Yaşadığımız hayatı ve evreni fizik ve metafizik boyutuyla anlamlandıran yüce dinimiz İslam; inanç, bilgi ve ahlakla bezenmiş huzurlu bir hayatı tesis eden ve insanlığa ebedî kurtuluşu gösteren ilahi bir nizamdır. Temel inanç esasları, ibadet ve ahlak umdeleriyle hayata hakikat penceresinden bakmayı öğreten dinimiz, saygın ve üstün vasıflarla donatılmakla birlikte, aynı zamanda çeşitli zaaflarla yüklü bir varlık olarak dünyaya gelen insanın, düşünce ve aksiyon planında zaaf ve sapmalara yenilmeden kulluk yolculuğuna devam edebilmesi için yolunu ve ufunu aydınlatmaktadır.

Diğer taraftan ilahî inayet, rahmet ve ebedî mutluluk kaynağı olarak insanlığa gönderilen İslam, insanın selim fıtrat ve akılla sahip olduğu mükerrem konumunu destekleyen, temellendirip koruyan üstün ahlaki ilkeleri ihtiva etmektedir. Dolayısıyla din, hayatın bütününü ve nihai anlamını öğrettiği gibi dünya ile ahiretin, zihin ile gönlün muvazenesini kurmamızı da sağlamaktadır. Bu yönüyle, can taşıyan her varlığa merhameti, Yüce Allah’a mutlak teslimiyet ve itaati merkeze alan dinimiz; insan, eşya, tabiat ve kâinatla ilişkilerimizi ideal seviyede tanzim ederek dünya ve ukba saadetinin yolunu bizlere göstermiştir. Nitekim İslam’ın hayat bilgisini bizlere öğreten yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in; “Gerçekten bu Kur’an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan müminler için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsra, 17/9.) ayeti, bu hususu açıkça beyan etmektedir.

Rububiyet ve ubudiyetin en yalın tezahürü olan tevhit akidesiyle, bütün insanlığa sunduğu rahmet iklimiyle, her türlü eylemi zarafetle tezyin eden üstün ahlak ilkeleriyle bizlere ufuk çizip yön tayin eden vahyin, doğru anlaşılıp en güzel şekilde yaşanan bir hayata dönüşmesinde şüphesiz en önemli husus peygamberlerin varlığı, örnekliği ve mücadelesidir. Bu boyuta işaret eden; “Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151.) ayeti söz konusu hususu teyit etmektedir. Dolayısıyla peygamberlik makamının, insanlığı hayra yönlendirip rehberlik eden, toplumsal hayatı vahyin ilkeleriyle düzenleyip dinamikleştiren, insanın tutum ve davranışlarını yaratıcının muradıyla buluşturan bir müessese olduğunu ifade etmek izahtan varestedir. Bu noktada, yaktığı meşaleyle anlam dünyamızı aydınlatan Kur’an’ın; “Andolsun, Allah’ın Rasülünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21.) şeklinde tebcil ettiği Rasul-i Ekrem (s.a.s.), bütün peygamberlerin tebliğinde yer alan ortak hakikatleri kıyamete kadar baki kalacak şekilde yeryüzüne beyan eden, onlarla bir hayat ve medeniyet inşa eden son elçidir. Zira Allah Rasulü, cehalet ve zulmün hâkim olduğu, merhamet, erdem ve hikmetin kaybolduğu, güçlünün zayıfı ezdiği bir toplumu; ilmin, adaletin ve şefkatin aydınlığında asrısaadete dönüştürmüştür.

Bütün güzelliklerin ve ahlaki erdemlerin en büyük ve en güzel temsilcisi olan Hz. Peygamber, şehirlerin anası Mekke’den Medine’ye hicret ederek Yesrib’i medenileştiren bir devrime imza atmış ve bu milat; bilgi, hikmet ve marifet yurdunda doğup iman ve ahlakla neşvünema bu lan kadim medeniyetimizi şekillendirmiştir. Bu meyanda, hicret sonrası ilk iş olarak Allah Rasulü’nün Medine’ye varır varmaz bir mescit inşa ettirmesi, oraya İslam’ın mührünün vurulması açısından çok önemli bir gelişmedir. Zira mescit/cami, mümin bilincini inşa etmek, gönülleri imar etmek, zihinleri beslemek, birlik-beraberlik ve kardeşliği pekiştirip sevgi ve dayanışma bağı kurmak, imanın ve İslam’ın toplumsal boyutlarını geliştirmek için muazzam bir imkândır. Dolayısıyla insan kalabalıklarını nitelikli birer topluluk hâline dönüştürecek, kardeşlik iklimini tam manasıyla derinden yaşatarak iman kardeşliğinin her şeyden üstün olduğunu ihsas ettirecek biricik mekânın camiler olduğunu ifade etmek gerekir. Bu bağlamda kadim kültürümüzde “hademe-i hayrat” olarak karşılık bulan, yeryüzünde bütün iyi ve hayırlı işlere öncülük ederek zaman ve mekânı aşan bir anlayışı kuşanan gönül doktorlarının numune-i imtisalinin Hz. Peygamber olduğu açık bir hakikattir.

