Malum olduğu üzere Hz. Peygamber kalın bir kamıştan örülme hasırın üzerinde yatardı. Öyle ki, üzerinde gecelediği zaman hasırın çukurları vücudunda izler bırakırdı. Onun bu halini bilen komşularından Medineli bir kadın, Efendimiz (a.s)’a bir hediye sunmak istedi. Hurma liflerinden doldurmuş olduğu bir döşeği getirip Hz. Peygamber’in evine bırakıverdi.

Resulallah Efendimiz o saatte evde bulunmuyordu, hanımı Hz. Aişe Validemiz (r.a)’e: “Bunu ben Resulallah Efendimiz (a.s) için kendi imkânlarımla hazırladım, getirdim. Onun hasır üzerinde yatıp uyuduğunu duydum. Buna gönlüm razı olmadı. Bu nedenle ona bir hediye sunmak istedim” dedi.

Hz. Aişe Validemiz, bu iyi niyetli komşu kadının hediyesini reddetmedi. Hz. Peygamber’in her zaman yatıverdiği hasırın üzerine komşu kadının getirdiği döşeği serdi. Akşam olunca, Resulallah (s.a.v.) eve geldi, her zaman yattığı hasırın üzerindeki döşeği görünce şaşkınlıkla sordu:

“Bu nedir yâ Âişe?”

Hz. Âişe validemiz:

“Yâ Resulallah! Bunu Medine’nin hanımefendilerinden birisi sizin için kendi imkânlarıyla hazırlamış. Size hediye etmek için getirdi. Ben de rahat edesiniz diye onu sizin hasırın üzerine serdim” dedi.

Resulallah (s.a.v.); “Yâ Aişe, bunu hemen topla ve sahibine iade et. Vallahi ben isteseydim, Allah sağımda ve solumda altından ve gümüşten dağlar yaratırdı. Ama ben bütün bunları istemiyorum”dedi. Benim bu tercihim, gönüllü bir tercihtir. Ben ebedî olana, bitmeyene, sonsuz ve kalıcı olana yatırım yapıyorum” der gibi bu sözleriyle Peygamber Efendimiz(a.s)

Elbette ki evlerimizdeki mevcut eşyalarımızı, mobilyalarımızı, kıyafetlerimizi tasfiye ve tahliye edip kuru evlerde, hasırların üzerinde yatmalıyız demiyoruz. O îmani olgunluğa erişmek elbette zordur lâkin bu bilinç, bu hassasiyet, bu inançla yaşamak; ve en azından o ruhu sinelerimizde taşımamız gerek.

Günümüz şartlarında, başkaları tarafından kınanma, ayıplanma endişesi varken, “aman ne derler, nasıl karşılarlar” korkuları varken elbette bu olgunluğa ulaşmak zordur. Ancak, hayatımızın her anında ve alanında işlerimizi güzel yapmakla, çalışmakla, üretmekle, ümmetin kendi ayakları üzerinde alnı ak, başı dik olarak durmasını sağlamak için gayret etmekle beraber; şahsî zevklerimiz, beklentilerimiz için değil, ebedî mutluluğumuz, cennet ve cemâlullâh için hazırlık yapma bilinç ve düşüncesini kaybetmemek gerekir.

Rabbimizin;

“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 42/20) ve;

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.” (İsrâ, 17/18) hitabındaki acı akıbete maruz kalmamak için kendimize çeki-düzen vermeli, bu bilinç ve hassasiyetle hareket etmeliyiz.

Niyazımız, Cenab-ı Hakk’ın bizi dünyevileşmeden dünyayı yaşayan, ahiret saadetini tehlikeye atacak davranışlardan uzak duran kullarının arasına dahil etmesidir.