Kasıtlı olarak uzunca bir süre film, dizi vb. platformlarda insanların gözünde itici, beceriksiz vd. onur kırıcı birtakım sıfatlar taşıyan bir karakter gibi gösterilmeye çalışılmasına “rağmen” toplum nezdinde en saygı duyulan kesim kimlerdir denildiğinde, hiç şüphesiz akla ilk gelen “din görevlileri”dir. Söz konusu itibar, din görevlilerimizin fiziki/zahiri özelliklerinden öte, bulundukları makamdan kaynaklanmaktadır. Zira bu itibarın dayandığı yer, dünya ve ahiret saadetini elde etmede insanların rehberi olan Hz. Peygambere (s.a.s.) vârisliktir (bkz. Buhari, İlim, 10,). Diğer taraftan, cennete giden yolda kılavuzluk etmek, din görevlilerinin omuzlarındadır. Yük ağır, sorumluluk büyük olduğu gibi, nimet-külfet dengesi fehvasınca ahiretteki kazanç da bu ölçüde büyük olacaktır. Bu çerçevede din görevlileri, zikri geçen dengeyi hayatlarının merkezine yerleştirdiklerinden, imkânsızlıklar döneminde dahi din hizmetini sürdürmekten geri durmamışlar; kendileri yemeyip öğrencilerine yedirmişler, un çuvallarını sırtlarında taşımışlar, evlatlarının rızkından kısıp öğrencilerine ikram etmişler, kapı kapı dolaşıp din hizmetinin dertlisi nice gençler ve nesiller yetişirmişlerdir.

Bütün bu çabaları ortaya koyan emektar hocalarımızın çoğunun dilinden şu cümle çok kere duyulmuş ve nakledilmiştir: İmamlık, camiden çıkınca başlar. Bu anlayıştan ötürü caminin cümle kapısından dışarıya adım atıldıktan sonra her bir adıma, bakışa, söze ve fiile dikkat etmek son derece elzem hale gelmektedir. Çünkü cami dışında daima “temsil” durumu söz konusudur. Bu meyanda din görevlisi, toplumun mihenk taşı olduğundan dolayı çoğu insan, onun söz ve fiillerine bakıp kendi fillerini onunla kıyaslayarak bir tatbikat; zaman zaman da kendi yanlış tutumuna referans arama alışkanlığına sahiptir. Durum böyle olunca imam, sıradan insanlara göre daha fazla takip edilmekte ve neyi, nasıl yaptığına bakılmaktadır. Halkımız kendi içinde bu durumu deyimleştirip; “İmamın sarığı beyazdır, leke götürmez” diyerek bir manada bu doğrultudaki beklentisinin ne denli büyük olduğunu dile getirmiştir. Öte yandan, halkımızın hatırı sayılır bir kısmınca asla hata yapmayan “melek” beklentisi, -bir dereceye kadar kabul edilebilir olsa da- din görevlilerinin de insan olup yanlıştan hâli olamayacağı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Burada toplum nezdinde söz konusu durumla ilgili yerleşik yanlış bir algıya da temas etmek isabetli olacaktır. Nitekim bir din görevlisi bir hata yaptığında, bütün görevlilerini aynı hatanın faili olarak görmek, ciddi bir ahlak problemini müzakere etmeyi zorunlu kılmaktadır. Zira yeryüzünde ne kadar şer/kötü fiil işleniyorsa, hepsi sınırlı bir varlık olan insan kaynaklıdır. Bu durumdan yola çıkarak, “bütün insanlar kötüdür” hükmüne ulaşmak gibi, sözü geçen anlayış da asla aklî bir çıkarım değildir.

Diğer yandan, din görevlilerinin insanlara örneklikleri ve rehberlikleri esnasında calibi dikkat bir denklem ya da kısır döngü mevcuttur. Bu bağlamda bazılarının, din görevlisinin nasıl olması gerektiği ile ilgili hararetli ve tafsilatlı konuşmalar yapmasına rağmen, görevlilerin anlattığı gibi bir profil ortaya koyma konusunda aynı kudreti göster(e)memeleri manidardır. Bu bağlamda, ihtilaflı mevzuları bir kenara bırakacak olursak, maalesef Allah hakkının doğrudan tebarüz ettiği ve kırmızıçizgi sayılabilecek konularda inanç ve pratik uyuşmazlığı söz konusudur. Bu noktada, sözü edilen çelişkiyi kendimizin dışındaki bir başkasına fatura etmek, esasen insanın kendisini kandırma çabasından başka bir şey değildir.

Bu itibarla, dareyn saadetinin rehberi olan din görevlileri, her daim kendilerini yenileyerek, bilgi ve görgü açısından günlerini birbirine eşit kılmadan çalışıp çabalayarak cennet rehberliği esnasında ellerinde tuttukları ilim kandilini beslemeleri ve bu kandili amel fanusuyla korumaları gerektiği noktasında her zamankinden daha bilinçliler. Bu şuur ve bilinç, bizleri gelecek adına daha ümitli hale getirmektedir.