Coğrafyanın kader olduğu söylenir.

Mustafa Kara’da; “Hiç şüphesiz coğrafyanın kendine has kültürü vardır. Coğrafyanın sahipleri zaman içinde bazen savaşlarla bazen salgın hastalıklarla bazen de başka sebeplerle değişir, fakat yerel kültür belli oranda yaşamaya devam eder. Bazen kiliseler cami, bazen de camiler kilise olur” der. Coğrafyanın kültürü kalırken yeni ev sahipleri de kendi kültürüyle gelir. Eski ve yeni kültür karşılaştığında, bazen uyum sağlar bazen de çelişir. Çoğu zaman da etkileşim içinde olur. (I)

Dünyanın en eski medeniyetlerinden ikisi de Roma ve Pers imparatorluklarıdır. Ortadoğu’nun ana merkezlerinden Irak Pers, Suriye Roma’ya aitti. Coğrafyanın kahir ekseriyeti de ya direkt ya da endirekt bu iki devlete bağlıydı. İslam’ın gelişiyle birlikte önce Pers/Irak daha sonra da Roma’ya bağlı Suriye fethedildi. Böylece iki değil üç medeniyet iç-içe, yan-yana ve karşı-karşıya gelmiş oldu. Her üçü de biri diğerinden pozitif veya negatif etkilendi.

Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Irak ve Suriye özellikle de Irak, öteden beri farklı din, mezhep ve düşünce merkezi konumundaydı. İslam’la tanışmaları bu durumu değiştirmedi. Üç medeniyetin kesişim noktasında bulunan Irak çok eksantrik insan tipolojisinin ve düşüncenin kendine rahat yer bulduğu mekandı. Dilimize pelesenk olan Kalbi Hüseyin’le, kılıcı Yezid’le olan Kûfeliler, tabiri de bunu teyit etmektedir. Ne yaptılar! Çağırdıkları peygamber torununu kaderine terk ederek Yezid’in acımasız askerleri tarafından şehit edilmelerine sebep oldular. O zaman açılan yara hala kanamaktadır.

Sıffîn Savaşıyla ortaya çıkan ve İslam dünyasının başına bela olan Hariciler, uzantısı kabul edilen DAİŞ, Yezidiler, Rafıziler, Gulat-ı Şia’nın çoğu, Cehmiye, Kaderiye, Mürcie ağırlıklı olarak o bölgeden çıktı. Irak toprakları her zaman heva ve hevesine uyan, ilginç inanç sahiplerinin, türlü mezhep erbabının yaşadığı barındığı merkezdir.

Bu olumsuz örnekleri vermemiz orada hayırlı işlerin olmadığı anlamına gelmez elbette. Emeviler özellikle Abbasiler Irak’ta İslam medeniyetinin en güzel örnekliğini ortaya koydular. İslam medeniyetinin inkişafından bahsedilecekse hiç şüphesiz onun merkezlerinden biri de Bağdat’tır.

Bölgede ortaya çıkan mezhepler, düşünce ekolleri birbirine karışmıştır -halita-. Şimdi sizlere bu bölgede ama ayrı şehirlerde yaşayan bazı isimlerden ve onların kader anlayışlarından, ayrıca Hz. Ebubekir hariç Raşit Halifelerden üçünün kaderle ilgili görüşlerinden bahsedeceğim. Önce bu konuda İmamı Azam’ın görüşüne yer vereceğim. 

EBU HANİFE

Emevilerin kudretli halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanında doğup, Abbasi halifesi Mansur zamanında vefat etti. Elli iki sene Emevi, on sekiz yıl da Abbasiler döneminde yaşadı.

Emevi yöneticileri onu Ehl-i Beyt taraftarı olarak bilip sıkıntı ediyorlardı. İmam-ı Azam, iktidarın yanlış uygulamalarından özellikle de şuubiyet anlayışı ve ehl-i beyt karşıtlığından onlara kızdığı doğruydu. Hatta bu yanlışlıklardan olacak ki, kıyam hareketini başlatan Ebu’l-Abbas (Saffah)’a biat etmekten çekinmedi.

Abbasiler de çok geçmeden yanlış uygulamalarıyla Emevileri aratmadı. Bu duruma Ebu Hanife, “değişen şey yalnız kuru bir isimdir, dış değişmiş iç aynıdır” diyecektir.

İslam dünyasının en netameli konularından biri belki de birincisi siyasi olaylar ve bu olayların neticesinde ölen ve öldürenlerin durumuydu.  İlk dört halifeden Hz. Ebubekir hariç üçü, Cemel ve Siffîn Savaşlarında binlerce insan şehit oldu. Bunların durumu nedir? Bunlara itikaden ve fıkhen cevap vermek gerekiyordu.  

