Cesaret, insanoğluna genetik kodlar yoluyla aktarılabilen bir kuvve olmakla birlikte, esasen kişinin tabiatla olgun ilişkisi neticesinde tebarüz eden bir müktesebattır. İnsan, doğanın kucağına doğmasıyla birlikte hayatta ve ayakta kalabilmek için tabiatın tüm meydan okumalarına karşı koyabilme adına cesaret ile ilgili birçok tecrübe edinmiştir. İnsana ve eşyaya dokunmakla elde edilen her bir deneyim, kişiyi daha güçlü hâle getirmiş ve sonraki öğrenmeler adına motivasyonunu ve girişimci ruhunu arttıracak önemli bir itici güç olmuştur. Bilgiden ziyade duygunun kaynaklık ettiği bu kazanımın gün yüzüne çıkardığı kahramanlıklara göz atıldığında hepsinin, insanın tabiata muhtaç ve(ya) mahkûm olduğu zaman dilimlerinde gerçekleştiği görülecektir. Kutsalın yahut yalın bir insani ihtiyacın motive ettiği bu duygu, tabiat sakinleri nezdinde hayranlık uyandırmış ve kişiye fizik/metafizik âleme dönük birçok maslahat kazandırmıştır. Ayrıca cesaret bu dönemde, toplumsal hayatta turnusol kâğıdı vazifesi görmekle, kendi içinde denetimli, şeffaf ve tutarlı bir kurallar manzumesi vaz etmiştir.

İnsanoğlunun tabiattan kopuşuyla birlikte onu anlamlı hâle getiren temel vasıflarında birtakım bozulmalar ve mevzi kayıpları meydana gelmiştir. Bu noktada tarım, sanayi devrimi ve akabindeki realite olan kent hayatıyla yüzleşen insan hem fizyolojik hem zihnen hem de ruhen yavaşlamış ve varlık alanı daralmıştır. Böylece modern insan içe dönmüş, durumu kollama psikolojisiyle dakik hesaplar yapmaya başlamış ve en önemlisi onun vasf-ı fârıkı olan cesaret duygusunun ibre değiştirmesiyle korkaklıkla tanışmıştır. Diğer bir ifadeyle, tek boyutlu bir inancın yansıması olan cesaretin yerini, birçok seçenek ve korunaklı ihtimalin söz konusu olduğu nifak şemsiyesi altında yaşam mücadelesi veren korkaklık duygusu zapt etmiştir. Bu kertede cesur kişi, her yönüyle aşikâr bir figür olarak inşanın; korkak ise dedikodu, gıybet, şikâyet ve kötülüğün eşlik ettiği imhanın mühendisi olmuştur.

Cesaret, hiç şüphesiz kişinin varlık alanı oluşturmasında en başta gelen vazgeçilmezlerdendir. Fakat modern zamanda kişi, kendini cesaretle var edemediği için başka enstrümanları siper edinerek insana ve eşyaya yaklaşmaktadır. Hâl böyle olunca da kendisini madde üzerinden tanımlamakta ve cesaretin esarete evrildiği bu edilgen yolla çevresine hâkimiyet mesajı vermektedir. Bu da doğal olarak dengeleri bozup bireysel ve toplumsal kaosun başlıca sebebini oluşturmaktadır. Öte yandan, modern zamanın yitiği olan cesaretin yedeği korkaklık, insanın zihin bagajındaki kutsalları örselemiştir. Zira tereddüt dahi edilmeyecek hassas ulvi değerler üzerinde gösterilecek en küçük ihmalin bile fıtratın aynası olan vicdan üzerinde kalıcı izler bıraktığı vakidir.  Pişmanlık ve değersizlikle uç veren bu durumun, ileriki boyutta kişiyi derin bir anlam problemiyle baş başa bırakması da gözden uzak değildir. Fakat cesaretle gerçekleştirilmiş bir tavır, duruş ya da eylemin bireydeki en önemli tezahürü sekinettir. Çünkü cesur birey, gerektiği yerde yaptığı kritik hamlelerle içkin ya da aşkın sorumluluğunun gereğini yerine getirmenin anlatılmaz yaşanır hazzını en derinden hissetmektedir.

Bütün erdemlerin varlık sebebi olarak yol ve yön tayin eden deniz feneri mesabesindeki cesaret, insanın varoluşsal krizlerini çözmede motorize güçtür. Çünkü cesaret, insanın öncelikle kendini anlamlandırmak için “neden”, “niçin”, “nasıl” gibi dogmatik anlayışa ters düşebilecek sorular sormasını gerektirir. Bu soruları sorabilmek için de en önemli imkân konumundaki cesaret, bilgiyi hikmete dönüştüren mühim bir kazanımdır. Buna göre, bilgeliğe giden yolun ilk istasyonu olan cesaret, öğrenilmişlikten vareste tastamam bilinç hâliyle pespayelikten uzak asaletli bir duruşu resmetmektedir. Bu yönüyle söz konusu erdem, esaslı bir motivasyon olmadan gerçekleş(e)mez. Dolayısıyla, üst bir idealle irtibatlanmadığında ya da koşullu hâle getirilmediğinde cesaretin varlık gösteremeyeceği muhakkaktır. Bu itibarla niyet, karar ve istikrar boyutuyla kaliteli bir eylem olarak tebellür eden cesaretin menzili sadece hakikattir.

