Gecenin sessizliğini bozan bir hıçkırık sesiydi uyuyup kaldığı köşeden onu uyandıran. Her bir ilmeğin önce yürekten sonra tığdan dökülerek örüldüğüne bizzat şahit olduğu, gül motifli örtünün kapladığı masada açık olan bir Kur’an-ı Kerim gördü önce. Gözünü biraz daha araladığında, annesinin kar beyaz örtüsünün içindeki nur yüzünden peş peşe akan yaşları fark etti.  Belli ki sadra şifa ayetler anacığının gönlüne yol bulmuştu. Bu sırada ateşi önce kendini sonra etrafını ısıtan sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan ibriği bir havlu ile tutarak eline almaya çalışan abisini fark etti.

“Anne! Ben namaz kılıncaya kadar sofra hazır olur mu?” dedi ve gitti. 

“Güzel kızım! Hadi kalk da sofrayı kuralım.”  diyen annesi belli ki, evdeki hareketliliğin içine onu da çekmeye çalışıyordu. Sobanın üzerinde ısınıp kıtır kıtır hale gelen ev ekmeği, daha iki gün önce kendi elleriyle yaptıkları tazecik tereyağı, babasının kovanlarındaki çalışkan arılar vasıtasıyla sofrada yerini alan bir parça petek bal ile  iki büklüm beliyle anneannesinin asmalarından koparıp, eteğine koyarak getirdiği “Bêlâca” üzümü sofradaki yerini alıverdi. “Hadi Bismillah” deyip başladı herkes. Uykusu yeni açılan gözleri, ne kadar eşsiz bir ana şahitlik ediyordu aslında, yıllar sonra ancak fark edebileceği.

Mübarek zat Aziz Mahmud Hüdâyî’nin kalbindeki iman ateşinin, hocasının abdest suyunu ısıttığı gibi sıcacık olurdu küçük kızın gönlü, bu sahur sofralarında. Ertesi günün kandil günü olduğunu bilirdi; eğer bu sofra Ramazan ayındaki sahur için kurulmamışsa. Kocaman kazanda yapılıp tüm mahalleye dağıtılacak lokmaların mis gibi kokuları sanki geceden yerleşirdi içine, küçük kızın. Dip köşe yapılacak temizliğin yorgunluğu kollarına çoktan çökse de, evdekilerin özellikle de annesinin, hummalı bir şekilde önemli bir misafiri ağırlayacak gibi koşuşturmasına ayak uydurmaya çalışırdı. 
“Üç aylar girdi, bugün Regaip gecesi... Haydi, yavrularım, Allah’a olan rağbetimizi arttırıp, evimizi temizlediğimiz gibi gönülleri de temizleme vakti!” ifadelerini her Regaip’te çokça duymak isteyeceğini bilmeden…

Nedir huzur?

Sokakta arkadaşlarıyla oynayıp eve koşarak gittiğinde, içine bir tutam sevgi, bir tutam merhamet ve bolca muhabbet konulan yemeklerle dolu sofrada çocuk olmak mıdır?

Annesinin duasını, babasının rızasını alan, sanal ile gerçeğin birbirine karıştığı bir asırda, Hz. Yusuf misali iffetiyle örnek, ümmeti Muhammedin umudu olan bir genç olabilmek midir?

“Kendileriyle huzur bulasınız diye türünüzden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet var etmesi O’nun varlığının belgelerindendir.” (Rûm, 30/21) ayetinin şahitliğini beraberce yaptığımız ve böylece hem dünya hem de ukba için niyet edip yola revan olduğumuz can yoldaşımızı, gözümüzden sakınıp incitmemektir. 

Evladının yüzündeki tebessümün müsebbibi bir anne, arayış içinde olan evladına örnek bir baba, velhasıl rol model ebeveynler olabilmek değil midir?

Peki, nedir mutluluk?

Bir muhtaca yardım etmek,

Elindekiyle yetinmek,

Manevi fırsat iklimi üç aylara eriştiğine sevinmek,

Belki de insan olduğunun yani noksan olduğunun farkına varıp, 

Tövbelerinin içeriğindeki samimiyeti, sayısındaki istikrarı canlı tutmaktır. 

Öncelikle aile fertlerine, yakınlarından başlayarak tüm sevdiklerine ve üzerinde hakkı olan herkese, bülbülün güle olan muhabbetini taşımaktır. 

Ve… Hiç kimsenin olmadığı yerde ya da zamanda, haksızlığa, hadsizliğe, adaletsizliğe ve merhametsizliğe karşı durup, içinde yükselen vicdanının sesine gecikmeden kulak vermektir.