Mekke-Medine denilince her mümin dikkat kesilir, ruhu incelir, kalbi hassaslaşır ve hayallere dalar. Bir an kendisini Mekke’de Kâbe’nin dibinde ve Medine’de ravzanın karşısında hayal eder. Ve sonrasında dudaklardan dökülen ilk cümleler “Mevla görmeyi nasip etsin” şeklindeki dua cümleleri olur. Bundan dolayı gücü yeten her Müslümanın ilk hedefi hacca gidebilmektir. Fakat çeşitli sebeplerle bu mümkün olmayınca umreye gitmeye yönelik bir arzu ve iştiyak oluşur.

Umre, hayatı imar, hataları tamir, amelleri ikmal etmek ve dünyanın dört bir yanından gelip Mekke’de toplanan müminlerle hemhal olmak gibi içinde birçok fırsatı barındıran bir yolculuktur. Kişi; dili, ırkı, teninin rengi, giyim-kuşamı, örf ve adetleri farklı olmasına rağmen insanların birlikte bir olan Allah’a yönelmesinin şu dünyadaki gerçek maksat olduğunu kavrar. Çünkü gerçek meziyet ve değerin ölçüsü bu sayılan farklılıklar değil, takvadır. Takva ise kalbin azığıdır. İşte umre yolculuğu, bedenlerin değil kalplerin yolculuğu olduğundan bu yolculukla kalp kıvam bulacak, kalite kazanacak, takva azığını yüklenip gelecektir. Çünkü kalbin düzelmesi bütün bedenin düzelmesi demektir. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.”( Buhârî, Îmân, 39)

İnsanoğlunun hayatını kalbi kontrol eder. Kalp takva ile beslenerek istikamet bulamazsa söz konusu hayat, iniş çıkışlarla dolu bir hal alır. Bu yönüyle hayat, nefse uyup günaha düşme ve kurtulma, içinden çıkılamaz derin saplantılara duçar olma ve sıyrılma, hırsa yenilip maddiyat peşinde koşup maneviyatı kaybetme ve yeniden toparlanmaya çalışma gibi birçok inişli çıkışlı yollar barındırır. Böyle bir atmosfere sahip olan dünyada yol alırken aciz ve noksan olan insanın sığınağı her zaman noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah olmalıdır. İnsanı nefsinin ve şeytanın elinde oyuncağa dönüştürmek için şer oklarının her taraftan akın ettiği bir zamanda tutunulması, yapışılması gereken sağlam ip, Allah’ın ipidir. İşte umre, bu sığınmanın en güçlü şekilde tecelli etmesi, istikameti ve hidayeti koruma çabasıdır. Çünkü Allah’tan başkası, insanı bu girdaptan kurtaramaz. Binâenaleyh Efendimiz (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Bütün arzu ırmakları âdemoğlunun kalbinden yol alır. Allah kalbini bütün ırmaklara kaptırmış kişiyi bunların hangisinde helâk ettiğine aldırmaz, fakat kişi Allah’a güvendi mi Allah onu arzularının keşmekeşliğinden kurtarır.” (İbn Mâce, Zühd, 14)

Kalbin yolculuğu umre ibadeti için ilk durak ihramdır. İhram ile kişi, üzerindeki bütün fani vasıfları çıkarır, dünyaya geldiği ve dünyadan fani âleme gideceği andaki gibi hiçbir şeye sahip olmadığı bilincini tekrar yaşar. Zira insan dünyaya geldiğinde sahip olduğu bir mülk, makam ve şöhreti olmaz. Dünyadaki süresi dolduktan sonra ahirete gideceği zaman da musallada sıfırlanan bütün fani vasıflarını geride bırakacaktır. Zira kişi öldüğünde kendisini takip eden üç şeyin iki geri dönecek ve biri ile ahiret yolculuğuna devam edecektir. Ailesi ve malı dünyada kalacaktır. Mümin, ameli ile ahiret yolculuğuna çıkacaktır. (bkz. Buhârî, Rikak, 42) Zira hayatın ve ölümün de yaratılış amacı hakikatte bu salih ameli kimin yapabildiğinin sınanmasıdır. (Mülk, 67/2) İşte umre yolcusu ihrama girmekle ölmeden önce ölmüş, hesaba çekilmeden önce kendisini hesaba çekmiştir. Bu muhasebenin sonunda Rabbine karşı iyi bir kul olmasını engelleyen ne kadar günah, kötü vasıf varsa hepsinden kurtulmak için ihrama girdiği mîkatı bir milat kabul etmiştir.

