Cafer Tayyar DOYMAZ

DİB Hizmet İçi Eğitim ve Rehberlik Daire Başkanı

Koşar adımlarla bir çırpıda iniverdim patikadan aşağıya, Ulu Çınar’a bakan yolun başına... Dur durak bilmeden, tozu dumana katarak delice koşuyordum. Ulu Çınar’a ulaştığımda bacaklarım hâlâ yorgunluktan titriyordu. Dönüp baktım köy yoluna doğru ama havada raks eden birkaç serçecikten başka hiç kimsecikler yoktu ortalıkta...

Sırılsıklam kan ter içinde kalmışım. Bir nebze olsun susuzluğumu dindirebilmek için Ulu Çınar’ın altında akan pınarın buz gibi suyundan kana kana içtim ve ardından atlas şilteli bir yatağa sokulur gibi yemyeşil çayırlara uzanıverdim. Kalbim hâlâ yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Benliğimi kaplayan tüm ağırlıklardan sıyrılarak o koca çınarın gölgesine teslim ettim kendimi… Çınar yapraklarının arasından göz kırpan güneşin parlak ışıklarına aldırmadan, ellerimi başımın altına alıp mazinin sayfalarını çevirmeye başladım. Kur’an kursunda geçirdiğim o güzelim günler geldi aklıma… Yavaş yavaş bir sükûnet, bir sekinet kapladı tüm benliğimi… Yaz sıcağında Ulu Çınar’ın gölgesinde esen serin rüzgârı üzerime çekip gözlerimi kapattım.

Uyuyakalmışım...

Küçük bir çocuktum hocamı tanıdığımda… Sevgili babam ellerimden tutup güvenle teslim etmişti beni onun dünyasına… Hocam her sabah aynı saatte kursa gelirdi. Tüm talebeleri, üçüncü kat merdiven pervazlarının arasından onun yolunu gözlerdik. Hocamızın gölgesini görüveren nöbetçi öğrenci, merdivenleri üçer beşer atlayarak bir solukta iniverirdi aşağıya hocamızı karşılamak için... Biraz sonra sınıf kapısı açılır ve hocam, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle âdeta karda açmış bir kardelen gibi mehabet ve asaletle sınıfa girer, selam verir, yerine oturur ve hiç vakit kaybetmeden masasının etrafında halka oluşturan hafızlardan birinin Kur’an’ını önüne alarak ezberini dinlemeye başlardı. Hemen arkasından tüm sınıf aynı anda okumaya başlardı ilahi kelamı ve kocaman bir ahenk yayılırdı sınıfa... Rahlelerin üzerinde açılmış Kur’an’lar, öne arkaya, sağa sola sallanarak ilahi kelamı terennüm eden hafızlar ise ânın en güzel görüntüsünü oluştururlardı.

Hocam, bir taraftan hafızlarını dinlerken diğer taraftan akrep ile yelkovan arasındaki ezeli rekabet kendini gösterir, öğle vaktinin geldiğini okunan ezan ile fark ederdik. Hocam hiç teneffüse çıkmazdı. Öğle yemeği için yemekhanede hocalara ayrılan bölümde onu hiç görmedik. Gün boyu sadece birkaç bardak çay içer; hafızlarıyla, Kur’an’la dinlenir, rahata ererdi. Vakit ikindiye doğru ilerlerken yavaşça yerinden doğrulur, tüm sınıf onun hareketlerine göre konumlandığı için bir anda büyük bir sessizlik olur, hocamızın “Devam edin çocuklar.” hitabıyla o müthiş ahenk kaldığı yerden tekrar başlardı. Öğle namazı için abdest almaya giden hocam, namazı yine sınıfta kılar, biz de bir taraftan ezberlerimizi tekrar ederken diğer taraftan göz ucuyla namaz kılan hocamızı süzerdik. Namazın akabinde hocam hafızlarını dinlemeye devam ederdi.

Sabahın erken saatlerinde başlayan bu yoğunluk tüm gün sürerdi. Küçümsenmeyecek miktarda olan sınıf mevcudumuz onu biraz yoruyordu bunun farkındaydık fakat hocamızın refakatinde hafızlığını ikmal etsin diye ciğerparesinin elinden tutarak gelen ebeveynleri reddettiğine hiç şahit olmadık. Hatta hatırlıyorum, bir ara sınıf mevcudumuz 60-70 kişiyi bulmuştu.

Hocam öğrencileri arasında asla ayrım yapmazdı. Her daim iyiliğimizi ister, izzet ve ikbal kazanmamız için dualarını hiç esirgemez, dareyn saadetine ulaşabilmek için hafızlığın en büyük anahtar olduğunu söyler ama hafızlığı ikmal etmekle sorumluluğumuzun sona ermediğini, Kur’an ile olan irtibatımızı her gün sürekli gözden geçirmemiz gerektiğini dile getirir, yaşamımız boyunca günün bir anında Kur’an ile buluşmanın gerekliliğini her dem vurgulardı.