Bu noktadan hareketle ifade edelim ki, kapitalizmin küresel bir etkiyle hayatı bütün yönleriyle kuşattığı; maddiyat düşkünlüğü, güç ve çıkar tutkusu, tüketim iştahı ve aşırı dünyevileşmeyle bütün insanlığın madde ve mana boyutunda ciddi savrulmalara maruz kaldığı günümüz dünyasında, günden güne yalnızlaşan insanın iman ekseninde sosyalleşmesine vesile olacak en güzel ve müstesna mekân camilerdir. Zira cami; bizleri imana, tevhide, hakka, hakikate, adalete, ahlak ve fazilete çağırıp kötülük ve cehaletten uzaklaştıran Cenab-ı Hakk’ın katına sığınılan bir hicret; hayatın merkezindeki bir ilim ve hikmet beşiğidir. Bu güzide mekânı anlamlı kılan en önemli unsur ise “hademe-i hayrat” olan, peygamberlerin yürüdükleri yolu adım adım takip eden din görevlileridir.

Zira dinin fert ve toplum hayatında makes bulmasında, bireysel, toplumsal ve evrensel düzeyde, bugünün ve yarının hak-hakikat, adalet ve merhamet ekseninde inşa edilmesinde, en önemli etkenlerden birisi, sorumluluk bilinciyle, ilim ve irfan donanımıyla, gayret ve hizmet şuuruyla, ahlak ve faziletiyle, yaşadıkları çağa rehberlik eden öncü şahsiyetlerdir. Bu çerçevede, kendini sözü edilen asil hayatın inşasına ve soylu gayenin ihyasına adayan önemli kadrolardan biri de, geçmişten günümüze, görevlerini ulvi bir heyecanla ve ibadet bilinciyle yerine getiren din görevlileridir. Zira asli sorumluluğu itibarıyla din görevlisi, birtakım dinî görevlerin ötesinde, yüklendiği ulvi vazifenin gereği olarak, bütün dinî değerlerin bilinmesi, erdemlerin yaşanması, güzelliklerin paylaşılması, bilgi ve ahlak merkezli bir dindarlığın benimsenmesi için çalışmayı hayatın gayesi edinmektedir.

Bunun için de her şeyden önce ihlas, samimiyet, fedakârlık ve hasbiliği kuşanarak yaşadığı toplumun gerçekliklerinin farkında, çağını doğru okuyan, nebevî bir vazife olan yeryüzünün imar ve ıslahı için çalışmayı şiar edinen, güzel ahlakı hayatı ve davranışlarıyla izah eden ve gösteren, sorumluluk ve imkânlarının farkında olan bir anlayışı benimsemek elzemdir. Zira ulu hocalarımız da bu yaklaşımı merkeze alarak milletimizin varlığını ve bekasını yüce dinimiz İslam’a hizmet olarak anlamlandırmış, şeair-i İslamiyye’nin bu topraklarda asla kaybolmaması için büyük gayret göstermiş ve âdeta ömrünü dine ve millete adamıştır. Bugün gelinen noktada da aynı ulvi gayeyi üstlenerek aziz milletimizin dinî ve manevi hayatına hizmet eden hademe-i hayratın, hâl ve istikbale dönük çalışmalarıyla bahse konu boyutta toplumumuzda karşılık bulduğunu görmek, fevkalade şükrü mucip bir husustur.

Bu vesileyle, camilerimizin mihrabından, minberinden, kürsüsünden, minaresinden, Kur’an kurslarından yükselen sesinin “Camiler ve Din Görevlileri Haftası”nı tebrik ediyor, ahirete irtihal eden hademe-i hayrata Yüce Allah’tan rahmet diliyor; hayatta olanlara sıhhat ve afiyet içerisinde daha nice hizmetler nasip etmesini niyaz ediyorum.