Cizre’yi Süsleyen Yıldızlar

Cizre... Tufandan sonra Nuh’un gemisinin üzerinde oturduğu bildirilen Cûdî dağının eteklerinde, Dicle nehrinin kenarında Hz. Nuh’u misafir eden, ilim ve irfan geleneğinin menbâı bir şehir. Yıldızların henüz yerlerini aldığı akşam vaktinde ulaştığım şehir, daha hiçbir yerini gezip görmediğim halde, şu ana kadar neden gelmemişim diye hayıflanmama sebep oldu bir anda. Bu kısa hayıflanmadan sonra, zihnimde merak uyandıran bu şehri yakından tanıyayım düşüncesiyle kısa bir araştırma yaptım. Bakın neler çıktı karşıma:

Yazarın Kendi Sesinden Dinle

Tufandan sonra kurulduğu bilinen Cizre, 639 yılında Hz. Ömer zamanında İyâz b. Ganm komutasındaki ordu ile savaşmadan mektupla teslim olarak İslam yurdu olmuştur. Şehrin merkezinde bulunan kilise fethin sembolü olarak camiye (Ulu Cami) çevrilmiş ve aynı zamanda üniversite olarak hizmet vermiştir. Mutasavvıf ve şair Molla Cezerî’nin kabrinin içinde bulunduğu, 14. yüzyılda yapılan Kırmızı Medrese, bir diğer ilim merkezi olarak şehri süslemektedir. Daha birçok tarihî ve kültürel mirasa sahip olan Cizre’yi ilk fırsatta gelip görmeniz gönül dünyanızda eşsiz güzelliklerin yeşermesine vesile olacaktır.

Cizre’yi tanımaya devam edelim…

“Kudüs’ü, Haçlılardan kurtarmadan gülmek bize haram olur” diyen Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin torunlarının yaşadığı şehirde özellikle son 5 yılda sakinlerinin çokça rağbet ettiği Kur’an kurslarında, onlarca kız ve erkek öğrencinin hafızlık eğitimlerini tamamlayarak icazet törenleri düzenlendiğini öğrendiğimde heyecanlandım. Cizre Müftülüğüne bağlı hizmet veren Hz. Hatice Yatılı Kız Kur’an Kursu, Ashab-ı Suffe Yatılı Erkek Kur’an Kursu ve diğerlerini içine alan El-Cezerî Kur’an Kurslarında, örgün eğitimle birlikte hafızlık programının başarılı bir şekilde uygulandığını müşahede etmek bizlerin yarınlara dair umutlarını artırdı. 350’si kız öğrenci olmak üzere yaklaşık 1000 öğrencinin eğitim gördüğü kurslarda Arapça dil eğitimi ve medrese ilimlerinin yanı sıra tecvid ve kıraat ilimlerinin de alanında yetkin hocalar marifetiyle okutuluyor olması, yakın zamanda el-Cezerî nisbesini taşıyan alimlerin yetişeceğinin bir alametiydi sanki.

Kurslarda eğitim gören öğrencilerden birisi, “Ben hafız öğretmen olmak istiyorum.”, bir diğeri “Hafız bir doktor…”, bir diğeri “Hafız bir yazar…”, bir diğeri “Hafız bir ressam olmak istiyorum.” diyerek rüyalarını süsleyen meslekleri sıralıyordu. Bu cümleler alametin ta kendisi değil miydi?

“El-Cezerî nisbesini taşıyan alimler” demişken iki alimi anmadan geçmemeli.

İlki…

Leonardo da Vinci’den çok önce konik vanalara, İngiltere’de su saatiyle ilgili bir aletin patentinin alındığı 1784’ten yüz yıllar önce su saatlerine, “Kitâb fî Maʿrifeti’l-ḥiyeli’l-Hendesiyye” adıyla meşhur eserinde detaylı bir şekilde yer veren; sibernetik alanın en büyük dahisi kabul edilen, fizikçi, robot ve matriks ustası 12-13. yüzyıllarda yaşamış bir alim Ebü'l-İzz İsmâîl el-Cezerî…

Bir diğeri de…

Kıraat ilminde 16, hadis ilminde 15, siyer ilminde 4, tarih alanında 5 ve diğer alanlara dair 7 eser olmak üzere toplam 47 eser telif eden İbnü’l-Cezerî (ö. 833/1429).

1187 yılında Kudüs’ü haçlıların esaretinden kurtaran Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin torunları, ilim ve irfan yolunda kendilerini geliştirerek Cizre’yi süsleyen yıldızlar olma yolunda emin adımlarla ilerlemekte.

İman kardeşliğinin tadını almış Mus’ab b. Umeyr, Abdullah b. Mes’ud gibi sahabenin izinde…

(31 Mayıs - 4 Haziran 2021 Güneydoğu Anadolu Ziyaret Notlarımdan)

Yazarın Kendi Sesinden Dinle