Kalbin yolculuğu umrede ihramdan sonraki aşama tavaftır. Namaz ve oruç gibi diğer bütün ibadetlerde olduğu gibi tavafı da Rabbimiz emrettiği için yerine getiririz. Rabbimizin emirlerinin taşıdığı hikmetlerin bir kısmını aklımızla kavrayabilsek de bir kısmını anlamayabiliriz. Bu itibarla tavafı, ihram ile başladığımız umre ibadetimizin bir rüknü olarak yerine getiririz. Tavaf ederken bir ibadetin içinde olduğumuzdan tavaf esnasında diğer müminlere zarar vermeden ve dünyalık konuşmalara dalmadan, ibadetimizin ruhuna aykırı olarak akıllı telefonlar gibi aygıtlarla meşgul olarak canlı yayınlar yapmadan her halimizin Yaratanımıza karşı canlı yayında olduğu şuurunu hissederek hatalarımız ve günahlarımız için tövbe ve istiğfarda bulunmak en doğrusudur. Ayrıca tavafla zerreden kürreye, maddenin en küçük yapısından dünya ve galaksilere varana kadar bütün mahlûkatın adeta Yüce Yaratana yaptıkları tesbihe eşlik ederiz. Kâbe’yi kalp hizamıza, solumuza alıp tavaf ederken Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in Kâbe’yi dönerek inşa ettikleri gibi biz de iman evimiz olan kalbimizi inşa ederiz. Diğer yandan savaş meydanında bir komutanın, tehlike anında önemli simaların etrafında etten duvar örülüp korunduğu gibi tavaf eden kişi de kıblegâhını bir nevi korumakta ve etrafında pervane olmaktadır.

Tavaf bittikten sonra nice olaylara şahitlik eden Safa ve Merve tepelerine doğru yöneliriz. Burada Hz. Hacer (a.s.) validemizden kalan bir olayı gerçekleştiririz. Kendisini ve oğlu İsmail’i (a.s.) İbrahim (a.s.) oraya bıraktıktan sonra oğlunu yaşatmak için sergilediği çabayı orada canlandırırız. Hz. Hacer validemiz, oğlunun hayatta kalmasını sağladıktan sonra babası gelene kadar onu en güzel şekilde yetiştirmiştir. Babası gelip de “…Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin” diye sorduğunda İsmail (a.s.) “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap” (Saffât, 37/102) diyerek tarihte bütün müminlerin örnek alacağı bir teslimiyeti ortaya koymuştur. Günümüzde de her anne aslında bir Hacer’dir. Evladının yaşaması için karnını doyurduğu, sırtını pek tuttuğu gibi kalbini de doyurarak onun şeytan ve nefis yerine Yüce Allah’a teslim olmuş bir evlat olarak yetiştirme çabası içerisindedir. Sayi de bitirdikten sonra kişi, kendisinden bir parçayı kurban etmiş olmayı remzeden saç tıraşını olarak ihramdan çıkar ve umresini tamamlamış olur.

Umre ibadeti bittikten ve ziyaretler yerine getirildikten sonra dönüş hazırlıkları başlar. Bu bağlamda hurmalar, hediyeler alınmış olur. Zemzemler de uçuştan önce her umreciye dağıtılır. Dönüşe geçince asıl üzerinde durulması gereken umre yolcusunun, bunlardan başka ne götüreceğidir. Zira namaz, camiden çıkınca; oruç ramazan bitince, umre/hac Mekke’den dönünce başlar denilmesinin hikmeti tam bu noktada ortaya çıkar. Hayatını imar, hatalarını tamir için yola çıkan kişi bu minvalde ne gibi güzel kararlar aldığının hesabını yapar. Hayatının bundan sonraki kalan kısmında ibadetlerinde daim bir kul olmanın çabası içine girer. Ravzasını ziyaret ederek salat ve selam getirdiği Efendimiz’e (s.a.s.) daha iyi bir ümmet olmanın şuurunu da alır yanına. Ayrıca dönerken Hz. Ebubekir’in şiddetli rüzgârların dahi yerinden kıpırdatamadığı sağlam dağlar gibi olan ve onu sıddık yapan imanını, Hz. Ömer’in çağlara örnek olmuş adaletini, Hz. Osman’ın Kur’an’a olan düşkünlüğü ile iffet ve hayâ timsali oluşunu, Hz. Ali’nin ilim ve cesaretini de kalbine yerleştirir.

Bir bakıma yenilenmiş olarak ülkesine dönenler, bu yolculuktan sonra daha iyi bir baba, daha iyi bir anne, daha iyi bir evlat, daha iyi bir eş, daha iyi bir komşu, daha dürüst bir tacir, daha adil bir idareci, daha şefkatli ve merhametli birer mümin olmanın bilinciyle hareket etmek için hazır hale gelmiş olurlar. Artık diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişi olma yolunda kararlıdırlar. (bkz. Tirmizî, Îmân, 12) Kendileri için yapılmasını istemedikleri şeyi başkası için de yapmamaya özen gösterirler (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59). Güvenilir, ihanet etmeyen, kalbi merhametli, üstünlüğü takvada arayan, yaratılanı Yaratandan ötürü hoş gören müşfik bir yapıya sahip olurlar. Bütün bunları yapabilmek için çelikten bir irade ortaya koymaları gerektiği bilincine ulaşırlar. Bunları yapmaları halinde hem dünyada hem de ahrette huzur bulacaklarından emindirler. Zira örnek aldıkları kişi, bütün bu vasıfları kendinde toplayan ve ümmetine öğreten Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir.