Rabbin Âdemoğullarından
-onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp onları
kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu:
Ben sizin rabbiniz değil miyim? "Elbette öyle!
Tanıklık ederiz" dediler. (A'râf Sûresi, 171.)

İnanma hissi ve dini duygunun insanda doğuştan gelen (fıtrî) bir özellik olduğu hemen herkesin kabul ettiği bir gerçekliktir. Korunma dürtüsü, sevgi ve bağlanma hissi, güvenme ihtiyacı nasıl fıtri ise varlığı anlamlandırma, kâinatı var edeni arama, görünen dışında ötelere/görünmeyenlere ilgi duyma durumları da insana mahsustur. Bütün tarihi izler, insanlığın geçmişten günümüze aktarılan kültür mirası da insandaki inanma meylini te’yid etmektedir. Bunun dışında insanın maddi-manevi tecrübeleri, çevresi ile çok boyutlu ilişkisi ve farklı olaylar karşısındaki hisleri gibi birbirini tamamlayan daha birçok faktör, insanın inançla ilişkisini çok üst boyutlara taşımaktadır diyebiliriz. Öyle ki geçmişten bugüne insan, inanmakla kalmamış inancı için her fedakârlığı seve seve göze almıştır. İnsanın varlığını inançla bu şekilde özdeşleştirip kendisini inançla böyle bir derinlikle anlamlandırmış olması, insanın inançla olan güçlü bağını göstermektedir. Be sebeplerdir ki insanın inanmasını basit sebeplere ya da kişisel za’fiyetlere indirgeme yaklaşımları ne geçmişte ne de bugün bilim insanları nezdinde ciddi karşılık bulamamıştır. İnsan benliğinde böylesine derin ve güçlü bağları bulunan bir gerçekliğin üstünkörü, basit ve yüzeysel izahlara mahkûm edilmesi zaten mümkün olmamıştır. 

Olanca gerçekliği ve gücüne rağmen özellikle son zamanlarda çeşitli vesilelerle önümüze getirilen, zaman zaman da bir strateji dâhilinde farklı varyantlarıyla karşımıza çıkarılan inançsızlık söylemleri, bazı hususlara dikkat çekmemizi gerekli kılmaktadır. Bunların başında inanç karşıtı söylemlerin, çoğunlukla İslam hakkında yeterli bilginin olmadığı ya da İslam’ın çarpıtılarak sunulduğu mecralarda yankılandığı gerçeği gelmektedir. Hatta bunlara İslam’ı düşmanlarından dinleyip değerlendirenlerin olduğu gerçeğini de ilginç ve önemli bir diğer ayrıntı olarak not etmek gerekir. Öte yandan İslam gerçeğinin öğrenilmesinin engellenmesi için akla ziyan çabaların olduğunu görmek özellikle İslamofobik gayretlerin en üst dereceye çıktığı bugünlerde çok daha önemlidir. Bunların dışında daha masum ve dış etkenlerden bağımsız bireysel vakalar olarak, yaşanan kimi psikotravmatik durumların uygun bir şekilde bertaraf edilemediği bireylerde dine karşı da protest bir tutumun gelişmesi durumu görülebilir. En keskin ve tehlikeli diyebileceğimiz inançsızlık söyleminin ise dünyevi çıkarlardan gücünü alan, insanın gerçeklerin üstünü bilinçli ve ısrarlı bir şekilde örttüğü ve inkâra kendini şartlandırdığı durumlardır diyebiliriz. Bunlara, devam edilmek istenen kötülüklerin ya da günahların sorumluluğundan kurtulmanın bir yolu olarak başvurulan inkâr yaklaşımlarını ekleyebiliriz. (Kıyamet, 5-6) Ancak bütün varyasyon ve türlerine rağmen yine de inanç hissi insanda bir şekilde kendini göstermekte, insanın inançtan soyutlanması gerçek anlamda hiçbir zaman mümkün olmamaktadır. Nitekim dünden bugüne inançsızlık kalıcı ve kapsamlı hale gelememiş, dinsizliğe sağlam ve tutarlı bir zemin bulunamamıştır.

