Bizlere hayat nimetini bahşeden, akıl ve irade kudreti vererek diğer varlıklardan bizleri imtiyazlı kılan Yüce Allah’ın bizden tek bir isteği vardır; O’na gereği gibi ibadet etmek. Peki, nedir ibadet? Genel perspektiften bakıldığında ibadet; Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle ortaya koyulan duygu ve düşünce, söylem ve eylemlerimizdir. İbadetin mahiyetini tam anlamıyla idrak edebilmek için bu mühim esasın iki boyutuna temas etmek gerekir. Bunlardan birincisi, niyet ve gaye; diğeri ise tezahür boyutudur. İbadetin niyet ve gaye boyutunda Allah’a karşı minnet duygusu, O’nu yüceltme, noksan sıfatlardan tenzih etme, O’nu her şeyden daha fazla sevme, O’na karşı derin bir saygı içinde olma ve O’nun kudretine boyun eğme vardır. Hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ibadetin bu boyutu çok ince bir şekilde işlenmekte; “nüsük, dua, hudû‘, huşû‘, kunût, tesbih, şükür” gibi kavramlarla ibadetin söz konusu yönü ön plana çıkarılmaktadır.

İbadetin tezahür boyutuna gelince bu, içteki kulluk gayesinin bir şekilde dışa vurulmasından ibarettir. Bu dışavurum; kalpte, akılda, dilde ve organlarımızda gerçekleşmektedir. Bu bağlamda kalbin ibadeti; Allah’ın yüceliğini ve azametini hissetmek, O’nun karşısında acziyetimizi itiraf etmek, mahlûkata karşı sevgi ve şefkat hisleri beslemek, iyilik yapmaya azmetmek, kötülük yapmaktan kaçınmak gibi temiz duygularımızdır. Aklın ibadeti; iç ve dış dünyamıza bakarak Allah’ın varlığını bilmek, kâinat kitabını ve yüce kitabımızı anlamaya çalışmak, doğru ile yanlışı, hak ile batılı ayırt etmek, nefsin oyunları karşısında uyanık olmak gibi sahih ve salim düşüncelerimizdir. Dilin ibadeti; Hakk’ı zikretmek, hakkı söylemek, Kur’an’ı okumak, güzel söz söylemek, gerektiğinde susmak gibi dilimizle ilgili işlerdir. Organların ibadeti ise elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı güzel işlerde kullanmak, Allah’ın yasakladığı davranışlardan uzak durmak gibi davranışlardır.

Allah’ın kulları olarak yaptığımız ibadetin Allah katında bir karşılık bulabilmesi için her iki boyutun da varlığı şarttır. Niyetsiz ve gayesiz bir davranışın, zahiren bir anlamı olsa bile manen bir karşılığı olmayacaktır. Aynı şekilde amele yani bilinçli bir aksiyona dönüşmeyen niyetlerimize ise amel sevabı verilmeyecektir. Ancak niyet, aynı zamanda kalbin ibadeti olduğu için kulun bu iradesine karşılık sevap verileceğini Hz. Peygamber (s.a.s.); “Kulum iyi bir şeyi yapmaya niyetlendiği zaman ona bir sevap yazarım, onu yaptığı zaman ise ondan 700’e kadar katlayarak sevap yazarım. Kötü bir şey yapmaya niyetlenip de onu yapmadığı zaman günah yazmam; yaptığı takdirde ise bir günah yazarım.” (Müslim, “Îmân”, 204-207) sözüyle müjdelemiştir. Bu noktaya kadar temas edilen hususlara bakıldığında bir Müslümanın, Allah’ın hoşnutluğunu hayatının merkezine koyduğunda her anının ibadetle geçmesi, her işinin ibadete dönüşmesi imkân dâhilindedir.

İbadet, genel anlamıyla irademize dayalı eylemlerimizin tamamını kapsar. Bunun yanında bir de özel anlamıyla ibadet vardır ki; bunlar, Müslümanın Yaratanına karşı saygı ve boyun eğmesini simgeleyen, Allah ve Resulü tarafından yapılması istenen belirli davranış biçimleridir. Özel anlamıyla yaptığımız ibadetlerin hepsinde niyetin ne kadar önemli olduğu açıktır. Zira niyetsiz yapılan ibadetler geçersiz, Allah’ın rızasını gaye edinmeden yapılan ibadetler makbul değildir.

İbadetleri yerine getirmedeki en temel gaye, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak olmakla birlikte, her bir ibadetin bize kazandırdığı farklı manevi faydalar vardır. Dolayısıyla Allah’ın biz kullarını ibadetle yükümlü tutmasında mutlaka bazı hikmetler bulunmaktadır. Bu hikmetleri bizler ancak kulluğumuzun en önemli rehberlerinden olan ayet ve hadislerin ışığında ibadetlerle ilgili tefekkür, tezekkür ve tedebbürle tam manasıyla kavrayabiliriz.

