Ne zaman bu sokağın başına gelsem, akıp giden zamana rağmen, hiç gitmeyen, çocukluğumun en güzel anıları gözümde canlanır. Gökyüzüne mağrur edayla uzanmış beton yığınlarına inat, zamanın gerisinden göz kırpar tek katlı bahçeli evimiz. Babamın her birimiz için diktiği elma, kayısı, incir, dut fidanlarının selamına hanımelinin baş döndürücü rayihası eşlik ederdi. Yol boyunca evlerin bahçe duvarlarından sarkan, rengârenk güller, leylaklar hanelerden yayılan huzurun sokağa yansıması gibiydi. Yoksa evlerden akseden küçücük saadetlerden mi almıştı bu yer adını? Mutlu Sokak.

En ufacık şeyler mutluluk vesilesiydi kıt kanaat geçinen, kanaatkâr sokak sakinleri için.”Bir maniniz yoksa annemler size gelecek”denilerek akşamları içilen bir bardak çayda, demlenen koyu muhabbetler gibi. Muhabbet kokan evlerde büyüdük. Büyüklerimizin hasbıhali eşliğinde. Sohbetin kuşatıcı, eğitici, atmosferinde, manevi değerlerin öğretildiği, bir ders halkasında bulurduk kendimizi. Bilgisayarın, telefonun, televizyonun henüz evlerimizi işgal etmediği dönemlerdi. Susmamız için, büyüklerimizin kaş çatması yeterliydi. Sukutun ve dinlemenin, erdem sayıldığı günlerdi.

Hayatın tüm zorluklarına rağmen yüzlerinden tebessümün eksik olmadığı güzel insanlar, haberdar olurdu komşusunun her halinden. Henüz banka kredilerinin insanı tüketmediği vakitlerdi. İhtiyacı olana borç verilir, kefil-senet bilinmezdi. Hasta varsa bir evde, şifa niyetine çorbalar ikram edilirdi. Gösterişin değil, samimiyet ve yardımlaşmanın olduğu, herkesin elinde olanı, başkasından esirgemediği günlerdi. Hüznün, sevincin, paylaşıldığı, insanların birbirleriyle hem hal olduğu, sokaktı.

Mahallelerin güvenli olduğu, çocuk cıvıltılarıyla şenlendiği zamanlardı. Çiçek açan sokağımız seslenirdi bize “haydi oyuna!”Oyunun kahramanı da mucidi de bizlerdik. Öyle pahalı oyuncaklarımız yoktu. Bir kâğıt parçasından ne oyuncaklar yapmazdık ki. Bazen o kâğıt, bir gemi olur süzülürdü su birikintilerinde. Bazen bir uçak olur, eklenirdi kuşlara göğün maviliğinde. Ağaç dallarına kurduğumuz salıncaklarda bulutlara değercesine havalanır, özgürce toprağa bırakırdık kendimizi. Düşmekten, yara almaktan korkmazdık. “Korkma! Ben varım” diyen arkadaşlarımız elimizden tutardı. Oyunlarda aldığımız yaralarımızla büyür, büyütürdük hayatımızı.

Sorumluklarımız vardı küçük yaşlarda edindiğimiz. Kızların annelerine, erkek çocuklarının babalarına yardım ettiği. Ödevlerimizden geriye kalan zamanlarda annelerimizin elimize tutuşturduğu işlenecek kanaviçeler, örülecek danteller, mutlaka tamamlanması gereken vazifelerdendi. Sabırla, dikkatle, emekle bitirdiğimiz el işlerinde meğer işlediğimiz, ilmek ilmek ördüğümüz kendi hayatımızmış.

Pamuk şekeri gibiydi Mutlu Sokakta çocuk olmak. Öylesine tatlı öylesine yumuşacık. Anımsadıkça lezzeti özlenen bir taddı.

Hızla değişen dünya Mutlu Sokağın da kapısını çalmıştı. Tek katlı bahçeli evlerin yerini ucube apartmanlar almaya başlamıştı. Gökyüzünü işgal edercesine yükselen devasa binalar göğün kandillerini de küstürmüştü. Oysa akşamları bahçede uzandığımız minderde, elimizi uzatsak değebileceğimiz yakınlıkta yıldızlarımız vardı.

Ayağımızı topraktan kestiğimizde eksilmeye başladık bir bir. Selamımız, kelamımız, birbirimizle hem hal olduğumuz günler yok artık. Güzel gösterişli evlerimizde misafirlerimiz eksik. Her şeye sahibiz fakat mutluluğumuz, huzurumuz eksik. Sohbetin iyileştirici gücü eksik. Evlerde varlıkları rahmet sayılan, torunlarına masal anlatacak büyüklerimiz eksik. Bayramlarda kapımıza gelen çocuklar eksik. Balkonlarımızda sardunyalarımız, güllerimiz, zambaklarımız eksik.

Betonlaşıyor, kalplerimiz de selamsız, tebessümsüz akıp giden mutsuz bir kalabalıkta. Ne kadar kalabalığız o kadar yalnızız. Artık yalnızlığımızı, yüzünü dahi görmediğimiz sanal dostluklarda giderme çabasındayız. Uzaklaştık muhitimizden, kalbimizden. Uzaklaştıkça yabancılaştık birbirimize. Uzaklığın şifasının yakınlıkta olduğunu, birbirimize sığınakta olduğunu unuttuk.

Duymuyoruz kendimizden başkasının sesini. Oysa insan olmak, bir başkasının sesini duymaktır. Uğultunun içinde başımız dönüyor. Bir nefeslik ağaç gölgesine biraz sessizliğe ve birbirimizi duymaya, anlamaya ne çok ihtiyacımız var!

Betonlardan ördüğümüz duvarlar arasına mahkûm ettik çocuklarımızı. Öldürüyoruz çocuklarımızı, çocukluğumuzu.

“Bana sormayın böyle nereye

Koşa koşa gidiyorum

Alnından öpmeye gidiyorum

Evleri balkonsuz yapan mimarların” derken şair ne de haklıymış. Balkonlara evlere, ekranlara hapsettiğimiz çocuklarımız, hangi sanal oyunlarda tadacaklar bizim oyunlarımızdaki tadı. Koşmayan, zıplamayan, düşmeyen, yara almayan çocuklarımızı ne büyütecek? Göğe bakmayan, bir çiçeği koklamayan, yolda gördüğü ağacı tanımayan çocuklarımızdan nice güzellikleri esirgedik.

Kaybolan sokaklarımızda aslında kaybolan bizlerdik. Her boşluğu beton ile doldururken içimizdeki boşluğa uçurumlar ekledik. Ruhumuz, bu boşlukta bir beşik gibi sallanırken çocukluğumuzu anımsadığımızda tebessüm etmemiz, sokağımızda yaşadığımız güzelliklerden olsa gerek.

Çocukluğumuz bir masal olmuşken, hızla değişen dünyayla Mutlu Sokağın da adı değişmişti, Dönence sokaktı artık.