Buradan hareketle insan-inanç gerçekliği ve kaynağına işaret etmek inançsızlık akımlarına da cevap olması bakımından uygun olabilir. En başta yer verdiğimiz ayet-i kerime esasında insanın inanan bir varlık olmasının kaynağını bize açıklamaktadır. Zira ayet-i kerime daha insan maddi bir varlığa kavuşmadan önce gerçekleşen bir şahitliğe dikkatlerimizi çekmektedir. Cenâb-ı Hakk ruhlar âleminde iken insana (elest bezmi) “ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sormuş, onlar da “elbette sen bizim Rabbimizsin” (“kâlû belâ”) diyerek cevap vermiştir. ( Araf, 171.)

Bu şahitliğe insan bilincine yaratıcısının kodlanması ve insanın dünya serüvenine hakka inanmaya hazır olarak gönderilmesi denilebilir. (Zemahşerî, Keşşâf, 129-130; Kur'an Yolu Tefsiri, II, 623-652) Bu şahitliğin dünyadaki izdüşümü insanın yaratıcısını ve geldiği aslı araması, dinin temel argümanlarını benliğinde bulması olmaktadır. Şu ayet-i kerime insanın yaratılışında bu gerçekliğe işaret etmesi bakımından son derece önemlidir:

“O halde (Rasülüm) sen yüzünü hanif (batıl inançlardan yüz çeviren bir müvahhid) olarak dîne, Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtrata çevir ki Allah insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah'ın yaratışında bir değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30)ᅠ

Bu yaratılış özelliğinin tabii sonucu olarak hakikate yönelen insana, Allah Teâla kendi zatı ve varlığını peygamberler, kitaplar ve mucizeler göndererek doğrudan ve tekrar hatırlatmış, insana ayrıca bir din de göndermiştir. O (c.c.) insana ilim kapılarını açarak insana bilmesi gerekenleri öğretmiş, insanı okumaya, yazmaya (Alak, 1-5; Kalem, 1) ve varlığına ayine kıldığı âlem/kâinat üzerinde incelemeye/tefekküre yönlendirmiştir. (Bakara, 164; Âl-i İmrân, 190; Fussilet, 53.) Fıtratındaki meyil yanında bu şekilde vahiy ve ilimle de teçhiz edilen insan, dünya hayatının karanlık dehlizlerine terk edilmemiş, sapkınlık yolunu değil de hidayet yolunu tercih etmesini temin edecek çok güçlü delillere kolayca ulaşabilmiştir. Bütün bunlar Allah azze ve cellenin dünyaya gönderdiği insana tarifi imkânsız rahmetinden başka bir şey değildir.

Son tahlilde dünya hayatına gönderilen insana Allah Teâlâ’yı -nitelikli bir şekilde- bulup tanımanın yollarının ardına kadar açıldığını rahatlıkla ifade edebiliriz. İnsanın yaratılırken içine/ bilincine konulan Allah bilgisi, âlemdeki diğer varlıkların zahirine yerleştirilmiş ve âlem her şeyi ile Allah’ın varlığı ve birliğinin en büyük alameti kılınmıştır. Dolayısıyla başta yer verdiğimiz ayet-i kerimede bahsedilen kâlû belâ şahitliği insana sadece teoride değil bilfiil olarak da hatırlatılmış, Cenab-ı Hakk’ın insanı zorlu dünya hayatında yalnız bırakmadığı, kendisinden mahrum etmediği net bir şekilde görülmüştür. Bundan sonra insandan istenen Rum suresi 30. ayette belirtildiği şekilde her türlü şirkten ve batıl inançlardan yüz çeviren bir muvahhid olarak aklı, duyu organları ve gönlü ile iradesini kullanması; batıl ve geçici olana değil gerçek sahibine, kendisini yaratan Allah’a yönelip samimi bir kullukla Allah’a teslim olmasıdır. Tam da burada şu ayet-i kerimeye yer vererek yazımızı sonlandırmamız uygun oalcaktır:

 “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu (şirk inançlarını) reddedip Allah'a inanırsa, hiç kopmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işiten ve bilendir.” (Bakara, 256)