İnsanın sahip olduğu en büyük nimet nedir diye sorulacak olsa bunun cevabı hiç şüphesiz “İMAN” olacaktır. Zira “iman”, ebedi kurtuluşun yegâne yolu olup cennetin kapısını açacak tek anahtardır. Belki hazır bulduğumuz, belki de eyleme dönüştüremediğimiz için olsa gerek sahip olduğumuz bu nimetin farkında olamıyoruz çoğu kez. Bundan dolayıdır ki, iman duygusunun verdiği emin, emân, emanet ve emniyet kavramlarının hayatımızda bir aksülameli ve izdüşümü olmadığını müşahede ediyoruz.

Bir kimseye veya düşmana can ve mal güvenliği sağlamak anlamına gelen EMÂN, bir zamanlar İslam yurdu için kullanılan bir kavramdı. Dâru’l-emân denildiği zaman Müslümanların yaşadığı yerler akla gelirdi. Zira İslam topraklarına savaş ve fitne kastı olmaksızın girenlerin can ve mal güvenliği daima hem devletin hem de Müslüman fertlerin garantisi altında olurdu. Ama gelin görün ki, emân yurdu olan İslam diyarında bırakın gayr-i müslimleri Müslümanlara bile emân verilmediği bir dönemi yaşıyoruz.

Yine iman eden kişinin “EMİN” vasfına sahip olup EMANET’e hıyanet etmemesi gerekirken biz, bize emanet edilen pek çok şeye hıyanet eder bir duruma geldik. Eşlerimiz bize emanetti, gözetip kollamak yerine haklarını ihlal ettik; çocuklarımız bize emanetti, onlara rehberlik etmek yerine başıboş bırakıp ihmal ettik; komşularımız bize emanetti, ikram etmek yerine kapılarımızı yüzlerine kapattık; dünya bize emanetti, imar ve ıslah etmek yerine ifsat ettik; biz bize emanettik, birbirimizi gözetip kollamak yerine dışladık, ötekileştirdik, tekfir ettik... 

Aynı şekilde, Peygamberimiz tarafından, başkalarının elinden ve dilinden emin olduğu, insanların canları ve malları hususunda güvendikleri  kimse olarak tarif edilen biz müminler (Buhari, İman, 3), İslam’ın beş temel maksadı (zarurat-ı hamse) olan can, din, nesil, akıl ve mal EMNİYET’ini sağlama noktasında da gereken hassasiyeti ne yazık ki gösteremedik. Emniyet altına alınıp korunması gereken bu esasların her birinde hangi noktalara geldiğimiz ortada olmakla birlikte 1400 küsur yıllık geleneğimizde görülen toleranstan gitgide uzaklaştığımız için din emniyeti hususuna özellikle değinmek istiyorum.

Muhammed b. Abdülvehhab’ın öncülüğünü yaptığı ve son yüzyılda iyice yaygınlaşmaya başlayan Yeni Selefîlik (Neo-selefilik) akımı, birtakım radikal oluşumları da beraberinde getirmiştir. İslam’ı, irfan ve hikmetten yoksun bir şekilde parçacı bir okumaya tabi tutan bu oluşumlar “tevhit”, “cihat”, “şirk”, “tağut” gibi bazı kavramları özellikle de Müslüman kardeşlerine karşı bir silah olarak kullanmışlar; daha düne kadar aynı safta namaz kıldığı Müslüman kardeşine “kâfir”, “müşrik” demek gibi büyük bir cüretkârlık (!) göstermişlerdir. Zihnini ve gönlünü bu oluşumlara kaptıran bazı gençler, putperest babasına bile “babacığım” (Meryem, 19/42) diye hitap eden Hz. İbrahim’in milletinden olduklarını unutmuşlar ve tekfir etmekte tereddüt etmedikleri babalarına her türlü saygısızlığı mubah görmüşler; Müslüman saymadıkları için anneleri tarafından pişirilen yemekleri yemez hale gelmişlerdir. Hz. Ali’yi bile tekfir etmekte beis görmeyen Haricilerin devamı diyebileceğimiz bu Neo-harici zihniyetin gözden kaçırdıkları en önemli husus şudur; 

Kimin mümin, kimin kâfir olduğunun listesi/bilgisi Allah’ın elindedir (ilminde ve yed-i kudretindedir). O listeye erişip birilerini eklemek hiçbir kişi ve kurumun gücü ve kudretinde olmadığı gibi o listeden birilerini çıkarmak da aynı şekilde kimsenin haddi ve yetkisinde değildir. Nitekim Asr-ı Saadet’te, savaştayken “Lâ ilahe illallah” diyen birini öldürdüğü için Hz. Peygamber’in (s.a.s) azarlayarak ve öfkeli bakışlarla Üsame’ye “Açıp da kalbine baktın mı?” sözleri (Müslim, İman, 158-160), bugün hala bizim de kulaklarımızda çınlamaktadır. Yine Medine’de pek çok münafık olmasına ve bunların Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından bilinmesine rağmen Peygamberimiz, bir kez bile onlardan birine “sen müşriksin”, “sen kâfirsin” dememiştir. İşte İslam’ın ana yolu olarak nitelediğimiz Ehl-i Sünnet’in “Ehl-i kıble tekfir edilemez” ilkesinin bu noktada nebevî metoda daha uygun olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Akaid kitaplarımızda “şunu yapan kâfir olur”, “bunu diyen dinden çıkar” şeklindeki ifadeler de aslında, başkalarının iman bekçiliğine soyunup sözleri veya davranışları nedeniyle insanları tekfir etmek için değil, aksine kişilerin bizzat kendilerine çeki düzen vermeleri, iman nimetini “cepte keklik” olarak görmemeleri için yazılmış birer uyarıcı cümle olarak anlamak daha doğru olacaktır.

Bu noktada Hz. Peygamber’in şu hadisini, gönlümüze nakış nakış, zihnimize ilmek ilmek işlemek son derece önemlidir;

“Bir kimse Müslüman kardeşine ‘kâfir’ derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer dediği hal onda varsa ne âlâ; ama o adam dediği gibi değilse, bu söz kendisine geri döner.” (Müslim, İman, 60)
Esasında bu hadis bize, “Başkalarının imanını sorgulamaya kalkma! Yalandan da olsa, korkudan da olsa ‘müminim/müslümanım’ diyen birine sakın ha ‘kâfir’ deme! Başkasının imanına ta‘n etmenin (kusur bulmanın) senin imanını kusurlu hale getireceğini unutma!” mesajlarını vermektedir.

Öyleyse, başkalarını ilahî iman listesinden çıkartma cüretkârlığını göstermek yerine, kendi imanımızı sağlamlaştırarak ve ahlakımızı güzelleştirerek bir yaşam sürmeye; kâlimizle (sözümüzle) değil halimizle (yaşantımızla) insanlara örnek olmaya gayret edelim. Ayrıca, herkesle yumuşak bir dil ve uzlaşmacı bir üslupla iletişim kuran Hz. Peygamber’in bir ümmeti olarak bizler, yanlış söz ve davranışları olan kişileri tekfir ederek düzeltemeyeceğimizi, kendimizden ve dinimizden daha da uzaklaştıracağımızı bilmemiz gerekir.