Cesaret, fizik âlemin üzerinde cereyan eden metafizik bir çıktı değildir. Aksine dünyalı ve ölümlü insan tekinden sadır olan ve benzerlerinin hissettikleri ölçüdeki korku ve kaygıyı yaşamasına rağmen kendisini, yaptığı azimetli tercihle bir adım öne geçiren duygusal bir süreçtir. Bu çerçevede cesaret, kaynağı itibariyle tikel bir değer olduğu için cesur kişi, toplumun bunu baskılayan her türlü tazyikine karşı çetin ceviz bir karakter olarak belirginleşmektedir. Yani inandığı değerler uğruna hakikat güneşinin zorba misafiri olan paslı kara kılıçların gölgesinden çekinmeden; methin rihvetine, zemmin şiddetine itibar etmeden varlığını deklare etmektedir. Cesur kişilik aynı zamanda, kendince hakikate revan olmuşken, gittiği yolun hatalı veya yanlış olduğunu fark ettiğinde de Hz. Ömer (r.a.) misali tüm yelkenlerini indirip insan-ı kâmili başarabilendir.

Üstat Necip Fazıl’ın, aralarındaki anatomik benzeşim yönüyle dikkat çeken insan başı ile fare kafasını birbirinden ayıran yegâne farkın “fikri öfke” olduğunu belirtmesi, esasında insandaki cesaret potansiyeline işaret etmektedir. Bu yönüyle muhkem bir duruşu temin eden bahse konu kuvve, insanı diğer varlıklardan temyiz eden fikir, düşünce ve tasavvurun vazgeçilmezleri arasındadır. Söz konusu duruş ortaya koyulmadığında ise insanı insanlıktan çıkaran ve günümüzde de yüksek sesle şikâyetçi olduğumuz şiddet fenomeni tezahür etmektedir. Bu sebepledir ki, hakikati cesur bir yürekle ortaya koyup kendini gerçekleştirerek hak, hukuk, merhamet, etik ve estetik bayrağını taşıyan kimsenin iç dünyasında kaos ve şiddete yer yoktur. Haddi zatında süfli bir yöneliş olan şiddet ise mahiyeti itibariyle külli bir kaçıştır. Genellikle de maalesef bu sakil durum, korkak karakterlerin kendilerinden çeşitli yönlerden daha aşağı konumda gördükleri kimseler üzerinde vücut bulmaktadır. Dolayısıyla, asil idealler uğruna ateşlenmeyen cesaret fitilinin sonu daima hüsrandır.

Cesaret, kalpten çıkıp zihinde regüle edilerek davranışa dönüşen bir kazanımdır. Bu açıdan cesaret, mahiyet ve suretten müteşekkil iki boyutlu bir yapı olarak sadece zihinde olup bitecek bir durum değildir. İnsanın herhangi bir konuda cesurca bir tavır ortaya koyacağına dair kendi kendine verdiği söz veya telkinlerin realiteyle karşılaştığında varlık bul(a)maması bu görüşü haklı çıkarmaktadır. Dolayısıyla, cesaretin karargâhının kalp olduğunu ve inanma duygusuyla sağlam bir ilişki kurduğunu belirtmek gerekir. Bu açıdan cesaret cevheri, ışığını doğrudan iman hazinesinden almaktadır. İmandan kaynaklanmayan bir tavır ise istikamet ve idealden oldukça uzaktır. Nitekim asrısaadetin iman ve küfür numunelerine bakıldığında, inanç ve şuurdan yoksun bir cesaretin sonunun, Ebu Cehil örneğinde olduğu gibi büyük bir kaybediş ve yıkım olması kaçınılmazdır. Diğer taraftan, “gayb” denilen bilinmeyene imanla kahramanlaşan Allah Rasûlü (s.a.s.) ve öğrencileri, her oluşta devleşen bir duruş ortaya koymuşlar; imanlarının gereğini ve nihayetini, Cenâb-ı Hakk’a kavuşmak olarak görmüşlerdir. Bu sebepledir ki, Allah’tan başkasından korkmayan Hz. Peygamber ve ashabı, günümüze değin belleklere nakşolan sahici kahramanlık hikâyeleri yazmışlardır. Hakikaten zihin arşivimiz, özellikle Allah hakkına temas eden meselelerde iman sahiplerinin cesurca ortaya koyduğu harikuladeliklerle doludur. Bu da cesurların aynı zamanda çağları aşan bir hikâyeye sahibi olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.

