Hayatın olağan akışı içerisinde zihin dünyamızı meşgul eden, tam emin olamadığımız fakat nispeten biri diğerine göre daha ağır basan düşüncelerimiz vardır. İnsanın düşünsel faaliyetleri içerisinde önemli bir yer tutan ve zan olarak bilinen düşünceler, her ne kadar belli ölçüde gerçeklik ihtimali taşısa da bu türden yargılar çoğu kez tahminlerin aksine sonuç verebilmektedir. Bundandır ki, Kur’an-ı Kerim’de insanoğlu, kendisini çoğu kez manen sorumluluk altına sokabilecek zan konusunda uyarılır (Hucurât, 49/12).

Kuşkusuz hemen herkesin, Allah’a karşı layık olduğu şekilde kulluk edememe veya kendisinden beklenen istikameti tam olarak tutturamama gibi zaaf olarak gördüğü ve bu sebeple Rabbine karşı kendisini mahcup hissettiği yönleri vardır.  İnsanın kendi iç dünyasına yöneldiği takdirde, nefis olarak kötüye meyil konusunda fevkalade bir potansiyel taşıdığını görememesi ve bundan dolayı ürpermemesi mümkün değildir. Bu sebeple nefislerde gizli bu eğilim karşısında herkesin kendi vicdanının bekçiliğini öncelemesi ve korunma mekanizmalarını devreye sokmasının gerekliliği yadsınamaz.

Yüce Allah (c.c.), “ Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi o zaman Allah size bildirecektir.” (Mâide, 5/105) buyurmakla herkesi öncelikle kendi sorumluluğunu tespit etmeye davet eder. Bu noktayı görmezden gelip “İnsanlar helak oldu!” naraları atmak bir fazilet midir yoksa kişinin kendi aleyhine olacak bir delil midir, iyi test etmek lazımdır. Resûl-i zîşân Efendimiz (s.a.s.) buyururlar ki, “Bir kimse ‘İnsanlar helak oldu’ diyorsa (bil ki) insanlardan en ziyade helak ola­nı o kimsedir.” (Müslim, Birr, 139). İffet sembolü Hz. Yusuf (a.s.) “Ben asla nefsimi temize çıkaramam zira Rabbimin merhamet ettiği müstesna nefis daima kötülüğü emreder” (Yûsuf, 12/53) derken, insanın kendisini erkenden selamet sahiline çıkmış olanlar arasında görmesi uygun bir tavır olmasa gerektir.

“Hüsn-ü zan, kişinin kulluğunun güzelliğindendir” (Ebu Dâvud, Edeb, 89) buyurur Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.). Başarması belki biraz zor fakat karşılığında cennet ümit edilebilecek kadar değerli ve kulluğun hakikatine erebilmiş olmanın göstergelerinden biri olan pek değerli bir haslettir hüsn-ü zan.

Tarih, Uhut ve Huneyn’de Rasul-i Ekrem’e (s.a.s.) adeta kalkan olan, Kureyş’in ünlü savaşçılarının hakkından gelen, elinde kılıçlar parçalanan cengâver bir sahabi Ebu Dücâne’ye (r.a) tanıklık eder. Tabiûn dönemi âlimlerinden Zeyd b. Eslem’in naklettiğine göre göre, ölüm döşeğinde ve son demlerinde bir an yüzünde mutluluk emareleri belirir Ebû Dücâne’nin. Yanında bulunanlar kendilerini alamaz ve yüzünde beliren bu durumun sebebini sorarlar ona. Kendisine güvenebileceği ve kurtuluş ümidi olarak görebileceği iki amelî/ahlakî hasletinden bahseder. “Belki şu ikisi…” der. Tahminin dışında şeyler, sadece bu kadarla mı yani, denebilecek türden… “Birincisi, (prensip olarak) beni ilgilendirmeyen konularda konuşmazdım (dilime sahip çıkardım). Bir diğeri de, Müslümanlara karşı daima hüsnü zan üzere olmuşumdur (kalbimde kimseye karşı asla kötü niyet taşımadım) der” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 557).

Basit gibi görünse de esasen zor olanlardı bunlar. Çağımız Müslümanının içerisinde bulunduğu önemli bir hastalığa da reçete sunuyordu aslında bu sözler. İlla konuşma, her duyduğunu anlatma, mutlaka her şeye laf yetiştirme, her konuşulana kulak kabartma, konuşulan her şeyi mutlaka öğrenmeye çalışma… Bütün bunların bizlere kaybettirdiğinin kazandırdığından çok olduğu izahtan varestedir. Hâlbuki kullukta kemâli hedefleyenlerin –gerekli haller müstesna- sükûtu tercih etmeyi alışkanlık haline getirmesi göz ardı edilemez önemli bir prensiptir. Onun içindir ki, bu yolun büyükleri; “Kelamın fizza ise sükût eyle olsun zeheb. Kemal ehli kemâlâtı sükût ile buldu hep” buyurmuşlardır.

