Onsekiz yaşında Müslüman olup ikinci Akabe Biatı’na katılan, Bedir savaşı başta olmak üzere birçok savaşta hazır bulunan, daha çok genç yaşta olmasına rağmen Resûl-i Ekrem (s.a.s) tarafından Yemen’e vali olarak gönderilen, İslam’da derin anlayış sahibi, Asr-ı Saâdet’te Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezber bilen, Resûl-i Ekrem’in kendilerinden Kur’an öğrenilmesini tavsiye ettiği dört sahâbî arasında olup aynı zamanda o dönemde fetva veren altı sahabîden biri olan ve Hz. Ömer’in, hilâfeti zamanında fıkhî meseleler için kendisine başvurulmasını tavsiye ettiği büyük sahabî Muâz b. Cebel…

Resûl-i Ekrem, bir gün elini tutar ve kendisine şöyle der:

“Ey Muâz! Vallahi ben seni seviyorum, vallahi ben seni seviyorum.” daha sonra konuşmasına şunları ekler: “Ey Muâz! Sana her namazın sonunda: “Allahım! Seni anmak, sana şükretmek ve sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!” duasını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebu Dâvud, Salât, 359)

Resûl-i Ekrem’in, Hz. Muâz’a tavsiye etmiş olduğu ve belki de Hz. Muâz’ın ömrü boyunca terk etmediği bu dua günümüz açısından büyük bir önem arz etmektedir. Şöyle ki:

Bu duada üç husus zikredilmektedir. Bunlardan ilki, Allah’ı anmaktır. Yani Allah’ı zikretmek… Her hal ve durumda, rahatlıkta ve darlıkta, nimetlere gark olduğumuz anda ve nimetlerden mahrum kaldığımızda hâsılı hayatın her alanında bütün kâinatın sahibi ve idarecisi olduğu gibi bizim bütün işlerimizin de idarecisi, bizi her halimizle terbiye eden Rabbimizi anmak… Varlığın ve yokluğun anahtarlarının O’nun elinde olduğunu bilmek ve bu şuurla yine O’ndan bu hususta yardım istemek… Yaşadığımız çağın önümüze serdiği bütün boş işlerden yüz çevirip, ebedi hayatımızı imar etme adına harekete geçmek, kısaca Allah’ı hakkıyla zikredebilmek için yine Allah’tan yardım istemek.

İkinci konu Allah’a şükretmek. Yeryüzünde var olan bütün canlılara baktığımız zaman her canlının yaratılış amacına göre bir hayat sürdüğünü ve bu amaca göre ürün ortaya koyduğunu görürüz. Aslında yaptığı bu vazife ve ortaya koyduğu ürünle kendisine yüklenen şükür vazifesini eksiksiz yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Peki ya insan? Bütün canlılar içinde aklı, iradesi, ilmi ve daha birçok yönüyle en şerefli varlık olduğu halde ona da bir şükür vazifesi yüklenmemiş midir? Bu derece kabiliyetli yaratılan insan yeryüzüne amaçsız ve gayesiz olarak mı gönderilmiştir? Elbette hayır. İnsanın şükrü, öncelikle Allah’ın kendisine yüklediği kulluk vazifesini yerine getirmesi, bu kulluk vazifesini yerine getirirken yeryüzünü bir mescid olarak imar etmesi, bütün canlıların huzur ve saadetini temin etmesidir. Çağımızın memnuniyetsizlik, hürmetsizlik, kadir kıymet bilmezlik ve daha birçok hastalığından kendisini kurtarıp her hali ve verilen her nimet için layıkıyla şükretmek…

Üçüncü konu ise Allah’a güzelce kulluk etmek. Yani Kur’an ve sünnet ekseninde istikamet üzere kulluk etmek… Yanlış yollara sapmadan, hak ile batılı birbirine karıştırmadan, İslam ümmetini önceleyip, istikametle yoluna devam etmek… Aslında hayatın her alanına şamil olan İslam ahlakını benimseyip, hayatını buna göre düzenleme gayretinde olmak… Kısacası Allah’a güzelce kulluk etmek…

Sonuç olarak dua, bir ibadettir, hatta ibadetin özüdür. Dua, insanın doğruluğa, iyiliğe, kemale doğru olan yönelimine kuvvet verir. Resûl-i Ekrem Efendimizin hayatına baktığımız zaman duanın çok büyük bir konumu olduğunu görürüz. Bu yönüyle yaşadığımız çağ açısından daha birçok duaya muhtaç olduğumuz gibi kanaatimce kulluğumuzu daha sağlam bir temele oturtup, kullukta istikameti bulmak için Peygamber Efendimizin Hz. Muâz’a öğrettiği bu duaya daha çok muhtaç durumdayız. Zira çağımızda bizi Allah’ı anmaktan, O’na hakkıyla şükretmekten ve O’na güzelce ibadet etmekten alıkoyacak birçok unsur bulunmaktadır.

Selam ve dua ile…