Bireyi birçok yönden zengin kılan cesaret; azamet, saygı ve hayretin ışık huzmelerini her daim çevreye saçmaktadır. Bu bağlamda, sosyolojik açıdan karizmatik kimlikten bahsedebilmenin yeter şartının cesaret olduğunu ifade etmek gerekir. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s.) misali, isminin âlemlerde yankılanmasını arzu eden bir kimse, yaşadığı sınırlı hayat diliminde bunu ancak cesaret potansiyeliyle gerçekleştireceğinin farkında olmalıdır. İnsanın hayat yolculuğunda, geçmişte ortaya koyduğu öz saygısını arttıran cesaret kesitleriyle sonradan ne denli doğru bir davranış ortaya koyduğunu idrak etmesinden hareketle, her şart ve durumda, düşünmeden insanlık adına ortaya koyulacak asil duruş ile var olmak bir bakıma tarihe mühür vurmaktır.

İçinde yaşadığımız modern zamana gelecek olursak, günümüz müslümanlarının eleştiriye konu olan tutum, tavır ve eylemlerinin başlıca sebebi, kulluğun gereği olan inanç ve ondan neşet eden cesaretin tam manasıyla ortaya koyulamamasıdır. Bunda da modern müslümanın sahip olduğu dünyevi edinimleri riziko edememesi temel etkendir. Dolayısıyla bir müminin, kendisini takva idealinden alıkoyacak her türlü dünyevi bariyerden kurtulması şarttır. Bu da kalpteki bereketli iman havzasına tebelleş olan ayrık otlarını temizleyip öncelik, hassasiyet ve kutsala dair etkin bir tefekkürle riyazete girilerek başarılacaktır. Zikredilen çaba gösterilmediğinde ise Yaratıcı ile aradaki mesafe açılmakta, kişi biteviye korku nöbetleri yaşayarak ufak meselelerin adamı olma yönünde seyir tutmaktadır. Nihayetinde de tüm kalelerini bir bir teslim eden böylesi bir figürden ancak tenhada olup biten debisi düşük söylemler zuhur etmektedir.

İnsanın yeryüzünde bulunma gayesi, yaşadığı toprak parçasını imar etmektir. Bu çaba da insanı kötülüğe set olma ve iyiliklerin önünü açma idealine ulaştırmaktadır. Söz konusu durum, doğal olarak insanın bir kimlik, şuur, kamet ve istikamet sahibi olmasını zaruri kılmaktadır. Bu noktada cesaret, anılan değerlerin temini için ihmal edilemez bir vazgeçilmezdir. Hâl böyle iken, cesaret idealinin önündeki en büyük engellerden biri, eylemsizlik ve durağanlığın yumuşak koltuğu konfordur. Hedonist anlayışın tek varisi olan konfora dair her türlü edinim, insanı cesaretten uzaklaştırıp öğrenilmiş çaresizlik psikolojisine hapsederek korkaklık dehlizlerine atmaktadır. Dolayısıyla, zahiren kemal sayılan bu imkân esasen tedrici bir zevaldir. Evcil hayatın bazı garantili menfaatlerine rağmen yaban hayatının yoksunluklar içindeki özgürlüğü nasıl paha biçilemezse, cesaret erdemi de kaybetmeden kazanılamayan, ağızda tat bırakan bir hayatın tuzu mesabesindedir. Çünkü rehavet ve atalet hastalığına duçar olan kişi, uzun yollar kat edip sarp yokuşları aşmada nefes problemi yaşamaktadır. Bundan dolayı, rutini değiştirme imkân ve kabiliyetiyle her türlü kaybı göze alıp hakkı haykırabilen insanların mümkün hiçbir şeyden korkmadıkları müsellemdir. Henüz deneyime konu olmayanı ümit, umut ve ufukla her türlü kötü sonu göze alarak varlık sahnesine sunmaktan dolaydır ki cesaret, riziko ve inisiyatif alınarak gerçekleştirilen bu manadaki karlı bir ticaretin, pahalı bir keşfin adıdır.

Sonuç olarak, yeryüzünün en değerli sakini insan, yaratılış amacına uygun yaşama, çevresine ve Yaratıcıya karşı görevlerini yerine getirme adına öncelikle cesaret değerine muhtaçtır. Hayat, ölüm denilen vadesi bilinmeyen hakikatle mahdut olduğuna göre, bu faziletin önüne çıkan hiçbir çeldirici, insanı hakikat yolundan alıkoymamalıdır. Gölgede de güneşte de aynı ömür sermayesini tüketecek insan, bedeli ne olursa olsun bu asaletli tercihi yaşamaktan vazgeçmemelidir. Zira tarih, oturanları değil, ayakta olanları/ölenleri yazacaktır.