Dini ve sosyokültürel açıdan Cami'nin tarihi

A) Cami ve Mescid Kavramları

Arapça cem‘ kökünden türeyen, “toplayan, bir araya getiren” anlamındaki câmi‘ kelimesi, başlangıçta sadece cuma namazı kılınan büyük mescidler için kullanılan el-mescidü’l-câmi‘ (cemaati toplayan mescid) tamlamasının kısaltılmış şeklidir. “el-Mescidü’l-câmi‘” tabiri, Taberânî’nin bir rivayetine göre bizzat Hz. Peygamber tarafından kullanılmıştır (el-Muʿcemü’l-evsaṭ, I, 143). Ancak hadisin râvilerinden birinin tenkit edilmiş olmasını (Mecmaʿu’z-zevâʾid, II, 46) göz önüne alarak bu rivayeti ihtiyatla karşılamak gerekir. Bununla beraber bazı hadis senedlerinde geçen ifadelerden, bu tabirin tâbiîn döneminde kesin olarak kullanıldığını söylemek mümkündür. Ebû Ömer el-Kindî’nin el-Vülât ve’l-ḳuḍât’ında kadıların mescidlerdeki kazâî faaliyetlerinden bahsedilirken “el-mescidü’l-câmi‘” tabirine yer verildiği halde zeylinde zaman zaman sadece “el-câmi‘” ifadesinin geçmesi, hicrî IV. (X.) yüzyılın başlarında “cami” kelimesinin tek başına kullanılmaya başlandığını göstermektedir. Daha sonra, içinde cuma namazı kılınan ve hatibin hutbe okuması için minber bulunan mescidler cami, minberi bulunmayan yani cuma namazı kılınmayan küçük mâbedler ise sadece mescid olarak anılır olmuştur. V. (XI.) yüzyıl hukukçularından Mâverdî ve Ebû Ya‘lâ da bu ayırımı açıkça belirtirler. Ancak Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî, Mescid-i Aksâ ve genellikle mezhep imamlarıyla ileri gelenlerinin kabirlerinin bulunduğu camilere de mescid denilmektedir.

Mescid, Arapça’da “eğilmek, tevazu ile alnı yere koymak” mânasına gelen sücûd kökünden “secde edilen yer” anlamında bir mekân ismidir. Secde namazın rükünleri içinde en önemlisi, Kur’an’a göre insanın daha ilk yaratılışında şahit olduğu bir hürmet ifadesidir (el-Bakara 2/34). Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır (Nesâî, “Taṭbîḳ”, 78).

Kur’ân-ı Kerîm, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında cami karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Bu kelimenin Sâmî kökenli dillerde telaffuz ve anlam bakımından benzerleri vardır. Meselâ milâttan önce V. yüzyıla ait olduğu tesbit edilen yahudi Elephantine papirüslerinde kelime “ibadet yeri” anlamında geçmektedir. Milâttan önce I. yüzyılda yaşayan ve “Ölüdeniz yazmaları” kendilerine izâfe edilen Essenîler de ibadet yerlerine mescid diyorlardı.

Zeccâc, Hz. Peygamber’in, “Yeryüzü bana -teyemmüm için- temiz ve mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibadet edilen her yerin mescid olduğunu söyler. “İçlerinde Allah’ın adının anıldığı mescidlere girmeyi yasaklayan ve onları tahribe çalışandan daha zalim kim olabilir?” (el-Bakara 2/114) âyetini de, “Allah’ın dinine muhalefet edenden daha zalim kim olabilir?” şeklinde açıklar (Lisânü’l-ʿArab, “scd” md.). Kur’an’da, “içinde Allah’a ibadet edilen yer” şeklindeki genel anlamıyla mescid Ehl-i kitab’ın mâbedleriyle beraber zikredilmektedir: “Allah insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi her halde manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılıp giderdi ki buralarda Allah’ın adı çok anılır” (el-Hac 22/40). İbn Haldûn da kelimeyi, hangi dine ait olursa olsun, genel olarak ibadet yerleri için kullanmıştır (Muḳaddime, s. 635). Herhalde bundan dolayı ashaptan bazıları Ehl-i kitab’ın mâbedlerinde namaz kılmakta bir mahzur görmemişlerdir. Çekindikleri nokta ise Tevrat’ın da buralarda bulunmasını yasakladığı resim ve heykellerdi (bk. Buhârî, “Ṣalât”, 54).

Mescid kelimesi Kur’an’da tekil ve çoğul olarak, ayrıca sıfat tamlaması şeklinde birçok yerde geçer. Kâbe ve çevresini ifade eden Mescid-i Harâm on beş yerde, Mescid-i Nebevî veya Mescid-i Kubâ’nın kastedildiği “takvâ temeli üzerine kurulu mescid” (et-Tevbe 9/108), Kudüs hareminin kastedildiği Mescid-i Aksâ (el-İsrâ 17/1) ve münafıkların Hz. Peygamber’e suikast tertiplemek üzere bina ettikleri Mescid-i Dırâr (et-Tevbe 9/107) birer âyette zikredilmektedir. Mescid kelimesinin çoğulu olan mesâcid Kur’an’da altı yerde geçer. Buralarda genel olarak mescidler kastedilmekle beraber kelimenin aynı zamanda mimli masdar ve alet isminin de çoğulu olması sebebiyle, “Secdeler Allah içindir” (el-Cin 72/18) âyeti, “Secde organları veya secde yerleri (mescidler) Allah’ındır” şeklinde de anlaşılabilir.

Kehf sûresinde geçen ve Ashâb-ı Kehf’in üzerine yapılan binanın mescid olarak zikredilmesi (18/21), Ehl-i kitab’ın peygamber ve azîzlerinin kabirleri üzerine yaptıkları binaları bu şekilde adlandırdıklarını ve bunların içinde ibadet ettiklerini gösterir. Nitekim Ümmü Habîbe ve Ümmü Seleme Habeşistan’a hicret ettiklerinde resimlerle süslenmiş böyle mescidler görmüşlerdir. Bu durumu Hz. Peygamber’e haber verince Resûlullah, hıristiyanların, içlerinden sâlih bir kişi öldüğünde onun kabri üstüne mescid inşa ettiklerini ve içine resimler yaptıklarını, bu kişilerin kıyamet gününde mahlûkatın en kötüleri olacağını belirtmiş, bu hareketlerinden dolayı yahudi ve hıristiyanları lânetlemiştir (Buhârî, “Ṣalât”, 45, 54; Müslim, “Mesâcid”, 16-23).

Osmanlılar döneminde padişahlar tarafından inşa ettirilen büyük camilere “selâtin camileri”, vezirler ve diğer devlet ricâli tarafından yaptırılan orta büyüklükteki camilere bânisinin adına izâfeten sadece cami, küçük olanlara da mescid denilmiştir (Arseven, I, 219). Mescidlerin cuma namazı kılınan camiye tahvili ise berat ve izinle olmaktaydı (meselâ Çorum’daki bir mescidin camiye tahviliyle ilgili 13 Cemâziyelevvel 1209 tarihli bir arîza için bk. BA, Cevdet-Evkaf, nr. 721).

Batı dillerinde cami karşılığı olarak kullanılan mosque, mosquée vb. kelimelerin mescidin farklı telaffuzundan doğduğu söylenmektedir.

“Namaz kılınan yer” demek olan musallâ, Hz. Peygamber döneminde bayram ve cenaze namazı kılınan yerler için kullanılmıştır. Yol boylarındaki üstü açık mescidlere ise Farsça’da namazgâh denilmiştir.

Kur’an’da biri çoğul (mehârîb) olmak üzere beş yerde geçen mihrâb kelimesi de dilcilerin çoğuna göre mescid anlamındadır. Makrîzî, Mısır’da bazı mihraplardan söz eder ki (el-Ḫıṭaṭ, II, 455) bununla mihrapları olan musallâları kastetmektedir.

B) İlk Camiler

1. İslâm Öncesi

 Hz. Âdem’in yeryüzüne ilk ayak bastığı yer kabul edilen Serendib’de (Seylan) (Taberî, I, 121; Hâzin, I, 108) Âdem tepesinde bulunan dev bir ayak izi burada yaşayan Budistler’ce Buda’ya, Hindular’ca Şiva’ya, müslümanlarca da Hz. Âdem’e izâfe edilir. İbn Haldûn, Serendib’de Hz. Âdem’e nisbet edilen bir mescidden söz edildiğini, ancak bunun güvenilir bir rivayet olmadığını söyler. Burada Hz. Âdem’e mahsus bir mescidin bulunması mümkünse de Kur’an’ın bildirdiğine göre “insanlar için inşa edilen ilk beyt (mâbed)” Kâbe’dir (Âl-i İmrân 3/96). Rivayete göre onun da ilk bânisi Hz. Âdem’dir. Ebû Zerr’in sorduğu sorular üzerine Hz. Peygamber yeryüzünde ilk mescidin Mescid-i Harâm, ikincisinin ise Mescid-i Aksâ olduğunu açıklamıştır (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 40; Müslim, “Mesâcid”, 1-2). Aynı hadiste aralarının zaman olarak kırk yıl olduğunun belirtilmesi, Hz. İbrâhim ve Süleyman’ın eski temelleri üzerine bunları yenilediklerini göstermektedir. Bu mescidlere “beyt” denilmiş, Kâbe için “el-Beyt” (el-Bakara 2/125, 127, 158; Âl-i İmrân 3/96, 97), “Beytülharâm” (el-Mâide 5/2, 97), “Beytülatîk” (el-Hac 22/29, 33) ifadeleri kullanılmıştır. Mezmurlar’daki, “Ne mübârektir senin beytinin sakinleri ki daima sana hamdederler. Ne mübârektir o insan ki kuvveti sendendir. Beytine giden yollara gönül veren adam Beka vadisinden geçerken orayı pınara döndürür (Mezmurlar, 84/6-7) cümleleri, Hz. Dâvûd’un Kâbe’ye duyduğu özlemin bir ifadesi olmalıdır. Batlamyus’a izâfe edilen Asya’nın “altıncı haritası”nda Makoraba (mâbed) adıyla kaydedilen Mekke, Eskiçağ’lardan beri mescidin yeri olarak bilinmekteydi.

2. İslâm’ın Ortaya Çıkışından Sonra

a) Hicretten Önce

Hz. Peygamber İslâmiyet’i tebliğe başladığı zaman Mekke müşriklerinin büyük bir tepki gösterdiği bilinmektedir. Kendisine yapılan baskı ve hakaretlere rağmen zaman zaman Mescid-i Harâm’da Hacerülesved ile Rüknülyemânî arasında namaz kılardı. İlk müslümanlar Dârülerkam’ı bir mescid haline getirmişlerdi. Ayrıca evlerinde, vadilerde gizlice ibadet ediyorlardı. Hz. Peygamber’in, “mirbed” denilen ağılların, harmanların temiz bölümlerinde namaz kıldığı rivayet edilir (Buhârî, “Ṣalât”, 49; Müsned, II, 178; III, 404; IV, 85).