Bu meyanda, Allah Teâlâ’nın; “Mükâfatını özel olarak ben veririm” buyurduğu oruç ibadetinin hikmetleri hakkında şunları söylemek mümkündür:

  1. Öncelikle her ibadette olduğu gibi oruç ibadeti de kişiye iradeli olmayı, nefsin istek ve arzularına karşı dik durmayı öğretir. Zira yeme-içme gibi en temel ihtiyacını bile öteleyen insanın iradesi güçlenir. İnsan, tuttuğu her oruçta nefsine hâkim olma kabiliyetini geliştirir. Böylece belirli bir zaman yeme ve içmeden el çeken oruçlu, aynı zamanda her türlü kötülükten sakınmak için iradesini güçlendirmiş olur. İşte bu sebeple Allah Teâlâ; “Sakınasınız diye oruç size farz kılındı” (Bakara, 2/183) buyurarak orucun sözü edilen hikmetine işaret etmektedir.
  2. Oruç, aynı zamanda insana sabretmeyi ve sıkıntılara karşı dayanmayı öğretir. Özellikle susuzluk gibi dayanılması hayli güç olan bir konuda sabreden insan, hemen her konuda sabırlı hale gelir ve bir ay boyunca bu sabır eğitiminden geçen oruçlu için artık sabırlı olmak, kulluğunun ve ahlakının vazgeçilmez bir parçası olur. Bundan dolayı ki Allah Resûlü; “Oruç, sabrın yarısıdır” (İbn Mâce, Sıyâm, 44) buyurmuştur.
  3. Oruç, sabrın mukabili olan şükrü de bize öğretir aynı zamanda. Devamlı tükettiğimiz ve alıştığımızdan dolayı şükrünü eda etmede eksik kaldığımız birçok nimetin aslında ne kadar kıymetli olduğunun farkına oruç sayesinde varırız. Uzunca bir açlıktan sonra yediğimiz ekmeğin ve saatler süren bir susuzluktan sonra yudumladığımız suyun ne büyük bir nimet olduğunu anladığımızda, bu nimetleri bize bahşeden Yüce Allah’a duyduğumuz şükran duygusu, diğer zamanlarda yaptığımız şükürlerden daha derin ve içten olacaktır.
  4. Orucun farz kılınışındaki en önemli hikmet ve maksatlardan biri de ahlaki potansiyelimizi meleklerin seviyesine çıkarmaktır. Malumdur ki melekler; insani istek, haz ve zaaflardan beri varlıklardır. Dolayısıyla onlar yemezler, içmezler, cinsellikleri yoktur. İnsan, Allah rızasını kazanmak için oruç ibadetiyle yemeden, içmeden ve cinsellikten uzak durduğunda meleklere benzer ve onlar gibi manen Allah’a yaklaşarak manevi ikramlara nail olur.

Orucun temas ettiğimiz hikmetleri, oruçlunun bizzat kendisiyle ilgilidir. Ancak her ibadette olduğu gibi oruç ibadetinin topluma bakan yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, açın halinden anlamaktır. “Tok açın halinden anlamaz” atasözünde de veciz bir şekilde ifade edildiği gibi tok bir insana saatlerce açlığın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışsak, meramımızı tam olarak dile getirmemiz mümkün değildir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, açlığı ve susuzluğu kuluna tattırmak istemektedir. Müslümanların diğer inanç sahiplerine nispetle fakirler ve ihtiyaç sahipleri konusunda daha duyarlı olmasının sebeplerinden biri de oruç ibadetinin Müslümanlar üzerinde meydana getirdiği bu eşsiz etkidir. Ramazan ayında fakirlere yapılan hayır hasenatın artmasını da bu duygunun oruçluyken daha üst düzeyde hissedilmesiyle açıklamak mümkündür.

Orucun farz kılınışıyla ilgili pek çok hikmeti düşünerek oruç tutmak, en az ahkâmını dikkate alarak oruç tutmak kadar önemlidir. Zira Allah’ın bize bu ibadeti emretmesi, ona kulluk etmemiz yanında bu faydaları da temin etmek içindir. Bu sebeple Allah Resulü; “Oruç tutan nice kimseler vardır ki oruçtan nasibi sadece aç kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm, 21) buyurarak, zahiren oruç tuttuğu halde orucun ruhundan bîhaber olanların mükâfattan yoksun olacaklarını bizlere haber vermektedir. Bizi ahlaken kemale erdirmeyen, maneviyatımızı güçlendirmeyen ve takvamızı artırmayan bir ibadetin eksik olacağı da her türlü izahtan varestedir. Bu vesileyle, oruç özelindeki tüm ibadetlerimizin bizi istikamet üzere kılıp Rabbimizin rızasına samimi bir vesile olmasını ve nihayetinde bizleri cennetle buluşturmasını niyaz ediyorum.