş izlenimiyle makyajlayıp önümüze koyan medya, bunu gerçekleştirirken önemli bir algı yönetimi taktiği uygulamaktadır.

Özetle, dine karşı ciddi, tutarlı ve samimi bir yaklaşım göstermenin aksine, onu bir yediveren olarak algılayan medya, dinî değerleri bir sömürü unsuru haline getirmektedir. Bu noktada son, mükemmel ve evrensel din olan İslam’ın, Ramazan ayında dindarlaşan medyanın şirinlik muskasına ihtiyacının olmadığını belirtmek gerekir. Tüm bu teşhis ve tespitlerden sonra günümüz medyasının kuşanması gereken tavır ise din ve dindarla empati kurarak, örselediği güven duygusunu tekrardan kazanmak, rıza-i Bârî dışında hiçbir otoritenin olurunu itibara almadan hasbîlik, devamlılık ve istikamet arz eden, polemikten uzak, ilkeli, yapıcı, kuşatıcı, kaliteli ve ideal ürünler ortaya koymak olmalıdır. İşte tüm bunlar gerçekleştiğinde, Ramazan ayının gelişini reklamlardan bize haber veren ney sesi, diğer on bir ayda da kulaklarımızı ve ruhumuzu mest edecektir.

- - - -