Konya’nın Seydişehir ilçesine bağlı küçük bir köyde dünyaya gelen İsmail Ketenci Hocam, başarıya ulaşabilmek için öncelikle çok çalışmak ve büyük emekler sarf etmek gerektiğini çok iyi biliyordu. Büyüklerinin irşadıyla ilmin merkezi konumunda olan İstanbul’a gitti. Bugün hâlen isimleri anıldığında rahmet ve minnetle yâd ettiğimiz merhum Hasan AKKUŞ başta olmak üzere farklı hocalardan istifade etti. Ardından, doğduğu şehre, Konya’ya dönerek hafız yetiştirmeye başladı. Ömrünün sonuna kadar da yaşadığı şehre ruh veren, şehrin manevi mimarları sayılan gönül erlerinin hizmet kervanına katılarak, bu kutlu yolda fedâ-i cân eyleyen Allah erleri gibi dur durak bilmeden, gece gündüz demeden ruhunu teslim edene kadar Kur’an’a hizmet etti, okudu ve okuttu.

İsmail Ketenci Hocam 85 yıllık hayatının her bir anını Kur’an ile süslemiş ulu bir çınardı. Onun en değerli hazinesi yetiştirdiği hafızları olmuştu. İlerleyen yaşına müstenid olarak bazı rahatsızlıklar yaşamaya başladığında bile hafızları aklından hiç çıkmadı. Hastanede tedavi gördüğü son yıllarında, yanına gelen hemşireye ilk suali yine hafızlarıydı. Kalkmak, doğrulmak için zorladı kendini ama başaramadı. Hemşire, ondaki telaşı sezince, “Hocam rahatsızsınız, biraz dinlenin lütfen, sizi bir müddet burada misafir edeceğiz.” dediğinde mütebessim bir çehreyle, “Kızım, hafızlık sınavlarına şurada ne kaldı. Benim çocukların başında olmam lazım, yoksa kaytarır yaramazlar.” diyecek kadar içselleştirmişti vazifesini...

Hocam vazife şuurunun, adanmışlık ruhunun en nadide örneklerindendi. Hafızlık yıllarım boyunca bir kez olsun derse gelmediğini hatırlamıyorum. Sonraki yıllarda farklı kitaplarda okuduğum merhum Nurettin TOPÇU’nun “Sınıf kapısı fetih kapısıdır.” ve yine merhum Mahmut Celalettin ÖKTEN’in “Derse gelmediğim gün cenazeme gelin.” sözleri ile anladım ki bu sözler adanmışların genel karakteriydi.

“En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” (Tirmizi, Fedailü’l Kur’an, 15.) diye tavsiyede bulunan Hz. Peygamber’in öğüdünü kendine rehber edinerek, dünyaya ve dünyalığa dair hiçbir beklenti içerisine girmeden sadece rıza-i bâriyi gözeterek ilahi kelamın dillerden gönüllere süren yolculuğunda bir nebze katkım olsun diye halisane bir kalple yarım asırdan fazla nazm-ı celîli okutma ve ezberletme sızısıyla sa’y ü gayret gösteren muhterem hocam, sevenlerini kalpleri mahzun, gözleri yaşlı bırakarak ismini yaşadığı şehre, yetiştirdiği hafızlarının kalbine altın harflerle kazıyıp dâr-ı bekaya irtihal etti.

Unutulmamalıdır ki yâd-ı cemil, Kur’an-ı Kerim’in Hz. İbrahim’in diliyle bize gösterdiği bir ufuktur. (Şuara, 26/84.) Çünkü Hakk’ın katında halkın hüsnüşehadeti de muteberdir. Bazı insanlar fenâ şarabını içip dünyadan geçseler de, sınırlı ömürleri içerisinde yaptıkları bâkî hizmetler onların sürekli güzellikle anılmalarını ve her bir hatırlanışın da kendilerine bir tür sadaka-i cariye olarak dönmesini sağlar.

Öte yandan böylesi kudve şahsiyetler, din-i mübin-i İslam'a hizmet vazifesini kuşanacak olan sonraki nesiller için de birer muharrik olurlar âdeta... Yani onlar sadece kendi zamanlarının vazifesini yapmazlar, gelecek zamanların vazifelerinin ifasında da rol almış olurlar.

Rabb’imiz, böylesi dertli insanları “ulû bakıyye” olarak tanıtır bize Hud suresinde. (Hud, 11/116.) Gayeleri sadece yaşamak değil, aynı zamanda yaşatmak olan Allah erleri, artık öyle olur ki, Kur’an’ı elden ele, dilden dile, gönülden gönüle aktaranlar silsilesinde ta’dâd edilenlerden olmak şerefiyle her daim dualara karışırlar. Onlar bizim için “İnnâ lillâh…” idrakinde bir hayatı temsil eden numune-i imtisal olurlar.

Birden bir ürperti hissettim. Bir hayli üşümüşüm. Saatler geçmiş, karanlık çökmüştü. Gözlerimi açtığımda gökyüzünü dolduran binlerce yıldız selamladı ilkin beni... Hafifçe yerimden doğruldum ve birden semada büyükçe bir yıldız kaydığını gördüm. Aklıma takıldı, kayan yıldızların yeri dolabiliyor mu acaba diye... Hocam geldi aklıma, içim burkuldu, hüzünlendim. Yetiştirdiği hafızları hatırladım, içimi bir esenlik kapladı, mahzûz oldum. Hafız olmama vesile olan hocama dualar ederek yavaş yavaş geldiğim yoldan geri döndüm. Dilimde hep aynı cümleler...

Selam olsun ömrünü Kur’an’a vakfedenlere...
Selam olsun hafız olanlara, hafız kalanlara...

                                                                                             

Editör: Mehmet Çalışkan