İyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, güzeli-çirkini, faydalıyı-zararlıyı anlayabilme kabiliyetini haiz olarak yaratılan insanın varlık âlemindeki temel özelliği, vahye muhatap ve bilgiye sahip olmasıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, ilk insan ve peygamber Hz. Âdem’i (a.s.) bizlere tanıtırken ona isimlerin ve eşyanın hakikatinin öğretildiğine vurgu yapmaktadır (Bakara, 2/31). Bu da açıkça göstermektedir ki insanın bireysel, toplumsal ve küresel boyutta anlam krizini aşabilmesinin ve varoluşsal bunalımlarını sekinete dönüştürebilmesinin yolu, kendisi ve evren ile ilişkisini vahyin kılavuzluğunda oluşturmasıdır. Bunun için insanın dünya ve ahiret mutluluğunu amaçlayan dinimiz İslam; iman, bilgi, ibadet ve güzel ahlak merkezli değerleri bireysel ve toplumsal zeminde hayatın her alanına taşımayı emretmektedir. Bu inancın müntesipleri olarak Müslümanlar, İslam’ın doğuşundan itibaren bir asırlık süre zarfında Afrika’dan Balkanlara, İspanya’dan Orta Asya’ya; kısaca dünyanın her yerine ulaşan ve bütün insanların huzur ve mutluluğunu temin eden büyük bir medeniyet vücuda getirmiştir. Asr-ı Saadet’ten itibaren, ulaştığı toprakları akıl, hikmet, fıkıh, felsefe ve tasavvuf ile yoğuran, dünyanın dört bir köşesine adalet, merhamet, barış, güven gibi ilke ve değerleri taşıyan İslam medeniyeti, dinimizin her daim yücelttiği bilgi üzerine bina edilmiştir.

Hicret ile Yesrib’i Medine yapan ve bir mescidin etrafında büyük bir medeniyet inşa eden ve her alanda bütün güzelliklerin öncüsü Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’an’ın ana konusu tevhit başta olmak üzere varlık, gaye, insan ve değer ekseninde İslam epistemolojisini şekillendirmiş; bilgiyi, güzel ahlakla mezcederek eğitim, hukuk, siyaset ve iktisat gibi hayatın bütün alanlarına rehber kılmıştır. Onun yolunu takip eden Müslümanlar, asırlara mührünü vuran kadim eserler, icatlar ve buluşlarla insanlığa hizmet etmişlerdir. Haddi zatında İslami ilimlerin nihai amacı da insanın kendisi, çevresi, eşya, tabiat, kâinat ve son raddede Cenâb-ı Hak’la olumlu ilişkiler kurmasını temin etmektir. Nitekim bilgiye vurgu yapan ayet ve hadisler, nihayetinde insanın Rabbi ve varlık dünyası ile ilişkilerini ibadet anlayışı, kulluk bilinci, sorumluluk duygusu ve güzel ahlak ekseninde kılavuzlamaktadır. Dolayısıyla Müslümanlar, ilmin bizatihi kendisini muhterem kabul ederek onu sosyal gerçekliklerden koparmadan, yaşadıkları dönemin meselelerini çözecek bir yaklaşımla ele almışlardır. Ayrıca büyük bir özgüven ve hakikat bilinciyle insanlığın kadim birikimiyle yüzleşmekten çekinmemişler; Roma, Fars, Hint vb. havzalarla karşılaşmaktan kaçınmamışlar, diğer kültürlerin meydan okumalarının üstesinden gelmişler hatta kadim birikimi vahiy potasında eriterek içselleştirmişlerdir. Diğer taraftan, hayati bir bakış açısı olarak Müslümanlar, bilgiyi salt bilim ya da tabiata egemen olmak, onu denetim altına alıp tüketmek, insanlığı fesada götürecek öldürücü bir teknoloji ile güç devşirmek için değil, insanlığın huzuru için kullanmışlardır.

Dinin taakkul, tezekkür, tefekkür, tedebbür ufkuyla köklü disiplinler ve kurucu metinler ortaya koyan Müslümanlar, Endülüs’ten Maveraünnehir havzasına ilahiyat, fizik, kimya, tıp, felsefe, astronomi, matematik, cebir gibi ilmin bütün alanlarında 7. yüzyıldan Rönesans’a kadar yaklaşık yedi asır boyunca insanlığın öncüsü ve dünyanın aydınlık yüzü olmuşlardır. Bu bakımdan vahyin izinde vücut bulan İslam medeniyeti; fizik ile metafiziği, bilgi ile hikmeti buluşturarak insanı dünyada salaha, ahirette felaha sevk eden bütüncül ve kuşatıcı bir perspektifi tahkim etmiştir.

Buna mukabil, 19. yüzyıldan itibaren Batı merkezli olarak öne çıkan, insanı, evreni ve varlığı anlamlandırma noktasında Yaratıcıyı öteleyen mekanik, marazi ve paradoksal bir yaklaşım benimsenmiş ve bu bakış az ya da çok dünyanın tüm bölgelerini etkilemiştir. Bugünkü gelinen noktada, bilgi ve felsefenin oldukça öne çıkmasına rağmen dünyanın bireysel, toplumsal ve küresel anlamda tarihin en büyük krizleri ile karşı karşıya kalmasında Batı merkezli gelişen bu bilim anlayışının önemli bir etkendir.

Söz konusu yaklaşımın aksine yüce dinimiz İslam’da, din ile bilim arasında bir çatışma düşünülemeyeceği gibi bir ayrışma da söz konusu değildir. Bu meyanda, İslam tarihinin hiçbir döneminde bilginin bugünkü manada İslami olan/olmayan şeklindeki bir tasnife tabi tutulmadığını ifade etmek gerekir. Nitekim İslam bilim tarihinde, İbn-i Sina gibi hem dinî hem de tecrübi ilimlerde zirve pek çok âlim vardır. Bu da günümüzde zaman zaman bütünü görmeye mani olan branşlaşmanın ötesinde interdisipliner bir yaklaşımın varlığını ortaya koymaktadır. Zira günümüzde insanlığın sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel alanda yaşadığı bireysel ve küresel krizlerin tümünün İslam’ı ve Müslümanları doğrudan ilgilendirdiği göz önüne alındığında, hayata dokunan bu doğru metodolojinin haklılığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla, İslam’ın bilgiye külli bakış açısı neticesinde yerleşik hale gelen insan, çevre ve evren tasavvurunun ihmal edilmesi hâlinde teknoloji, bilim, ekonomi, hukuk gibi alanlarda yeni sorunların ortaya çıkacağı açıktır.

Bu noktadan hareketle ifade edelim ki bugün, oldukça zor dönemler yaşayan İslam dünyası da bilgiyi ihmal etmenin bedelini ödemektedir. Dolayısıyla Müslümanların bugün, özellikle son iki asırdır yaşanan değişimler içinde bütün boyutlarıyla bilgi ve ilim dünyası ile kurdukları iletişim ve etkileşimin şekli, metodu ve niteliği hususunda kapsamlı bir muhasebe yapmaları önem arz etmektedir. Zira Müslümanlar olarak son yüzyılda hayata gecikmişliği telafi ederek daha iyi bir gelecek inşa etmenin yegâne yolu bilgiye sahip olmaktır. Bunun için büyük bir gayret ve özveri ile çalışmak ise her müminin Allah’a karşı kulluk görevi, daha iyi bir gelecek adına insanlık vazifesidir.