Tarihten günümüze insanın en temel meselesi, her yönüyle kendini tanıma, varoluşunu ve varlık âlemindeki konumunu idrak etme arayışıdır. Bu manada bütün peygamberler, insanlığa anlam ve ahlak konusunda rehberlik ederek dünya ve ahiret huzurunun yolunu göstermişlerdir. Kur’an’ı Kerim’de, insanın bu anlam arayışına ışık tutan, yaratılışı ve psikolojik yönelimleri bakımından insanı tanımlayan, onun üstün özelliklerine, zaaflarına ve yeryüzündeki misyonuna işaret eden çok sayıda ayet bulunmaktadır.

Yarattığı insanı şüphesiz en iyi bilen Rabbimiz, “Andolsun biz insanoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.” (İsrâ, 17/70) buyurarak insanın mükerrem bir varlık olduğunu beyan etmektedir. Zira bu ayette zikredilen kerem kavramı, Allah’ın insana başta akıl, zekâ, düşünme ve konuşma olmak üzere birçok psikolojik ve fizyolojik özellikler ve sayısız nimetler bahşettiğine işaret etmektedir. Bütün bu nimetler, onu diğer mahlûkat arasında üstün ve seçkin bir konuma yükseltmektedir. Ayrıca Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in “Mümin onurlu ve kerem sahibidir…” (Ebû Dâvûd, Edeb, 5) sözünde de aynı gerçeğe vurgu vardır.

Gerçekten de insan, Allah’ın lütfuna mazhariyeti bakımından mahlûkat içinde mümtaz bir yere sahiptir. İlahi ikrama en fazla mazhar olan varlıktır. Gerek yaratılışı itibariyle sahip olduğu biyo-psiko-sosyal kabiliyetler, gerekse yaşamı boyunca Allah'ın kendisine bahşettiği nimetler, ona yaratılmışlar içinde büyük bir şeref ve değer kazandırmıştır. Nitekim insan, kendisine yaratılışta lutfedilen akıl, irade, zekâ, tefekkür, muhakeme, muhasebe, temyiz, anlama ve anlatma gibi kabiliyetleriyle eşya üzerinde tasarrufta bulunma yetkinliği elde etmiş ve böylece diğer varlıklara üstünlük kurabilmiştir. Yine bu kabiliyetleri sayesinde mal-mülk edinme, dünyayı imar etme ve medeniyetler kurma imkânı bulabilmiştir.

Diğer yandan Yüce Allah, insana, zaaflarını da haber vermektedir. Nitekim “İnsan zayıf yaratılmıştır”, “…Zaten insan çok cimridir.”, “İnsan çok acelecidir!” (el-İsrâ, 11, 100), “Doğrusu o, çok zâlim (ve) çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72), “Şüphesiz ki insan Rabbine karşı pek nankördür. Gerçekten insan dünya malına son derece düşkündür, onu çok sever.” (el-Âdiyât, 6-8), gibi ayetler, insanın fıtraten zayıf yönlerine ve sahip olduğu eğilimlere vurgu yapmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de insana dair ayetlerde olumlu ve olumsuz anlamda farklı boyutların varlığı, esasen insana dair zikredilen şeref ve üstünlüğün her halükarda var olan mutlak bir gerçek değil, bilakis önemli bir potansiyel olduğunu göstermektedir. Zira hem Kur’an ve sünnet bütünlüğü içerisinde meseleye bakıldığında hem de insan özelinde tarihi ve sosyal gerçeklikler incelendiğinde söz konusu hakikat açıkça görülecektir. Çünkü insan, kendisini değerli kılan bütün bu kabiliyetlerini, kazanımlarını ve sahip olduğu nimetleri özgür iradesiyle dilediği şekilde kullanma ehliyetine sahiptir. Allah tarafından kendisine iyi ile kötü, doğru ile yanlış, hak ile batıl ve güzel ile çirkin arasında tercih yapabilme kabiliyeti verilmiştir. Bu da insanın değerinin tercihlerine göre değişkenlik arz edeceğini göstermektedir. Bu sebeple şeref ve değer bakımından insan, tercihlerinin neticesidir ve değeri tercihlerinde tebarüz eder denilebilir.

İnsan, sahip olduğu potansiyeli değere dönüştürme ve dış dünyaya yansıtma noktasında sorumluluk sahibi bir varlıktır. Zira “nimet, külfetle doğru orantılıdır” ilkesi gereği kime kıymetli bir şey verilmişse ona aynı değerde bir sorumluluk da yüklenmiştir. Bu sebeple insanın yaratılıştan gelen kabiliyetler ve Yaratıcı tarafından ona bahşedilen sayısız nimetlerle mükerrem kılınması, her şeyden evvel onu bu ihsana layık gören Rabbine karşı büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirmiştir. Bununla beraber insanın kendisine, çevresine ve emrine amade kılınan eşyaya karşı sorumluluğu da yine mükerrem kılınmasının kaçınılmaz bir neticesidir.

Yeryüzünde insanın sorumluluğu açısından en önemli ve en kapsamlı ifade “halife” oluşudur. Nitekim Cenab-ı Allah, kendisini sorumlu kılan özellikleriyle insanı meleklere tanıtırken “halife” sıfatını kullanmaktadır. Söz konusu kavram, insanın kendi kalbinde ve davranışlarında güzel ahlakı yaşamaktan aile ve topluma karşı iyilik taşıma yükümlülüğüne, çevreye karşı sorumluluğundan yeryüzünün imar ve ıslahına kadar geniş bir çerçeveyi ihata etmektedir. Dolayısıyla insan, yaratana itaat ve yaratılanlara merhamet duygusuyla insan kalabilecek ve çevresine iyilik yapma arzusuyla da değerini koruyabilecektir.

Ne var ki insan, sahip olduğu nimetleri ve bu nimetler sebebiyle elde ettiği değeri kendinden bilip sorumsuz ve şuursuz bir şekilde davranarak tekasür, tefahür ve tekebbür tuzağına düşme riskiyle de karşı karşıyadır. Bu tehlikeden kurtuluş ise, ancak insanın nefsini kötülüklerden arındırmasıyla mümkündür. Aksi halde nefsinin kötü telkinlerine boyun eğen insan, nihayetinde değerini ve onurunu kaybetmeye mahkûm olacaktır. Bu denklem Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “Ona (insanın nefsine, öz benliğine) kötülük ve iyiliği idrak kabiliyetini ilham edene yemin olsun ki, nefsini (kötülüklerden) temizleyen gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu kirletip (kötülüklere) gömen de hüsrana uğramıştır.” (Şems, 91/8-10). Nefsini kötülüklerden arındırıp beşeri zafiyetlerinden kurtularak sorumluluğuna sadakat gösterdiğinde insan, eşref-i mahlûkat olma imkânıyla; sorumluluklarından yüz çevirip heva/heves ve beşerî zafiyetlerine yenik düştüğünde ise esfel-i safilin olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Dolayısıyla insanın gerçek değeri, yaratılıştan elde ettiği özellikler ve ilahi nimetlere mazhariyeti yanında Yaradan’a, kendisine ve çevresine karşı taşıdığı sorumluluğa riayetiyle ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle insan, sorumluluk bilinciyle hareket ettiği oranda onurlu ve değerlidir. Nitekim Yüce Rabbimiz, bu gerçeği Kur’an-ı Kerim’deki “Allah katında sizin en değerliniz, en fazla sakınanınızdır (sorumluluk bilinci en yüksek olanınızdır).” fermanıyla açıkça ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, insana şeref ve üstünlük veren hususiyet, Allah’a, kendisine, çevresine ve eşyaya dair taşıdığı sorumluluk bilincidir. Bu bağlamda insan, bir taraftan nasiplendiği nimet, yüklendiği emanet ve taşıdığı sorumluluk bilinciyle yaratılmışların en değerlisi olmaya namzetken diğer taraftan nimeti ziyan, emaneti istismar ve sorumluluğunu ihmal etmek suretiyle de ahlâkî ve mânevî çöküntüye maruz kalarak aşağıların aşağısına düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilmektedir. Dolayısıyla insan, hak-batıl, iyi-kötü, doğru-yanlış arasında özgür iradesiyle yapacağı tercih sayesinde ya fıtrî değerini muhafaza ederek onurlu bir hayat yaşayacak ya da bütün itibarını yitirip ilahî cezaya müstahak olacaktır. Bu yüzden insan, kendisini yaratan, yaşatan ve sayısız nimetler bahşeden Rabbine karşı yüklendiği sorumluluğunun bilincinde yaşamaya mecbur ve muhtaçtır.

İşte bu ihtiyaca binaen Yüce Allah, insanı, bunca kabiliyet ve nimete rağmen başıboş bırakmamış ve yüklediği sorumluluğun çerçevesini ve mahiyetini vahiy yoluyla ona bildirmiştir. Rahmetinin bir tezahürü olarak peygamberler göndermiş ve başta Rabbine karşı olmak üzere kendisine, çevresine ve hayata dair sorumluluklarını nasıl ifa edeceğini peygamberlerin fiili örnekliği üzerinden kendisine göstermiştir.  O halde insana düşen görev, Allah’ın bahşettiği nimet ve imkânların kıymetini idrak ederek bütün bunların gerektirdiği sorumluluğu hakkıyla yerine getirmenin gayreti içerisinde bir hayat yaşamak olmalıdır.