Ve demek ki, yine Ebu Dücâne’nin bu sözünden öğrendiğimize göre, Müslümanlara karşı hüsn-ü zan besleyebilme maharetini gösterebilmek, kendisiyle kurtuluş ümit edilebilecek kadar önemli bir haslettir. Müslümansa eğer onun hakkında hüsn-ü zan besledim, ötesini araştırmadım diyor. Öyle ya, varsa gizli bir kusuru veya günahı, pişman olur, tövbe eder ve kurtulur ama bunu açığa dahi vurmamış bir kimse hakkında sû-i zanda bulunan veya daha da kötüsü bu türden düşünceleri olur olmaz yerlerde dillendiren kimse kendisini nasıl kurtarabilir?

Peki, bu sahabî böyle bir hasletin kendisi ile cennet ümit edilebilecek kadar değerli olduğunu acaba nereden biliyordu? Öncelikle, sahabe nesli (Allah onlardan razı olsun) peygamber mektebinde yetişmiş ve hayatlarını Rıza-i Bârî’ye vakfetmiş mümtaz şahsiyetlerdi. Onların Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sadır olan her söz ve her davranışı titizlikle takip ettiklerini biliriz. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) karın tokluğuna Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanından ayrılmayışı (İbn Mencûye, Ricâlu Sahîh-i Müslim, s. 689) Hz. Ömer’in (r.a.) komşusuyla nöbetleşe olmak üzere her gün Hz. Peygamber’in (s.a.s.) meclisinde bulunmak üzere sözleşmesi (Buharî, İlim, 27), İbn Ömer’in (r.a.), Hz. Peygamber’in (s.a.s.) her davranışını taklit etme ve her şeyi onun yaptığı gibi yapmaya çalışma gayreti (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, III, 428) vs. bir çok örnek bu hassasiyetin göstergelerindendir.

İşte bunun gibi, sahabenin şahit olduğu olaylardan biri de şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashabı ile birlikte otururlarken, “Birazdan cennetlik bir adam gelecek” buyurmuşlar ve akabinde sakalından abdest suyu damlayan bir adam sol elinde nalınları ile çıkagelmiş.  Rivayete göre bu anlatılan üç gün arka arkaya aynen böyle gerçekleşir. Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.a.) bunun üzerine dayanamaz ve bir şekilde bu adamın evinde misafir olup onu izlemeye karar verir, nitekim öyle de yapar. İşin enteresan tarafı, Abdullah, bahsedilen bu adamda zahiren beklediği şeyleri göremediğini itiraf edecek ve şöyle diyecektir: “Üç gece onula birlikte sabahladım; baktım ki gece namazına kalkmıyor, ne var ki geceleyin yatağında sağa sola dönerken tekbir getiriyor, Allah’ı zikrediyor. Sabah namazı vakti olunca da kalkıp sabah namazını kılıyor.” Fakat diyor Abdullah, “bu kişinin hayır dışında bir şey konuştuğunu da işitmedim.” Üçüncü günün ardından Abdullah artık onun amelini neredeyse gözünde küçük görmeye başlamıştı ki kendisine, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) onun hakkındaki sözünü haber vererek, kendisiyle birlikte kalmak istemesinin esas sebebini açıklar. Kendisinde beklediği şeyi göremediğini yüzüne karşı ona itiraf eden Abdullah, kendisini Allah Resûlü’nün (s.a.s.) haber verdiği bu mertebeye ulaştıran amelin ne olduğunu bizzat kendisinden öğrenmek ister ve sorar. Adam; “İşte gördüğün bundan ibarettir” der. Abdullah dönüp giderken arkasından ona seslenir ve der ki; “Evet, işte gördüğün gibi amelim bunlardır ancak şu var ki, içimde hiçbir Müslümana karşı kötülük beslemem ve Allah’ın kendilerine verdikleri karşısında kimseye haset etmem.” (Bu söz üzerine artık aradığını bulan) Abdullah şöyle der: “Demek ki seni bu dereceye ulaştıran ve bizde olmayan şey buymuş…  (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XX, 124-125; Nesâî, Amelü’l-yevm ve’l-leyle, s. 493).