Dönemin uleması görüşlerini söylemeye çalıştı. Konuşuldukça öne çıkan alimler oldu. Kimi onun kimi diğerinin ders halkasına katıldı. Bu arada çok sayıda hizip ortaya çıktı. Bunlardan bir kısmı hala varlığını devam ettirirken birçoğu da tarihin tozlu sayfalarında kaldı. Çıkan görüşleri -alt başlıklar çok olsa da- genelde Ehl-i Sünnet ve Şia olarak ikiye ayırmak mümkün. Farklı bir çalışmayı gerektiren bu konuyu burada sonlandırarak kaza ve kader konusuna geri dönelim.

KAZA VE KADER

Müslümanlar kendi aralarında fikir ayrılığına düşerken, bunları körükleyen yabancı unsurların varlığını da unutmamalıyız. Özellikle Muaviye’den Hişam zamanına kadar hilafet merkezinde görev yapan Şamlı Yuhanna (II) bunların başını çekmektedir. Her ne kadar birçok konuda tartışma olsa da bunun başını kaza ve kader çekmekteydi.        

Hz. ÖMER

Bir hırsızı yakalayarak Hz. Ömer’e getirdiler.

Niçin çaldın, diye sordu.

Çaldımsa Allah’ın takdiriyle çaldım…

Hz. Ömer hiçbir şey demedi. Emir vererek hırsızın elini kestirdi ve dayak attırdı.

Neden tek suçtan iki ceza verdiğini soruldu.

El kesmek hırsızlıktan, dayakta Allah’a yalan ve iftiradan dolayı cevabını verdi. 

Hz. OSMAN

Bağyiler tarafından muhasara edilen evinde olanlardan biri anlatıyor. “Evinde kuşatma altındaydık. Bir ara başka bir odaya geçti. İçerden konuştuğunu meydandakiler de duyuyordu...”

Tekrar bize dönerek; “Az önce beni öldürmekle tehdit ettiler” dedi.

Biz de, “Onlara karşı Allah sana yetecektir ey müminlerin Emiri!” dedik.

Dedi ki; bunlar beni neye dayanarak öldürüyorlar? Allah Resulünün şöyle buyurduğunu duydum:

“Müslüman bir adamın kanı şu üç durum dışında helal olmaz.

I- Müslüman olduktan sonra inançsızlığa geri dönmek (irtidat),

II- Evlendikten sonra evlilik dışı cinsel ilişkiye girmek (zina),

III- Birisini öldürdüğü için öldürülmek (cinayet)”

Allah şahit ben, Allah’ın bana hidayeti nasip ettiği günden beri dinime hiç alternatif aramadım. Cahiliye döneminde de İslam döneminde de asla zina etmedim. Hiç kimseyi de öldürmedim. Peki bunlar beni neye dayanarak öldürüyorlar?” (III)

Buna rağmen Hz. Osman’ı şehit ettiler. Şehit edenlerden bazıları Hz. Osman’ı kendilerinin öldürmediğini, onu öldürenin Allah olduğunu bile ileri sürmüşlerdi. Evi muhasara edip ok attıklarında Hz. Osman’a: “Bu okları sana atan Allah’tır” diyorlardı.

Hz. Osman: “Yalan söylüyorsunuz, yalancılar! Eğer oku atan Allah olsaydı hedefe isabet etmez miydi?”

Hz. ALİ

Sıffîn Savaşı için Şam’a giderken Bir ihtiyar Hz. Ali’ye: “Bizim Şam’a yürümemiz Allah’ın kaza ve kaderiyle miydi?” dedi.

Hz. Ali: (…) “Ey ihtiyar, yazık! Sen, kaza sana yapıştı, kader sana sarılıp takıldı sanıyorsun. Eğer iş öyle olsaydı sevap ve ceza batıl olurdu… Emir ve nehye lüzum kalmazdı. Günah işleyene Allah ceza vermez. İyilik sahibini de övmezdi. (…)” bu gibi sözler putlara tapanların, şeytanın ordularının, yalancı şahitlerin doğru görmeyenlerin sözleridir.  

Allah, kullarını muhayyer bıraktı. Sakındırmak için de nehyetti. Kolay gelen şeyleri de emretti. Zorlayarak isyana, boynundan çekerek itaati mecbur etmedi. Peygamberleri boşu boşuna göndermedi.

“Böyle şeyler kâfirlerin zanlarıdır, yuh olsun kâfirlere, onlara cehennem var.”

EBÛ HANİFE, A’MEŞ ve es-SEMİTÎ

Halil bin Yahya es-Semitî anlatıyor; “Ders aldığım, kendilerini dinlediğim hocalar Mutezile mezhebine mensuptular. Kendileriyle tartışmalar yaptım. Özellikle hadis konusunda sorduklarımın bir kısmına cevap alamadım. Kûfe’ye gitmek üzere izin istedim.” Bana büyük muhaddis Süleyman bin A’meş’i önerdiler. Gittim onun ders halkasına oturdum, kafama takılanları sordum.

Bana; “(…) Basra hikâyeci, rüya tabircisi veya ağlayıcı çıkarır. Vallahi şu Kûfe’de Araplardan değil, mevalisinden olan o tek adam -Ebû Hanife- yok mu? İşte o, hepsine yeter. Öyle meseleler bilir ki onları ne Hasan-ı Basri ne İbni Sirin ne Katade ne de başkaları bilir.” Sonra yanındakilerden birine; “Bunu Ebû Hanife’nin meclisine götür. Vallahi onun en küçük talebesini görse, meşhur halkının hepsine cevap yetiştirmeye kadir olduğunu anlar.” dedi.

Oraya vardığımda Numan Bin Sabit (İmam-ı Azam) mescitte önce ezan okudu. Minareden indi ve iki rekât namaz kıldı. Etrafına talebeleri topladı. Öne geçti ve onlara namaz kıldırdı. (…) Arkasını mihraba dayadı, yüzünü cemaate döndü. Selam vererek her birinin hal ve hatırını sordu. Sıra bana gelince:

Sen yabancısın galiba, Basralı mısın?’ dedi.

- Evet, dedim.

- İsmin nedir, diye sordu.

- İsmimi ve nesebimi söyledim. Sonra künyemi sordu, künyemi de söyleyince:

- Osman el- Bettî’nin dersine devam edenlerden misin? dedi.

- Evet, dedim.

- Eğer o bana yetişseydi, kavillerinin çoğundan vazgeçerdi. Dedikten sonra;

- Önce senden başlayayım. Sen garipsin. Senin gibi fıkıh meraklılarının önceliği vardır. Soracağın meseleleri sor bakalım, dedi.

- Ben sordum o cevap verdi.

- A’meş’le aramızda geçenleri de anlattım. “Allah selamet versin. O memleketinin ismini başkasıyla yüceltmek istiyor.” dedi.

- Daha sonra ihtilaflı kader meselesini sordum.  

- Ebû Hanife: Bildiğin gibi Basralılar ile Kûfeliler kader hususunda ihtilafa düştüler. Bu mesele gayet müşkül bir iştir. Bu insanların halline takat getiremeyecekleri bir meseledir. Buna kimin gücü yeter? Bu öylesine kapalı bir meseledir ki, anahtarı kaybolmuştur. Eğer anahtarı bulunursa içinde ne olduğu bilinir. Bunu ancak Allah tarafından gelen haberci açar. Allah’ın dininde olanı o haber verir. Fakat bu devir geçti. Bizim dediğimiz iki kavil arasında orta bir kavildir. Ne Cebriyecilik ne de büsbütün işi başkasına havale etmek. (tevfiz).

Allahuteala kullarına takat getiremeyecekleri şeyi teklif, işlemedikleri suçtan dolayı da onlara ceza vermez. Bilmedikleri şeyi sormaz. Bilmedikleri hususlar hakkında münakaşaya dalmalarına razı olmaz…(IV)

Görüldüğü üzere; kadere inanmak vardır, kadercilik yoktur.

Her şeyi Allah’a havale edip, işin içinden çıkmak ne kadar sakıncalıysa her şeyi kendi aklımıza havale etmekte bir o kadar sakıncalıdır.

Yaratılmış hemen herkes, Allah’ın bildiği bizim bilmediğimiz anı ve geleceği yaşıyoruz. Akıl ve irademizle iyi ve güzel olanı tercih etmek elimizdedir. Bize yakışan da o iyi ve güzeli tercih etmektir.

---

I. Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik; Mustafa Kara, Dergâh Yayınları.
II. Ebu Hanife; Muhammed Ebu Zehra, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.124              
II. Müsned Muhtasarı -Mülteka’l-Ashab-; Ahmet Ürkmez, DİB Yay. h. No.21  
IV. Ebu Hanife; Muhammed Ebu Zehra, DİB