“Cebrail, var haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Düştü Hüseyin atından, Sahra-yı Kerbela’ya”

Kazım Paşa

Tarih, destanlar kadar gönüllere düşen ağıtları da yazar. Bu yüzden kalemin de zorlandığı zamanlar olur. Acının, hüznün, gözyaşının tarifini yüklenemez bazen kelimeler. Hele ki, Ehlibeyt’in masum, tertemiz isimleriyse bahsedeceğiniz…

Gönle ulaşmış ortak bir ağıtı satırlara sermek kolay değildir. “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever” (Tirmizî, Menâkıb, 31) diyen Resûl’ün, o masum kuzusuna reva görülen vahşeti anlatmak hiç de kolay değil. Hangi söz, “Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır” (Tirmizî, Menâkıb, 31) diyen rahmet elçisi bir dedenin torununa saplanan 33 ok, 34 kılıç darbesini izah edebilir? Hangi vicdan, peygamber tarafından öpüp koklanan bir başı gövdesinden ayırabilir?

Fitnenin, fesadın, iktidar hırsının, cehaletin, basiretleri nasıl bağladığının, vicdanları nasıl kör ettiğinin, vahşete nasıl kapı araladığının resmidir Kerbela. İyiyle kötünün, zalimle mazlumun mücadelesidir. Zihinlerden silinmeyen bir yaranın, tertemiz gönüllerin ziyana uğradığı yerin adıdır.

Editör: Mehmet Çalışkan