Hz. Ebû Bekir’in Mekke’deki evinin bahçesinde kendisi için yaptığı küçük mescid, özel olmakla beraber bir müslüman tarafından inşa edilen ilk mesciddir. Yanık sesiyle Kur’an okuyan Hz. Ebû Bekir, müşrik çocuk ve kadınlarının İslâm’a sempati duymasına vesile oluyor, bu da müşriklerin tepkisini çekiyordu. Hz. Ömer İslâmiyet’i kabul ettikten sonra müslümanlar Mescid-i Harâm’da açıkça namaz kılmaya başladılar (İbn Hişâm, I, 367).

Bazı rivayetler, Hz. Peygamber’in hicretinden önce Medine’de mescidler yapıldığını göstermektedir. Akabe biatlarından sonra müslümanların sayısı artınca Medine’de mescide ihtiyaç duyulmuştu. Akabe’de Resûl-i Ekrem’e ilk biat eden Ebû Ümâme Es‘ad b. Zürâre, Mescid-i Nebevî’nin yapıldığı arazideki bir hurma kurutma yerinin etrafını duvarla çevirerek mescid haline getirmişti. Kıblesi Kudüs’e doğru olan bu mescidde Ebû Ümâme arkadaşları ile birlikte namaz kılardı. Hicretten önce burada cuma namazı da kılınmıştır (İbn Sa‘d, I, 239).

İlk muhacirler Kubâ’ya geldiklerinde burada bir mescid yapmış ve Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim’in arkasında namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber’in Medine’de ilk cuma namazını Benî Sâlim’in mescidinde (Mescid-i Âtike) kıldığına dair rivayet de (İbn Şebbe, I, 68) onların hicretten önce mescidlerinin olduğunu göstermektedir.

b) Hicretten Sonra

Medine ve Civarında Yapılan Mescidler

Hz. Peygamber hicret sırasında Medine’ye 2 mil kadar uzaklıkta olan Kubâ’da Benî Amr b. Avf yurdunda Külsûm b. Hidm’in evinde bir müddet misafir oldu ve bir mescid inşa ettirdi. Temeli bir nevi merasimle atılan mescid, 66 × 66 zirâ ebadında dört duvardan ibaret bir yapı idi. Süheylî’nin kaydettiğine göre bu mescidin inşasını Hz. Peygamber’e tavsiye etmesi, mescid için taş toplaması ve yapılırken büyük gayret göstermesi sebebiyle Ammâr b. Yâsir’in İslâm’da ilk mescidin bânisi olduğu söylenmiştir (er-Ravżü’l-ünüf, IV, 266).

Hz. Peygamber Kubâ’dan Medine’ye doğru giderken yanlarından geçtiği kişiler kendisini davet ettiler. Ancak Resûl-i Ekrem devesinin serbest bırakılmasını istedi ve mescidin yapılacağı yerin tesbitini kastederek onun görevli olduğunu söyledi. Deve Mâlik b. Neccâr’ların evlerinin önünde bir düzlükte çöktü. Hz. Peygamber bu yeri Sehl ve Süheyl adlarındaki iki yetimden satın alarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı (Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 45). Bu mescidin temeli de Kubâ’da olduğu gibi bir nevi merasimle atılmış ve Hz. Peygamber inşaatta bizzat çalışmıştır. Mescid-i Nebevî’nin ilk ölçüleri 100 × 100 zirâ idi. İlk yapının 60 × 70 zirâ ebadında olduğu ve sonradan genişletildiği de rivayet edilir. Daha Hz. Peygamber’in hayatında 200 × 200 zirâa (yaklaşık 90 × 90 m.) ulaştığı rivayeti ise doğru değildir (Semhûdî, I, 242). Mescidin arka kısmında fakir sahâbîlerin barınması için Suffe adıyla bir yer ayrılmış, doğu duvarı boyunca Hz. Peygamber ve ailesine ait zamanla sayıları dokuza çıkan odalar inşa edilmiştir. Yedi ay kadar süren inşaat sırasında Hz. Peygamber Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde misafir kalmıştır.

Hz. Peygamber mahallelerde ve kabilelerin içinde müslümanların sayısı artınca buralarda mescidler inşa edilmesini emretti. Kısa bir müddet sonra Medine ve çevresinde birçok mescidin yapıldığı kaydedilmektedir. İbn Şebbe, bazılarında Hz. Peygamber’in de namaz kıldığı bu mescidlerin bir kısmını zikreder (Târîḫu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 57-75). Belâzürî’nin naklettiğine göre ise Mescid-i Nebevî ile Mescid-i Kubâ dışında Medine’de dokuz mescid vardı. Buralarda vakit namazları kılınmakla beraber cuma namazı sadece Mescid-i Nebevî’de kılınmaktaydı (Ensâb, I, 273). Ebû Dâvûd’un rivayetine göre bu mescidler şunlardı: Mescid-i Benî Amr b. Mebzûl, Mescid-i Sâide, Mescid-i Ubeyd, Mescid-i Seleme, Mescid-i Râbih, Mescid-i Züreyḳ, Mescid-i Gıfâr, Mescid-i Eslem, Mescid-i Cüheyne. Bunlardan bir kısmının yeri ve kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından tesbit edilmiştir (İbn Şebbe, I, 63).

Civar Kabilelerdeki Mescidler

Çeşitli kabileler İslâmiyet’i kabul ettikçe bulundukları yerlerde kendi adlarıyla anılan mescidler yapılmıştır. Buhârî, Hz. Peygamber zamanında mescidlerin kabilelere nisbet edildiğini ve bunun câiz olduğunu göstermek için eserinde, “Falan oğulları mescidi denir mi?” (باب هل يقال مسجد بني فلان) adıyla bir başlık açmıştır (“Ṣalât”, 41). Hz. Peygamber’in yeni mescidler inşa edilmesiyle ilgili emrinden kısa bir müddet sonra mescid inşa etmeyen kabile kalmamıştı. Ancak Asr-ı saâdet’te mescidler sadece Medine ve çevresi gibi dar bir alana sıkışmış değildi. Buhârî’nin bir rivayetinden, Medine’ye oldukça uzak kabilelerde dahi camilerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Mescid-i Nebevî’den sonra içerisinde ilk cuma namazı kılınan mescid, Benî Abdülkays yurdundaki Cüvâsâ Mescidi’dir (Buhârî, “Cumʿa”, 11). Cüvâsâ, Arap yarımadasının doğusunda bugünkü Riyad ve Zehrân arasındadır. Benî Abdülkays’ın erken dönemde müslüman olduğu dikkate alınırsa mescidlerin daha o zamanlar çok geniş bir alana yayıldığı söylenebilir. Arkeolojik kazılar sonucunda bu mescidin yeri tesbit edilmiş ve temelleri açığa çıkarılmıştır. Mescidin abdest almak için yapılmış bir çeşmesinin olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber gönderdiği askerî birliklere, gittikleri yerlerde mescidi bulunan bölgelerin halkına dokunmamalarını emrederdi. Nitekim Yelemlem’de oturan Cezîmeoğulları, üzerlerine gelen Hâlid b. Velîd’e müslüman olduklarını ispat etmek için mescidlerini göstermişlerdi (Vâkıdî, III, 875-884). Aynı şekilde Kızıldeniz sahilinde Kadîd yakınında ve Müreysî‘ su kaynağı civarında oturan Benî Mustaliḳ topraklarında da mescidler yapılmıştı.

İslâmiyet’i kabul eden kabilelerin bir kısmı eski mâbedlerinin yerine cami yapmıştı. Tâif’te Sakīf kabilesi, camilerini daha önce Lât’ın bulunduğu yere inşa etmişti; bir rivayete göre ise bunu bizzat Hz. Peygamber istemiştir (İbn Mâce, “Mesâcid”, 3). Bazı eski mâbedlerin taşları da putlarla birlikte mescidlerin yapımında kullanılmıştır. İbnü’l-Kelbî’nin naklettiğine göre Mekke ile Yemen arasındaki Tebâle’de bulunan ve Has‘am, Becîle, Ezd ve Hevâzin kabilelerinden bir kısmının tapındığı Zülhalesa putu, Tebâle Camii’nin kapı eşiğine konulmuştu. Yemâmeliler de eski kiliselerinin yerinde onun enkazı ile cami inşa etmişlerdi.

C) Hulefâ-yi Râşidîn Döneminde Mescidler

1. Fethedilen Yerlerde Mescidler

 İslâmiyet Hulefâ-yi Râşidîn döneminde doğudan batıya, kuzeyden güneye çok geniş bir alana yayıldı. “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder” (et-Tevbe 9/18) meâlindeki âyetle Hz. Peygamber’in, “Kim Allah rızâsı için bir mescid yaptırırsa Allah da bunun karşılığında ona cennette bir köşk ihsan eder” (Buhârî, “Ṣalât”, 65; Müslim, “Mesâcid”, 24, 25) hadisinden ilham alan Hulefâ-yi Râşidîn, ilk merhalede Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’de bazı yenileme ve genişletme çalışmaları yaptılar. Kudüs’ü fetheden Hz. Ömer, Mescid-i Aksâ’nın bir çöplük haline getirilmiş olan yerini tesbit ettirerek burada büyük bir mescid yaptırmıştır. Basit bir yapısı olmasına rağmen bu mescidde 3000 kişi namaz kılabiliyordu. Hz. Osman Mescid-i Nebevî’yi daha da genişletip kaliteli inşaat malzemesi kullanmak suretiyle yeniden inşa ettirmiştir.

Müslümanların eline geçen yerlerde -fethediliş şekline göre- ya eski mâbedler kısmen veya tamamen camiye çevriliyor veya mâbedler oldukları gibi bırakılarak sadece yeni mescidler bina edilmek üzere bir arazi ayrılıyordu. Rivayete göre Dımaşk hicretin 14. yılında kısmen barış yoluyla fethedilmiş, iki taraftan şehre giren ordu tam ortada Ioannes (Yuhannâ) Kilisesi’nin bulunduğu yerde buluştuğu için mâbedin yarısı hıristiyanlara bırakılmış, diğer yarısı camiye tahvil edilmiştir (İA, XI, 299). Humus’ta bulunan Ioannes Kilisesi de kısmen camiye çevrilmiştir. Ebû Ubeyde şehir halkıyla, canlarına ve mallarına dokunmamak, ayrıca şehir surları, kilise ve değirmenleri korunmak üzere anlaşma yapmış, adı geçen kilisenin dörtte birini bu anlaşmanın dışında tutmuştur (Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân, s. 137). Barış yoluyla fethedildiği için mâbedlerine dokunulmayan yerlerin sayısı pek çoktur. Bunlardan biri de Taberiye idi. Şürahbîl b. Hasene günlerce süren muhasaradan sonra şehri barış yolu ile fethetti. Yapılan anlaşmaya göre halkın canları, malları, çocukları, kilise ve evleri korunacak, ancak şehri terkedenlerin boş bıraktıkları evler alınacak ve cami için bir arazi ayrılacaktı (a.g.e., s. 122).

Hulefâ-yi Râşidîn’in uygulamaları daha sonraki dönemlerde örnek teşkil etmiştir. İslâm idaresine bağlanan şehirlerin halkıyla yapılan anlaşma şartlarına uygun olarak mâbedler muhafaza edilmiş ve halkın ibadetlerini serbestçe yapmasına izin verilmiştir. Hârûnürreşîd, zamanın kadısı Ebû Yûsuf’a zimmîlere ait kilise ve havraların durumunu sorduğunda Ebû Yûsuf kilise ve havraları olduğu gibi bırakmaları gerektiğini, dört halife ve kumandanlarının uygulamalarından örneklerle açıklamıştır (el-Ḫarâc, s. 138).

2. Yeni Kurulan Şehirlerde Mescidler

İslâm toprakları genişleyince yeni yerlerin fethedilebilmesi ve fethedilen yerlerin muhafazası için özellikle askerî amaçlı yeni yerleşim merkezleri, ordugâh şehirleri kurulmuştur. Bunların ilk örnekleri Kûfe, Basra ve Fustat’tır. Kûfe, Hz. Ömer’in emriyle yer seçimi için uzun bir araştırmadan sonra Sa‘d b. Ebû Vakkās tarafından kurulmuştur. Şehir planında önce cami yeri tesbit edilmiş, güçlü bir okçuya dört yönde oklar attırılarak bunların düştüğü yerin ötesine evlerin yapılmasına izin verilmiştir. Ana yollar 40, yan yollar 20 ve ara sokaklar da en az 7 zirâ olarak planlanmıştı. Mugīre b. Şu‘be tarafından genişletilen Kûfe Camii’ni daha sonra Ziyâd b. Ebîh büyük masraflarla tamir ettirmiştir. Cami 40.000 kişiyi alabilecek büyüklükte yapılmıştır. Her bir sütunu için 500 dirhem harcayan Ziyâd zemine mozaik döşetmiştir.

Basra’nın yeri Utbe b. Gazvân tarafından tesbit edilmiş ve burada 14 (635-36) yılında sazdan bir cami yapılmıştır. Savaşa gidileceği zaman saz evler ve cami toplanıp bir yere yığılır ve dönüşte tekrar kurulurdu. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî valiliği sırasında camiyi ve vali konağını kerpiçten yaptırmış, tavanını ise otlarla kapattırmıştır. Basra Camii de Ziyâd tarafından genişletilerek yenilenmiştir.

Fustat bugün Kahire’nin bulunduğu yerde harabeler üzerine kurulmuştu ve adını muhtemelen başlangıçta meskenleri oluşturan çadırlardan (fustat) almaktaydı (Makrîzî, I, 285-286). Hicretin 21. yılında (641-42) kurulmuş olan şehirde Amr b. Âs kendi adıyla anılan bir cami inşa ettirdi. Amr’ın sancağını diktiği bir bahçede kurulan bu cami 30 × 50 zirâ ebadında idi. Seksen kadar sahâbînin tesbit ettiği kıblesi doğuya doğru meyilli olmuş ve sonradan düzeltilmiştir.

Hz. Ömer, yeni kurulan yerleşim merkezlerinde bir merkez camisinin bulunmasını ve kabileler için ayrı mescidler inşa edilmesini istemiştir. Vakit namazlarının kabile veya mahalle mescidlerinde kılınabileceğini belirtmiş, cuma günü ise herkesin büyük camide toplanmasını emretmiştir. Ebû Mûsâ, Sa‘d ve Amr’a da buna dair mektuplar göndermiştir. Yeni kurulan yerlerde inşa edilen mescidler genellikle İbâd (Basra), Cezîme, Behdele, Anz ve Abs oğulları mescidleri gibi kabile adlarıyla anılıyordu. Âsım ve Simâk gibi şahıslara nisbet edilen mescidler de vardı.

D) Hulefâ-yi Râşidîn’den Sonra Mescidler

Emevîler ve Abbâsîler zamanında mescidler sayıca arttı ve mimari açıdan büyük gelişme gösterdi. Bu dönemde binlerce cami ve mescid inşa edilmiştir. Eskiden basit inşaat malzemesiyle yapılmış olanlar daha kaliteli malzemelerle yenilendi. Muâviye Kûfe, Basra ve Fustat örneğinde olduğu gibi ortasında cami ve dârülimâre bulunan ordugâh şehri Kayrevan’ı tesis etti. Hz. Peygamber’in Medine’deki mescidi örnek alınarak birçok şehre yeni camiler yapıldı. Zaman zaman fethedilen yerlerdeki eski mâbedler cami olarak yeniden imar edildi. Hz. Ömer şehirlerde sadece bir cuma camii olmasını emrettiği halde Emevî ve Abbâsîler döneminde büyüyen şehirlerde birkaç cuma camiine ihtiyaç duyulmuştur.

İmara büyük önem veren halifelerden biri de Emevî Halifesi I. Velîd idi. Dünyanın sayılı mimari eserleri arasında kabul edilen ve onun eseri olan Şam (Dımaşk) Emeviyye Camii halen ayaktadır. Gerçi bu caminin asıl binasının yukarıda sözü edilen Ioannes Kilisesi olup olmadığı henüz tam açıklığa kavuşmuş değildir. Velîd, kilisenin hıristiyanlara bırakılan kısmının kendilerine satılmasını istemiş ve büyük bir servet teklif etmiş, ancak hıristiyanlar bunu kabul etmeyince aradaki duvarı yıktırarak kilisenin tamamını mescide katmıştır. Ömer b. Abdülazîz halife olunca hıristiyanların şikâyeti üzerine ilâve kısmın geri verilmesini emretmiş, fakat bu defa da müslümanlar buna razı olmamışlardır. Zamanın fakihlerinden Süleyman b. Habîb el-Muhâribî, Dımaşk’ın savaşla fethedilen Gota adlı mahallinde önceden camiye çevrilen kiliselerin tekrar eski statülerine kavuşturulması şartıyla hıristiyanları razı etmiş ve cami olduğu gibi kalmıştır (Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân, s. 122).

İslâm dünyasının her tarafında zamanla birçok cami inşa edilmiştir. İbn Havkal’in verdiği bilgiye göre Palermo’nun merkezinde 300, yukarı kısımlardaki köylerinde 200 cami vardı (İA, VIII, 13). Müslümanların yaşadığı her köyde mutlaka bir cami bulunuyor, daha ilk asırlardan itibaren köy camilerinde cuma namazı kılınıyordu. Mısır’da hicretin 132. (750.) yılında köy camilerine minber konulmuştur.

Daha sonraki asırlarda devlet adamları güçlerinin simgesi olarak muhteşem camiler inşa ettirdikleri gibi bazı kişiler de cami yaptırmaya özel bir gayret göstermişlerdir. Böylece şehirlerdeki cami sayısı hızla artmıştır. Hicrî V. (XI.) yüzyılın başlarında Hâkim-Biemrillâh zamanında Mısır’da 800 cami, aynı yüzyılın ortalarında Bağdat’taki yüzlerce küçük mescidin yanında altı cuma camii vardı. Nuaymî, X. (XVI.) yüzyılda Dımaşk’taki 600’e yakın cami ve mescid hakkında bilgi verir (ed-Dâris fî târîḫi’l-medâris, II, 303-370).

Fustat’ta kuruluş yıllarında cuma namazı sadece iki camide kılınıyordu. Bunlar Amr b. Âs ve el-Asker camileriydi. 259’da (873) el-Asker Camii yerini Ahmed b. Tolun Camii’ne bıraktı. 360’ta (971) bunlara Ezher Camii eklendi ve cuma camii sayısı üçe çıktı. 380’de (990) Hâkim-Biemrillâh, Maks ve Râşide camilerini inşa ettirdi. Türkler’in hâkimiyeti döneminde cami sayısı 130’a ulaştı. Makrîzî bunların büyük bir kısmı hakkında bilgi vermektedir.

Osmanlılar döneminde de başta Bursa, Edirne ve İstanbul olmak üzere gelişen mimari üslûplarıyla birçok cami ve mescid yapılmıştır. Ayvansarâyî’nin 1195’te (1781) yazdığı, Ali Sâti‘ Efendi’nin ilâveleriyle 1281’de (1865) yayımlanan Hadîkatü’l-cevâmi‘e göre XIX. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 900’e yakın cami ve mescid bulunuyordu.

E) Caminin Fonksiyonları

1. Mâbed Olarak Cami ve Caminin Kutsiyeti

Mescid başlangıçta idare, eğitim ve öğretim merkezi gibi değişik amaçlar için kullanılmışsa da onun asıl fonksiyonu bir mâbed oluşudur. Âyetlerde geçen, “Allah’ın adı anılan, sabah akşam tesbih edilip namaz kılınan evler” (en-Nûr 24/36); “İlk günden takvâ temeli üzerine kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha uygundur” (et-Tevbe 9/108); “Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi içlerinde Allah’ın adının çokça anıldığı mescidler... yıkılıp giderdi” (el-Hac 22/40) vb. ifadeler buna delâlet eder. Hz. Peygamber, bir kişinin mescide girip kayıp devesini sormasını hoş görmeyerek mescidlerin ibadet yeri olduğunu ima etmiş ve yapılış maksatlarına uygun olarak kullanılmalarını istemiştir (İbn Mâce, “Mesâcid”, 11).

İslâmiyet’te bütün yeryüzü mescid kabul edilmekle beraber namazların cemaatle camide kılınması, gerek sevap bakımından gerekse sosyal yönden büyük bir önem taşır. Ashaptan bazıları, farz namazları evlerde kılıp camiye gitmemeyi Hz. Peygamber’in sünnetini terketme olarak yorumlamışlardır (Nesâî, “İmâmet”, 50; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 46). Cuma ve bayram namazları ise mutlaka cemaatle kılınır. İslâmiyet yılda bir defa her renkten ve sınıftan müslüman cemaatin ilk mescidde (Mescid-i Harâm) dünya çapında, her cuma da merkezî camilerde bölge çapında bir araya gelip topluca ibadet etmesini emretmiştir.

İbadet için belli bir yere çekilmeyi ifade eden i‘tikâfa en elverişli mekânlar Kur’an’a göre camilerdir (el-Bakara 2/187). Hz. Peygamber her ramazan ayında Mescid-i Nebevî’de kurulan özel bir çadırda i‘tikâfa girerdi.

Hz. Peygamber’in bir hadisine göre, adının anıldığı ve kendisine kulluk görevinin yerine getirildiği yerler olarak mescidler Allah’a en sevimli mekânlardır (Müslim, “Mesâcid”, 288). Allah Teâlâ mescidleri nurunun aydınlattığı yerler olarak zikreder (en-Nûr 24/35-36). Bu bakımdan orada edeple hareket edilmesi emredilir.

Cenâb-ı Hak ilk mescidi “evim” (el-Bakara 2/125; el-Hac 22/26) ve “bu beytin rabbi” (Kureyş 106/3) ifadeleriyle yüceltmiştir. Bundan dolayı Kâbe’ye “Beytullah” denilmiştir. Mâbed veya mâbedlerin bulunduğu yerler için “beytullah” ve benzeri ifadelere Ahd-i Atîk’te de rastlanır. Hz. Peygamber bu ifadeyi diğer mescidler için de kullanmıştır (bk. Ebû Dâvûd, “Vitir”, 14; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 17). Ancak Resûl-i Ekrem Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’ya özel bir değer atfetmiş, buralarda yapılan ibadetin diğer mescidlerde yapılandan daha faziletli olduğunu söylemiştir (bk. Müslim, “Ḥac”, 250). Bunların dışında Hz. Peygamber’in içinde ibadet etmeyi en çok sevdiği mescid, İslâm’da ilk mescid olan Mescid-i Kubâ’dır. Kendisi her cumartesi burayı ziyaret ederdi.

Resûl-i Ekrem, şeytandan Allah’a sığınarak ve rahmet kapılarının açılmasını dileyerek mescidlere sağ ayağı ile girer ve Allah’ın lutfunu temenni ederek çıkardı (İbn Mâce, “Mesâcid”, 13). Mescide girdiğinde iki rek‘at “tahiyyetü’l-mescid” namazı kılardı (Buhârî, “Ṣalât”, 60).

2. Eğitim-Öğretim ve Kültür Merkezi Olarak Mescid

Hz. Peygamber’in, bir gün mescide girdiğinde cemaatin bir kısmını dua ve zikirle, diğer bir kısmını ilimle meşgul halde görüp, “Ben muallim olarak gönderildim” diyerek ilimle meşgul olanların yanına oturması (İbn Mâce, “Muḳaddime”, 17), Asr-ı saâdet’te mescidin eğitim ve öğretim alanındaki fonksiyonunu göstermeye yeterlidir. Hatîb el-Bağdâdî, ilim meclisinin zikir meclisine üstünlüğü hakkında bir konu açarak buna dair rivayetleri sıralar (el-Faḳīh ve’l-mütefaḳḳih, I, 10-12). Mescidin bu fonksiyonunun İslâm’dan önceye giden bir geçmişi vardır. İmrân’ın karısının, doğacak çocuğunu mescidde yetiştirilmek üzere adaması (Âl-i İmrân 3/35-37), Mescid-i Aksâ’nın buna uygun bir planı olduğunu gösterir.

İslâm’da ilk eğitim ve öğretim faaliyetleri Mekke döneminde Dârülerkam’da başlamış, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra buna hız verilmiştir. Mesciddeki öğretim faaliyetleri “meclis” kelimesiyle ifade edilir. Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’deki derslerine “meclisü’l-ilm” denilmiştir ki bu ilk asırda hadis derslerini ifade ediyordu. Bu meclislerde Hz. Peygamber’in etrafında iç içe daire şeklinde oturan dinleyici grubuna “halka” denilmiştir (Buhârî, “ʿİlim”, 8). Halkalara ders vermede bazı sahâbîler de kendisine yardımcı olmuştur. Ubâde b. Sâmit bunlardan biriydi ve mescidde Kur’an ve okuma yazma öğretiyordu.

Mescidde barınan ve sayıları zaman zaman 400’e kadar çıkan (Kettânî, II, 232-233) ashâb-ı Suffe, vakitlerinin büyük bir kısmını öğrenimle geçiriyordu. İçlerinden bir kısmı sırf bunun için ticaret, zanaat ve tarım gibi işlerden çekilmiştir.

Mescidde eğitim ve öğretim sadece erkeklere münhasır değildi; kadınlar için de Mescid-i Nebevî’de ayrı bir gün tahsis edilmişti. Kadınların dinî konulardaki geniş kültürleri, kendilerine Hz. Ömer gibi sertliğiyle tanınan bir halifeye çekinmeden itiraz edebilme cesareti vermiştir. Nitekim Hz. Ömer, mehirlere sınırlama getiren kararından bir hanımın itirazı üzerine vazgeçmiştir.

Mezhep imamları camide yetişmişler ve buralarda ders okutmuşlardır. İmam Şâfiî küçük yaşlarda mescidlerdeki ders halkalarına katılmış, daha sonra buralarda ders vermiştir. Ebû Hanîfe kendi mescidinde ders okutur, talebelerinin mescidde yüksek sesle müzakere yapmalarına müsaade ederdi. İmam Mâlik Mescid-i Nebevî’de, Hasan-ı Basrî Basra Camii’nde öğretimle meşgul olmuşlardır. Tefsir, hadis, tarih, mantık, matematik, cebir, tıp alanlarında oldukça bilgi sahibi olan Taberî gününün bir kısmını eser yazmaya, bir kısmını mescidde ders vermeye ayırırdı.

Bağdat camilerinde çeşitli konularda dersler verilirdi. Buralara hoca tayini “nakībü’n-nükabâ” veya “nakībü’l-Hâşimiyyîn” denilen resmî bir görevli tarafından yapılırdı. Bu görevli aynı zamanda derslerin sükûnet içinde geçmesini sağlardı. Bağdat’taki camilerden farklı olarak Dımaşk ve Kahire camilerinde zâviyeler bulunurdu. Nitekim Emeviyye Camii’nde ve Kahire’deki Câmiu’l-atîk’te sekizer zâviye vardı ki bu sayı Osmanlılar döneminde Süleymaniye Medresesi’ne örnek teşkil etmiştir.

Mescidler sadece dinî eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler değildi. Kur’an ve hadisi anlamadaki öneminden dolayı daha ilk asırlardan itibaren edebiyat, bilhassa eski Arap şiiri de bu derslerin konuları arasına girmiştir. Tâbiînden Saîd b. Müseyyeb, Mescid-i Nebevî’deki meclisinde sık sık Arap şiiri üzerinde dururdu. Daha sonra camilerde nazarî tıp dersleri dahi verilmiştir. Meselâ V. (XI.) yüzyılda Hâkim-Biemrillâh devrinde İbnü’l-Heysem Ezher Camii’nde tıp dersleri veriyordu.

Camiler ilmî eserlerin muhafazası ve âlimlerin istifadesine sunulması bakımından da görev yapmıştır. Kûfeli dil âlimi Ebû Amr eş-Şeybânî’ye göre müellifler bağlı oldukları şehir veya mahalle camilerine, isteyenlerin okuması için eserlerinin birer nüshasını bağışlamayı âdet edinmişlerdi (İA, VI, 1126). Bunlar “hizâne” denilen dolaplarda muhafaza edilir, bazan da caminin bir köşesinde kütüphane şeklinde düzenlenirdi. Yâkūt el-Hamevî’nin rivayetine göre Horasan’ın en büyük şehri olan Merv’deki on kütüphanenin ikisi camide bulunuyordu. Vakıf eserlerden oluşan, Azîziye ve Kemâliye denilen bu iki kütüphaneden sadece birincide 12.000 civarında kitap vardı (Muʿcemü’l-büldân, V, 114).

Mısır camilerinin bazılarında oldukça büyük kütüphaneler mevcuttu. Kal‘atülcebel’deki muhtelif ilimlere dair pek çok kitap, Müeyyediyye Camii’ndeki kütüphaneye nakledilmişti. Ayrıca Muhammed el-Bârizî 1000 dinar tutarındaki 500 cilt kitabını buraya bağışlamıştı. Sultan da mükâfat olarak Bârizî’yi cami hatipliği ve kütüphane müdürlüğüne getirmiş, bu görevin kendisinden sonra evlâdına kalmasını emretmiştir (Makrîzî, II, 329-332). İsfahan Cuma Camii’nde Tâcülmülk’e ait bir kütüphane vardı.

Camilerin eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılması geleneği Osmanlılar’da da başlangıçtan beri benimsenen ve devam ettirilen bir uygulama olmuştur. Osmanlı medreselerinde mevcut odalarda (hücreler) öğrenci ikamet etmekte, medrese dershanesinde belirli dersleri görmekte, bunun dışında genel dersleri camilerde takip etmekteydi. Takrir şeklinde halka açık olarak verilen bu dersler için XVII. yüzyıldan itibaren dersiâmların tayin edildiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar aralıksız süren bu usule Cumhuriyet döneminde de devam edilmiştir.

Bunun yanında hat meşki, Kur’an tâlimi ve hıfzı gibi uygulamalı derslerin camilerde verildiği de bilinmektedir. Hatta o dönemde İstanbul’da bazı camiler geleneksel olarak yerleşmiş dersleriyle meşhur olmuştur. Meselâ Nuruosmaniye ve Amasya Beyazıt gibi bazı camilerde hat meşkedilirdi. Nitekim Ârif Efendi Nuruosmaniye’de verdiği hat dersleriyle tanınmıştı (DİA, III, 364). Bu dersler bazan camiye bir kapı ile açılan bitişik odalarda yapılırdı.

Osmanlı camilerindeki eğitim ve kültür faaliyetlerini tamamlayan önemli bir unsur da çok yaygın olarak görülen camilerde kütüphane tesisi geleneğiydi. Cami derslerini takip eden talebe ve namaz vakitleri arasında boş vakti olan cemaat için bu kütüphaneler çok faydalı olmuştur. Osmanlı cami kütüphaneleri, ya Mekke ve Medine Harem-i şeriflerindeki Mahmûdiye kütüphanelerinde, Ayasofya ve Süleymaniye örneklerinde olduğu gibi cami içerisinde demir şebeke ile ayrılan bir kısma yerleştirilmiş veya Beyazıt Veliyyüddin Efendi, Kayseri Râşid Efendi, Konya Yûsuf Ağa kütüphanelerinde olduğu gibi camiye bitişik olan ve bir iç kapı ile girilip çıkılan ek binalarda tesis edilmiştir (Erünsal, tür.yer.).

Osmanlılar’da özellikle XVI-XVII. yüzyıllarda medreselere tayin edilecek müderrisler arasında yapılan yarışma imtihanları ile ilgili olarak müderrislerin uygulamalı dersleri genellikle Fâtih, Süleymaniye ve Beyazıt gibi büyük camilerde halka açık olarak yapılmaktaydı. Burada aday, ilim heyetinin ve hazır bulunan cemaatin önünde önceden belirlenen konudaki dersini verir, daha sonra değerlendirmesi yapılırdı.

Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde sıbyan mektebi olmayan yerlerde camilerin çocukların eğitimi için okul olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, özellikle 1950’lerden itibaren yaz aylarında ilkokul öğrencilerine camilerde Kur’an öğretilmesi ve bazı sûrelerin ezberletilmesi şeklinde devam etmektedir.

3. Caminin Devlet Müessesesi Olarak Hizmetleri

a) Siyasetin Merkezi Olarak Cami

İslâm dininin tebliğcisi olduğu gibi İslâm devletinin de başkanı olan Hz. Peygamber’in evi mescide bitişik bulunuyordu ve cami ile evini dinî ve idarî münasebetler yönünden âdeta bütünleştirmişti. İslâm açısından din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmazlığının bir ifadesi olan Hz. Peygamber’in bu uygulaması, daha sonraki dönemlerde de uzun bir süre devam etti. “Dârülimâre” denilen hükümet konakları cami yanında inşa ediliyordu. Yeni kurulan Kûfe, Basra ve Fustat’ta böyle yapıldı. Dımaşk’ta olduğu gibi fethedilen şehirlerde de cami ve dârülimâre çoğunlukla yan yana bulunuyordu. Bu uygulama Emevî ve Abbâsîler’de de devam etti. Nitekim Emevî Halifesi Süleyman b. Abdülmelik Remle şehrini kurarken vali konağı ile camiyi karşı karşıya planladı.

Hz. Peygamber’in devlet yönetimiyle ilgili meseleleri mescidde görüşüp kararlar alması ve orada bu kararları halka duyurması sünneti kendisinden sonra devam etmiş, devlete ait idare binaları yapıldığında da bu âdet sürmüştür. Halifeler başşehrin merkez camisinde imâmet görevini yerine getiriyor ve idarede minberden büyük ölçüde faydalanıyorlardı. Minber başlangıçta merkezî idarenin bir sembolü idi ve sadece Mescid-i Nebevî’de bulunmasına izin verilmişti. Hz. Ömer, valiliği sırasında Mısır’da minber yaptırmak isteyen Amr b. Âs’a müsaade etmedi. Hz. Ebû Bekir’den itibaren halifeye biat minberde yapılıyordu. Halife de biattan sonra idarede takip edeceği genel prensipleri minberde okuduğu ilk hutbe ile ilân ederdi. Minber bu fonksiyonuyla anayasaya sahip toplumlarda üzerinde devlet siyasetinin açıklandığı kürsülere benzetilmiştir (Hasan İbrâhim, II, 242). Hz. Osman muhaliflerine karşı kendi icraatını minberde savunmuş ve bu âdet ondan sonra da devam etmiştir. Halifeler hacca gittikleri zaman Mekke ve Medine’deki camilerin minberlerinden, İslâm dünyasının her tarafından gelen müslümanlara hitap etme imkânı buluyorlardı.

Halifenin vilâyetlerdeki temsilcileri olan valiler merkezî camide imamlık yapar, bazan kadılık, kumandanlık gibi görevleri de üstlenirlerdi. Zira valilerin halkla bütünleşmesi istenmiş, halkın kendilerine ulaşabilmesi için cami en uygun yer kabul edilmiştir. Hz. Ömer, ahşaptan işlenmiş süslü kapısından muhtemelen halkın girmekten çekineceğini düşünerek Kûfe Dârülimâresi’ni yaktırmış ve Vali Sa‘d b. Ebû Vakkās bir süre Kûfe camilerinden birinde ikamet etmişti (Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân, s. 286).

Hz. Peygamber diplomatik görüşmeleri de mescidde yapar, yabancı elçileri en güzel elbiselerini giyerek burada kabul ederdi. Onun elçileri kabul ettiği yer halen “Üstüvânetü’l-vüfûd” (sefirler sütunu) olarak bilinmektedir.

Camiler daha sonra bu fonksiyonlarını kaybettiler. Artık minberlerde sadece Allah’a dua ediliyor, Hz. Peygamber’e salâtüselâm getiriliyor, sahâbeye rahmet okunuyor ve halifeye hayır duada bulunuluyordu. Halifenin camilerde, otoritesinin kabul edildiğini itirafa benzer bir şekilde isminin anılmasından başka siyasî bir fonksiyonu kalmamıştı.

b) Kamu Yönetimi Açısından Cami

Camiler ilk dönemden itibaren idarecilerin halkla bir araya geldiği yerlerdi. Asr-ı saâdet’te her türlü istek ve meseleler burada dile getiriliyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber’e, ilk halifelere ve diğer idarecilere namaz öncesinde ve sonrasında talep ve şikâyetlerini kolayca intikal ettirebiliyorlardı. Bir vali hakkında merkeze şikâyet ulaştığında müfettişler camileri gezerek tahkikat yaparlardı (Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân, s. 287).

Hz. Peygamber’in iktisadî hayata dair söz ve uygulamaları hadis kitaplarında büyük bir yer tutar. Mukaddes kitaplar içinde devlet bütçesi ve harcamaları ile ilgili hükümler ihtiva eden tek kitap olan Kur’an’ın bu iktisadî hükümleri Asr-ı saâdet’te camide yürütülürdü. Vergilerin tahsili ve tevziine bizzat nezaret eden Hz. Peygamber, mescidde toplanan malları gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Bu gelenek Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de bir süre devam etti. Hz. Peygamber devrinde Mescid-i Nebevî’ye bitişik “meşrebe”, “gurfe” veya “hizâne” adlarıyla anılan bir oda beytülmâl olarak kullanılıyordu (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1121). İdarenin cami ile olan ilgisinden dolayı başlangıçta beytülmâl genellikle camiye bitişikti, hatta bazan caminin içinde yer alırdı. Hz. Ali döneminde Basra beytülmâli aynı zamanda şehrin büyük camii durumundaydı. Muâviye Basra’daki adamları vasıtasıyla Hz. Ali’ye karşı harekete geçtiği zaman Vali Ziyâd b. Ebîh beytülmâli Huddân kabilesi camisine nakletmiştir (Taberî, V, 110-111). Fustat’ta maliyeden sorumlu Üsâme b. Zeyd, 97 (716) veya 99 (718) yılında Amr b. Âs Camii’nde minberin karşısında sütunlu ve kubbeli bir beytülmâl yaptırdı. Kûfe gibi bazı yerlerde ise beytülmâl dârülimâre içinde yer alıyordu (Taberî, IV, 45).

c) Caminin Adalet Hizmetlerindeki Yeri

İslâmiyet’in kendine has hukuk sistemi mescidlerdeki ders halkalarında tâlim edilmiştir. Ashâb-ı kirâm hukukî konuları mescidlerde müzakere ederdi (Dârimî, “Muḳaddime”, 51). Hatîb el-Bağdâdî’nin el-Faḳīh ve’l-mütefaḳḳih’inde konu başlıklarından biri de “Mescidlerde Fıkıh Tedrisinin Fazileti” adını taşır (II, 129-130).

Hz. Peygamber’in minberi ahkâmın öğretildiği, yanlış hukukî uygulamaların düzeltildiği bir yerdi. Meselâ kendisi “velâ hakkı”yla ilgili yanlış bir uygulamayı minberde dile getirip düzeltmiştir (Buhârî, “Ṣalât”, 70). Asr-ı saâdet’te mescid kazâî faaliyetlerin yürütüldüğü bir mekân olarak da hukuka hizmet etmiştir. Bazı âlimler, “Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı” (Sâd 38/21) meâlindeki âyeti, mescidlerde kazâî faaliyette bulunulabileceğine delil göstermişlerdir. Hz. Peygamber’in, “Benim şu minberimin dibinde kim yalan yere yemin ederse cehennemdeki yerine hazırlansın” (Ebû Dâvûd, “Îmân”, 3) meâlindeki hadisi, davalara Mescid-i Nebevî’nin minberi yanında bakıldığını göstermektedir. Nitekim Buhârî’nin naklettiğine göre Hz. Ömer ve Mervân’ın davalara baktıkları yer minberin yanındaydı. Aynı rivayette Buhârî, Şüreyh, Şa‘bî, Yahyâ b. Ya‘mer gibi ünlü kadıların mescidde kazâî faaliyette bulunduklarını nakleder (Buhârî, “Aḥkâm”, 18). Ayrıca çeşitli kaynaklarda dört halifenin mescidlerde davalara baktıkları kaydedilmektedir. Merkezî yerlerde olması, kuvvetli-zayıf, büyük-küçük her sınıftan insanın çekinmeden oraya ulaşabilmesi yönünden İmam Mâlik mescidleri kazâ için daha uygun görmüştür (Sahnûn, V, 144). Hanefîler de buna yakın bir görüşe sahiptirler. Şâfiî, davalıların dinî hüviyeti ve dava sırasında hasımların söyleyebilecekleri kötü sözler sebebiyle bunu tenzîhen mekruh saymışsa da (İbn Ebü’d-Dem, s. 109) camilerde kazâî faaliyetler eksik olmamıştır. Ömer b. Abdülazîz gibi bazı halifelerin mescidde kazâya karşı olmaları da dinî kimlikle ilgilidir. Müşrikler necis kabul edildiği için dava maksadıyla da olsa mescide girmeleri istenmemiştir. Mısır kadılarıyla ilgili rivayetlerden, onların da çoğunlukla camide faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır (Kindî, s. 428, 443, 444, 469, 487-495).

Osmanlılar’da ilk zamanlar birine kadılık görevi verildiğinde görev yapacağı yerin camisine götürülür, tayiniyle ilgili berat orada okunur ve merasim yapılırdı. Kadılar davaları görmek için camide otururlardı. Bu uygulama daha önceden intikal etmiş bir âdet olmalıdır. Çünkü benzer uygulamalar Fâtımîler’de de görülmektedir. Milâdî 976’da Halife Azîz-Billâh zamanında Ali b. Nu‘mân’ın kadılığa tayin kararnâmesi, Amr b. Âs Camii minberinden okunarak duyurulmuştur. İstanbul kadıları ise davalara genellikle evlerinde bakmışlardır. Ancak mahkeme için özel binalar yapıldıktan sonra da zaman zaman camilerin bu iş için kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Osmanlılar’da uzun süre devam eden bazı teftiş ve tahkikatlar halka açık olarak camilerde yapılmıştır. Nitekim Kanûnî Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) Rumeli Kazaskeri Bostan Çelebi, Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi ve İstanbul Kadısı Saçlı Emîr Efendi hakkında kadı ve müderrislerden şikâyetler gelmiş, bunun üzerine Kanûnî Sultan Süleyman tahkikat açılmasını emretmiştir. Fâtih Camii’nde devrin tanınmış âlimlerinden oluşan bir heyet huzurunda günlerce devam eden tahkikattan sonra her üç âlim de temize çıkmıştır (İpşirli, İTED, VIII/1-4, s. 209).

Mescidlerde hüküm verilmekle birlikte had cezaları buralarda nâdiren uygulanmıştır. Zira Hz. Peygamber mescidlerde had tatbikini ve kısas uygulamasını yasaklamıştır (Müsned, III, 434). Bununla beraber camide had cezası uygulayanlar olmuştur. Nitekim otuz yıldan fazla Kûfe kadılığı yapmış olan İbn Ebû Leylâ, mescidde had uyguladığı için Ebû Hanîfe tarafından tenkit edilmiştir (Serahsî, XXX, 165).

d) Mescidin Askerî Amaçlar İçin Kullanılması

Kur’an’da cihadla ilgili âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Bunların devamlı olarak namazlarda okunması, müslümanları düşmanla mücadeleye hazır tutardı. Kendisinden önceki birçok peygamber gibi Hz. Peygamber’in bir vasfı da ordu kumandanı olmasıdır. Bu bakımdan Asr-ı saâdet’te mescid askerî bir karargâh, bir nevi askerî şûra meclisi ve askerî hastahane olarak da görev yapmıştır. Hz. Peygamber savaştan önce ashabıyla istişare eder ve aksine bir vahiy gelmedikçe onların fikirlerine uyardı. Uhud Gazvesi öncesinde Mescid-i Nebevî’de böyle bir toplantı yapılmış, çoğunluğun fikri düşmanla şehir dışında karşılaşmak yönünde olduğu için buna uyulmuştur. Resûl-i Ekrem cuma namazını kıldırdıktan sonra onları cihada teşvik etmiş ve sabrettikleri takdirde zafer kazanacaklarını bildirmiştir.

Hz. Peygamber savaş kararlarını genellikle mescidde verir ve bunu minberden ilân ederdi; açılan deftere gönüllülerin adlarını yazdırmalarını isterdi. Sefer halinde orduyu donatmak üzere halkı yardıma çağırırdı. Bir seriyye göndereceği zaman kumandanına mescidde tâlimat verirdi. Nitekim Abdullah b. Cahş’ı Nahle’ye gönderdiğinde onu gizli bir yazılı tâlimatla Mescid-i Nebevî’den uğurlamıştır. Orduya bizzat kumanda edeceği zaman mescidde iki rek‘at namaz kılar, zırhını giyerek dışarı çıkar ve kapıya getirilen atına binip seferi başlatırdı. Kumandanlar sefer dönüşünde mescidde rapor verirlerdi.

Mescid-i Nebevî’de barınan, Kur’an’ın kendilerini cihada adamış kimseler olarak tanıttığı (bk. el-Bakara 2/273) ashâb-ı Suffe, âni askerî görevler için hazır birlik özelliği taşıyordu. Devlet başkanının oturduğu yerin hemen bitişiğinde bulunan ve umumiyetle ticaret ve toprakla uğraşmayan, en zâhid, en heyecanlı kişilerden oluşan ashâb-ı Suffe, sevkedildikleri hedeflere hemen gider ve görevlerini lâyıkıyla ifa ederlerdi.

Mescidler sefer esnasında ordunun mâneviyatının zinde tutulduğu, gereken tâlimatın ve taktiğin verildiği mekânlar olmuştur. Hz. Peygamber askerî seferler sırasında geçtiği bölgelerde ve savaş alanlarının uygun yerlerinde mescidler edinmiştir. Bedir’de, Hendek’te ve Tebük Gazvesi’nde bunların örnekleri görülmektedir. Tebük Gazvesi sırasında ordunun konakladığı on beş kadar yerde mescid yapılmıştır. Bu mescidler mimari açıdan mütevazi olmakla beraber fonksiyonları bakımından önemli yapılardı.

Mescidler hastahane olarak da kullanılmıştır. Hendek Gazvesi’nde yaralanan Sa‘d b. Muâz için Mescid-i Nebevî’de bir çadır kurulmuştu (Buhârî, “Ṣalât”, 59; Müslim, “Cihâd”, 67). Bazan da savaş esirleri geçici olarak mescidlerde muhafaza edilmiştir. Ancak bununla esirin İslâmiyet’i kabul etmesi amaçlanmış ve bunda da genellikle başarıya ulaşılmıştır (Buhârî, “Ṣalât”, 83; Müslim, “Cihâd”, 59). Osmanlılar’da da Balkan Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği 1912 yılında, askerin koleradan kırıldığı bir sırada, bunların bakımı için elverişli yer bulunamaması üzerine Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi’nin yardım ve desteğiyle İstanbul’da bazı camiler hasta ve yaralılara tahsis edilmiştir.

Mescidlerin askerî fonksiyonları Hz. Peygamber’den sonra da devam etmiştir. Ordugâh şehirlerinde ve diğer yerleşim birimlerinde valiler ordu kumandanlığı yanında merkezî camilerde imamlık görevini de yüklenmişlerdir. Türk İstiklâl Harbi’nde de camiler millî birliğin sağlandığı ve düşmana karşı ilk toplu hareketin başladığı yerler olmuştur. Bu sırada Mehmed Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaazlar çok etkili olmuştur.

Mescidin bunların dışında daha birçok içtimaî fonksiyonu vardı. Meselâ mescid misafirhane olarak kullanılmış, burada savaş gösterileri yapılmış, şiir söylenmiştir. Hz. Peygamber nikâhların mescidlerde ilân edilmesini istemiştir (Tirmizî, “Nikâḥ”, 6). Fakat bünyesinde topladığı hizmetler zamanla mescide sığmaz oldu ve sonuçta külliyeler doğdu. Böylece mescid birçok müessesenin kendisinden kaynaklandığı bir ana müessese olmuştur.

Ayrıca Osmanlılar’da birçok merasimin icrası için camiler seçilmiştir. Bunların içerisinde en önemli ve ihtişamlı olanı kılıç alayı merasimidir. Genellikle Eyüp Camii avlusunda Eyüp Türbesi’nde yapılan bu merasim, İstanbul’un fethinden önce ve daha sonra bazan Edirne’deki Eskicami’de de yapılmıştır.

F) Camilerin İdaresi ve Görevlileri

1. İdaresi

a) Camilerde Merkezî İdare ve Özel Camilerin İdaresi

“İmam” olarak da adlandırılan İslâm devletinin başkanı, müslümanların imamı sıfatı ile camilere nezâret hakkına sahipti. Eyaletlerde bu yetki, halifenin temsilcisi olan valilere ve görevlendirdikleri kadılara ait bulunuyordu. Camilerin iç siyasetteki rolü bilindiğinden halifeler özellikle büyük camilere itina gösteriyorlardı. Hutbe halife adına okunur ve hutbede halifenin adının anılması bölgenin idareye olan itaatinin işareti sayılırdı. Camilerin inşası ve tamiri çok defa şahıslar ya da vakıflar eliyle olmuştur. Yalnız Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî ile benzeri büyük camiler ayrı bir önem taşıdıklarından tamir ve genişletme işleriyle halifeler özel olarak ilgilenmişlerdir. İmam başta olmak üzere cami görevlilerinin tayin ve kontrolleri kadılar tarafından yapılmaktaydı.

Ancak özel camilerde durum biraz farklıydı. Genellikle camiyi yaptıran kişinin bizzat kendisi cami ile ilgileniyor ve bu kimselere “nâzır” deniyordu. Öldükten sonra veya bazan sağlığında caminin vakfiyesinde yazılı şartlara göre nezâret işi bir mütevelliye intikal ediyordu. Nâzır veya mütevelli caminin gelirlerini toplar ve ihtiyaç yerlerine sarfederdi. Bunlar görevlilerin tayininde de yetki sahibiydiler. Ancak bazı durumlarda kadılar özel camilerdeki imam, hatip, müderris gibi görevlilerin denetimine müdahale etmişler ve cami idaresinde nâzırlardan daha etkin bir rol oynamışlardır.

b) Malî Durum

Camilerin yapımı için gerekli olan malî harcamaları umumiyetle hükümdar, vezir, emîr, eşraf gibi nüfuzlu kişiler üstlenmiş; bakımı, malzeme temini, görevlilere ödeme yapılması gibi masrafları ise camiye vakfedilen gayri menkul gelirleriyle karşılanmıştır. Başka alanlarda da hizmet veren vakıflar İslâm âleminde o kadar yaygınlaşmıştı ki hemen hemen her caminin en az bir gayri menkul vakfı vardı. Bazı camilerin, bulundukları yerden çok uzaktaki ülkelerde vakıf mülkleri bulunabiliyordu. Meselâ Mescid-i Nebevî’nin Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta vakıfları vardı. Vakıf gelirleri vakfiyede yazılı şartlara göre harcanırdı. Bazan vakfın gelirleri caminin ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar azalıyor veya vakıflar ortadan kalkıyordu. Bu durumda ya yeni vakıflar kuruluyor veya hayır severler yardımda bulunuyordu. Devlet bütçesinden tahsisat ayrıldığı da olmuştur. Nitekim Fâtımî Halifesi Hâkim-Biemrillâh, 403 (1012) yılında yaptırdığı bir tahkikat sonunda 800’den fazla caminin gelirden mahrum olduğunu öğrenmiş, bu camiler için beytülmâlden her ay 9220 dirhem ayırmış, 405 (1014) yılında da cami hizmetlileri için yeni arazi vakıfları kurmuştur.

c) Türkiye’deki Camilerin İdaresi

Osmanlı döneminde camiler bânilerinin kurduğu vakıfların mütevellileri tarafından yönetiliyordu. Bu vakıfların hukukî statüsü vakfiyelerle belirlenmekteydi. Camiye ait vakıfların yönetiminden sorumlu olan mütevellilerin her yıl muhasebe sonuçlarını mahallî kadı aracılığıyla merkeze gönderip tasdik ettirmeleri gerekiyordu. Camide bir görev boşaldığında mütevellinin doğrudan tayin yapma yetkisi olmadığından kadıya münasip birini teklif eder, kadı da bir i‘lâmla durumu İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyun’a arzeder, teklif edilen şahsın durumu incelendikten sonra uygun görülürse kendisine görev verilirdi. Vakıf sahibinin vakfiyede tesbit ettiği imam, müezzin, hatip, kayyım, cüzhan, devirhan, sûrehan, dersiâm gibi cami görevlilerinin ücretleri mütevellilerce ödenirdi. Artan gelirler de (zevâid-i evkāf) caminin bakım, onarım vb. ihtiyaçları için kullanılırdı.

II. Mahmud döneminde Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti kurularak (1826) imparatorluk içindeki bütün vakıfların gelirleri bu nezâretin denetimine verilince büyük bir yeküne ulaşan fazla gelirin vakıf gayeleri dışında devlet hazinesine aktarılması, diğer vakıflarla birlikte cami vakıflarını da zayıflatmış, birçok cami vakfı personel ve tamir giderlerini karşılayamaz hale gelmiştir.

Camilerin yönetimi 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti kararıyla kurulan Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’ne devredilmiştir. Daha sonra 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla bu vekâlet ilga edilerek yerine başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği makamı tesis edilmiştir. Bu kanunla Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün cami, mescid, tekke ve zâviyelerin yönetimiyle imam, hatip, vâiz, şeyh, müezzin, kayyım ve diğer görevlilerin tayin ve azillerine Diyanet İşleri Reisliği görevli kılınmıştır (md. 5). Cami vakıfları dahil bütün vakıfların yönetimi önce başbakanlığa, daha sonra da yeni kurulan Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 30 Kasım 1925’te türbe, tekke ve zâviyelerin kapatılması, Diyanet İşleri Reisliği’nin yetki alanını daraltmıştır. Bu dönemde cami görevlilerinin ücretleri çok düşük düzeyde tutulmuş, “cihât-ı fer‘iyye” denilen cüzhanlık, devirhanlık, sûrehanlık gibi ikinci derecedeki görevlerin boşalması halinde buralara yeni tayin yapılmamış, imam, hatip, müezzin ve kayyım kadroları büyük çapta daraltılmıştır.

15 Aralık 1927 tarihli Şûrâ-yı Devlet kararıyla cami görevlilerinin aylıkları devlet bütçesinden karşılanmakla birlikte bunların memur veya müstahdem sayılmamaları kararlaştırılmıştır. 8 Haziran 1931 tarih ve 1827 sayılı kanunla camilerin yönetimiyle cami görevlilerini tayin ve azletme yetkisi Diyanet İşleri’nden alınarak Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne verilmiştir. Bu kanunla çelişen 429 sayılı kanunun 5. maddesinin yürürlükten kalkmış olduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 4 Ocak 1932 tarihli kararıyla kesinlik kazanmıştır. 25 Aralık 1932’de yürürlüğe giren “Cami ve Mescidlerin Tasnifi Hakkındaki Nizamnâme” hükümleri gereğince il ve ilçelerde vakıflar müdür ve memurlarının, bunların bulunmadığı yerlerde vali ve kaymakamların uygun gördüğü bir kişinin başkanlığı altında yapılan sübjektif değerlendirmeler sonucunda, 15 Kasım 1935 tarih ve 2845 sayılı kanunla ihtiyaç dışı görülen birçok cami başka maksatlarla kullanılmak üzere kapatılmış, kapanan camilerin çoğu ordu tarafından depo olarak kullanılmış, bazıları Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve özel kişilere satılmıştır. Açık kalan camilere de çok sınırlı görevli tayini yapılmıştır.

25 Aralık 1932 tarihli nizamnâme ile camilerdeki cüzhanlık, devirhanlık, sûrehanlık gibi hizmetler imam, hatip ve müezzinlik görevleriyle birleştirilmiş ve bu görevlerin yürütülmesi işinin Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün yetki alanı içinde olduğu belirtilmiştir. 11 Kasım 1937 tarihli “Cami Hademesi Nizamnâmesi”nde cami görevlilerinin her türlü denetiminin Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne ait olduğu vurgulanarak Diyanet İşleri Reisliği’nin görevi sadece vâizlerle hatiplerin vaaz ve hutbelerini kontrol etmekle sınırlandırılmış, devlet memurlarının cami ve mescidlerde görev yapmaları yasaklanmıştır. Bu dönemde ilgisizlik ve bakımsızlıktan birçok cami harap olmuştur.

Camilerin yönetimi, 29 Nisan 1950’de yürürlüğe giren 5634 sayılı kanunla, Diyanet İşleri Reisliği yeniden teşkilâtlandırılarak daha önce Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne intikal etmiş olan cami görevlileri kadrolarıyla birlikte yeniden bu kuruma bağlanmıştır. Cami görevlilerinin kanunî statüleri ve özlük hakları, 22 Haziran 1965 tarihli ve 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”la belirlenmiştir.

Türkiye’de bugün cami yapma, mevcutları tamir ve yaşatma şahıslar, dernekler ve özel vakıflar eliyle yapılmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü, mülkiyetindeki camilerin bakım ve onarımından sorumludur. Ayrıca derneklere ve özel vakıflara da projelerini Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne onaylatmak şartıyla ve bu kurumun denetimi altında, yıkılmış camilerin yerine aslına uygun olarak inşa ve onarım izni verilmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yurt içinde ve yurt dışında yürüttüğü hizmetlere yardımcı olmak amacıyla 1975 yılında kurulan Türkiye Diyanet Vakfı, 735 şubesiyle diğer hizmetlerinin yanı sıra cami yapım, bakım ve onarımı konusunda önemli hizmetlerde bulunmaktadır. Cumhuriyet devrinde yapılan en büyük cami olan Ankara Kocatepe Camii’nin inşası da büyük ölçüde bu vakfın desteğiyle gerçekleştirilmiştir.

Ocak 1992 tarihi itibariyle Türkiye genelinde 66.674 cami mevcut olup bu camilerde 56.135 imam-hatip, 9560 müezzin-kayyım ve 739 vâiz kadrolu olarak görev yapmaktaydı. Camilerin çoğu kadrolu olduğu halde bunlardan bir kısmının görevlisi bulunmamakta, kadro tahsis edilmemiş camilerdeki görevlilerin ücreti ise vatandaşlar ve çeşitli dernekler tarafından sağlanmaktadır. Cami görevlilerinin hizmet içi eğitimiyle bilgilerinin arttırılması da Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yürütülmekte olup bu maksatla Bolu (1973), İstanbul-Haseki (1976), Elazığ-Harput (1982), Antalya (1982), Ankara (1983), Kastamonu (1984) ve Manisa’da (1986) eğitim merkezleri açılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinde camiler için ayrılmış bir tahsisat olmadığından camilerin yapımı, bakım, onarım ve her türlü malzeme temini gibi masrafları şahıslar veya dernek, vakıf gibi kuruluşlar tarafından karşılanmaktadır. Bundan dolayı bazı camilerin mülkiyetleri çeşitli şahıs veya kuruluşlar üzerinde görünmektedir. 1 Ocak 1992 tarihi itibariyle Türkiye’de cami bulunmayan bucak ve kasaba sayısı 47, köy sayısı ise 2125’tir.

2. Cami Görevlileri

Camide görevli olan kişiler imam, hatip, müezzin, vâiz, kussâs, kāri, cüzhan, bevvâb ve hademeler (kayyım) şeklinde sıralanabilir. İmam cemaate namaz kıldıran kişidir. Bazı bölgelerde halifeden ayırmak için imama “sâhibü’s-salât” denilmekteydi. İlk dönemlerde merkezde devlet başkanı, eyaletlerde valiler şehirdeki en büyük caminin imamlığını yapmışlardır. Valinin bulunmadığı zamanlarda sâhibü’ş-şurta (emniyet âmiri) ona vekâlet ederdi. Ancak Emevîler’den itibaren halifeler ve valiler istisnaî durumlar dışında imamlık yapmamışlar, bu iş için görevliler tayin etmişlerdir. Bu görevlilerin maaşı beytülmâlden veya vakıf gelirlerinden ödeniyordu.

Cuma ve bayram namazlarında hutbe okuyan hatip umumiyetle imamlık görevini de yürüten şahıstı. Yalnız bazı büyük camilerde imamdan ayrı bir, bazan da birkaç hatip görev yapardı. Hutbe siyasî bir önem taşıdığından hatip de önem kazanmış, bu sebeple çok defa kadılar hatiplik görevini bizzat üstlenmişlerdir.

İslâm tarihinde ilk müezzin, hicrî 1. yılda Hz. Peygamber tarafından görevlendirilen Bilâl-i Habeşî’dir. Âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmü Mektûm da Hz. Peygamber’e müezzinlik yapmıştır. Bunlardan başka zaman zaman Resûlullah’a müezzinlik yapan başka sahâbîler de vardı (bk. Kettânî, I, 156-159). Müezzin, namaz vaktinin geldiğini bildiren ezanı yüksek sesle okuyarak cemaati toplar, imamı namaza çağırır, onun gelmesi üzerine de namazın başladığını belirtmek için kāmet getirir. Minareler yapılmadan önce ezan genellikle camiye yakın yüksek bir yerden okunurdu. Bilâl-i Habeşî, Mescid-i Nebevî’ye yakın en yüksek evin damına çıkarak ezan okurdu. Mekke’nin fethinde de Hz. Peygamber’in emri üzerine Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumuştur. Müezzinlere ilk defa maaş bağlayan kişinin Hz. Osman olduğu nakledilir. Zamanla müezzinlere yüklenen görevler çoğaldı. Camide tesbih, zikir, mevlid ve tilâvet gibi âdetler gelişti. Buna bağlı olarak da camilerde müezzin sayısı arttı. İbn Battûta Emeviyye Camii’nde yetmiş müezzin bulunduğunu kaydeder (Seyahatnâme, I, 95).

Hz. Peygamber, ashabın istekli anlarını gözeterek belli zamanlarda camide vaaz veriyordu; Abdullah b. Mes‘ûd da bunu örnek alarak etrafında toplananlara haftada bir gün vaaz etmeyi uygun bulmuştu. Hz. Ömer döneminde Temîm ed-Dârî, halife cuma namazı için camiye gelmeden önce vaaza başlardı; Hz. Osman döneminde de kendisine haftada iki defa vaaz etme izni verilmişti ki bu zat ilk kas (kıssacı vâiz, çoğulu kussâs) olarak kabul edilir. Vâiz ve kas tabirleri çok defa birbirinin yerine kullanılırsa da kussâs, daha çok dinleyici toplamak maksadıyla anlatımlarına asılsız hikâye, efsane ve masallar karıştırdıkları için vâizlerden ayrı değerlendirilmiş ve kendilerine iltifat edilmemesi istenmiştir. Hz. Ali’nin Basra Camii’nden kussâsı kovduğu rivayet edilir. Ancak kussâs, hemen her dönemde camilerde vâiz olarak konuşmalar yapmıştır. Nitekim Abbâsîler döneminde kussâs camilerde resmen görev yapıyordu. Fâtımîler’de de aynı durum devam etmiştir.

Camilerde kāri (çoğulu kurrâ) tarafından Kur’an tilâvet edilmesi âdetine Emevîler döneminden itibaren rastlanmaktadır. İbn Cübeyr’e göre Emeviyye Camii’nde kurrâ sabah ve ikindi namazlarından sonra düzenli bir şekilde Kur’an okurdu (er-Riḥle, s. 244 vd.). Özellikle cuma vb. günlerde Kur’an tilâvetine önem verilirdi. Osmanlılar’da selâtin camilerinde cüzhan adı verilen kāriler namazlardan önce Kur’an’dan birer cüz okurlardı. Selâtin camilerinde cüzhanlar için müstakil kürsüler yapılmıştı. Bunlar vâiz kürsülerinden daha küçük olup genellikle iki duvar arasına yerleştirilmişti. Bazı cami ve türbelerde ise ücretleri bir vakıf tarafından karşılanan ve gece gündüz aralıksız bir şekilde nöbetleşe Kur’an okuyan kāriler bulunurdu.

Hz. Peygamber’in mescidini süpüren zenci bir kadın veya erkeğin bulunduğu nakledilir (Buhârî, “Ṣalât”, 72, 74). Daha sonra bu iş için hademeler çalıştırılmıştır. Bunların sayısı caminin büyüklüğüne göre değişiyordu. Meselâ 300 (912) yıllarına doğru Kudüs Camii’nde 140 veya 230 hademenin bulunduğu kaydedilmektedir. Hademe sayısının çok olduğu durumlarda iş bölümü yapılıyordu. Kayyım tabiri ise aslında temizlik, lambaların yakılması, suların taşınması gibi işlere nezaret eden, mum, lamba yağı, temizlik malzemesi vb. cami ihtiyaçlarını tesbit ve temin eden kişiye delâlet ediyor olmalıdır. Bazan imam, hatip, hatta kadı caminin kayyımlığını da yapıyordu. Buna karşılık kayyımlar doğrudan doğruya hademelerin yaptığı temizlik işleriyle de uğraşmışlar ve sonraları kayyım tabiri bu mânada kullanılmıştır.

Osmanlı döneminde cami personelinde gerek tür gerekse sayı bakımından önemli bir artışın olduğu gözlenmektedir. Köy ve mahalle camilerinde ücretini cami vakfından alan bir imam ve müezzin bulunmakta, küçük ve geliri sınırlı olan camilerde ise sadece imam görevi ifa etmekteydi. Bunun yanında vezirlerin, ağa ve paşaların, bazı varlıklı kimselerin inşa ettirdiği camilerde cami vakfından ücret alarak görev yapan personel sayısının arttığı görülmektedir. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde bunun binlerce değişik örneğine rastlamak mümkündür.

Diğer taraftan çok geniş vakıflara sahip selâtin camilerinde görevli sayısı oldukça fazla idi. Meselâ III. Murad’ın Manisa’da inşa ettirdiği Murâdiye Camii’nde iki imam, bir hatip, bir vâiz, dokuz müezzin, doksan dört cüzhan, otuz iki hademe olmak üzere toplam 139 kişi cami vakfından çok farklı seviyelerde ücret almaktaydı. Süleymaniye Camii’ndeki görevli sayısı ise daha fazla idi. Süleymaniye Külliyesi’nden ücret alan toplam 936 kişiden 303’ü doğrudan Süleymaniye Camii’ne bağlıydı. Bunların içerisinde imam, müezzin, hatip, vâiz, kayyım, ferrâş gibi cami hizmeti ifa edenlerin sayısı ancak yirmi otuz kadardı. Bunun dışında sayıları yüzleri bulan cüzhan, devirhan, en‘âmhan, musallihan gibi hizmetliler ise ilim tahsil edenlere, bazı tarikat erbabına tahsis edilen cüzi burs niteliğinde daha az bir ücret alıyorlardı. XVII-XVIII. yüzyıllarda camilerde kürsü şeyhliği, dersiâmlık gibi görevlere de rastlanmaktadır. Osmanlılar’da bütün cami personeli askerî zümre kapsamına alınmış, böylece kendilerine vergilerden muafiyet ve başka imtiyazlar tanınmıştır. Diğer taraftan teşrifat defterlerinde, özellikle selâtin camilerinin vâiz, hatip ve imamlarına devlet protokolünde yer verildiğine dair bilgilere rastlanmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “dâr” md.

Lisânü’l-ʿArab, “ḥrb”, “scd” md.leri.

Wensinck, el-Muʿcem, “muṣallâ” md.

M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “scd” md.

BA, Cevdet-Evkaf, nr. 721.

İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), tür.yer.

İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemal Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, IV, 432-433.

Müsned, II, 106, 178; III, 404, 434; IV, 85, 229, 247; V, 156, 157, 185, 328.

Dârimî, “Muḳaddime”, 32, 51.

Buhârî, “Eẕân”, 46, 49, 81, “Ṣalât”, 41, 42, 44, 45, 49, 52, 54, 59, 60, 65, 7072, 74, 77, 83, “Teheccüd” 25, “İtikâf”, 17, “ʿİlim”, 6, 8, 23, 24, 52, “ʿÎdeyn”, 7-8, “Mescidü Mekke”, 1, 6, “Enbiyâʾ”, 40, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 45, “Cumʿa”, 11, “Ṣavm”, 68, “Mekâtib”, 1-3, “Aḥkâm”, 18-29, “Ḫuṣûmât”, 4, “Ṣulḥ”, 9-13.

Müslim, “Mesâcid”, 1-316, “Ṣıfâtü’l-münâfiḳīn”, 82-83, “Ḥac”, 250, 415, 511, 512, “Zühd”, 43, 44, “Cihâd”, 59, 67, “Müsâfirîn”, 69-70, 213.

İbn Mâce, “Mesâcid”, 119, “Muḳaddime”, 17, “Aḥkâm”, 9.

Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 13, 46, 199, “Ṭalâḳ”, 40, “Menâsik”, 94, “Vitir”, 14, “Îmân”, 3, “Büyûʿ” 37, “ʿItḳ”, 53.

a.mlf., el-Merâsîl, Kahire 1310, s. 4.

Tirmizî, “Ṣalât”, 126, “Cumʿa”, 64, “Nikâḥ”, 6, “Menâḳıb”, 18.

Nesâî, “Taṭbîḳ”, 78, “Mesâcid”, 1-46, “İmâmet”, 50.

Taberânî, el-Muʿcemü’l-evsaṭ (nşr. Mahmûd et-Tahhân), Riyad 1405-1406/1985-86, I, 143.

Heysemî, Mecmaʿu’z-zevâʾid, II, 46.

Ebû Yûsuf, el-Ḫarâc, Kahire 1382, s. 138-149.

İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 11, 23-24.

Vâkıdî, el-Meġāzî, I, 13, 336-337; II, 531-533; III, 761-762, 875-884, 980, 999.

İbn Hişâm, es-Sîre, I, 367; II, 143, 509; IV, 179.

İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 239-241, 313; II, 37-38.

Sahnûn, el-Müdevvene, V, 144.

İbn Şebbe, Târîḫu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 57-75.

Belâzürî, Ensâb, I, 264, 266, 273.

a.mlf., Fütûḥu’l-büldân, Kahire 1318-19/1901, s. 12, 42, 122, 137, 285-294, 354-380.

Ya‘kūbî, Târîḫ, II, 60.

Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I, 121; III, 447, 610; IV, 45, 87-88, 361-367, 500; V, 110-111, 234, 355, 369.

Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, Kum 1984, II, 251; III, 158.

Kindî, el-Vülât ve’l-ḳuḍât (Guest), s. 428, 443, 444, 469, 487-495.

Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, I, 113.

Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 130, 248.

Ebû Ya‘lâ, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 227.

İbn Abdülber, Câmiʿu beyâni’l-ʿilm (nşr. Abdurrahman Hasan Mahmûd), Kahire 1975, s. 164, 174-175, 185-186, 305.

Hatîb el-Bağdâdî, el-Faḳīh ve’l-mütefaḳḳih, Riyad 1969, I, 10-12; II, 129-130.

a.mlf., Târîḫu Baġdâd, I, 73.

Serahsî, el-Mebsûṭ, XXX, 165.

Süheylî, er-Ravżü’l-ünüf, IV, 254-255, 261-264, 266-267.

İbn Cübeyr, er-Riḥle, Beyrut 1400/1980, s. 21-24, 92, 173, 244 vd., 246-254.

Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 61.

a.mlf., Muʿcemü’l-büldân, V, 114.

İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe (Bennâ), I, 301-302; III, 92.

İbn Ebü’d-Dem, Edebü’l-ḳażâʾ (nşr. Muhammed Mustafa ez-Zühaylî), Dımaşk 1402/1982, s. 109.

Hâzin, Lübâbü’t-teʾvîl (Mecmûʿa mine’t-tefâsîr içinde), İstanbul 1324 ⟶ Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), I, 108.

İbn Battûta, Seyahatnâme, I, 95.

İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, II, 229-231; V, 106.

a.mlf., el-Bidâye, III, 210; VII, 21.

İbn Haldûn, Muḳaddime, Beyrut 1967, s. 477, 635.

Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 285-286; II, 244-247, 329-332, 455.

Tecrid Tercemesi, X, 107.

Semhûdî, Vefâʾü’l-vefâ, I, 242.

Süyûtî, Ḥüsnü’l-muḥâḍara, I, 451.

Nuaymî, ed-Dâris fî târîḫi’l-medâris (nşr. Ca‘fer el-Hasenî), Dımaşk 1988, II, 303-370.

Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, I-II.

Mevlâna Şiblî, Asr-ı Saâdet (trc. Ö. Rıza Doğrul), İstanbul 1928, I, 169.

Ahmed Emîn, Ḍuḥa’l-İslâm, Kahire 1932, II, 52.

C. Zeydân, Medeniyyet-i İslâmiyye, V, 251.

Osman Nuri Ergin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihî İnkişafı, İstanbul 1936, s. 78.

Mez, el-Ḥaḍâretü’l-İslâmiyye, III, 124.

Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 29, 373-374.

a.mlf., İlmiye Teşkilâtı, s. 139.

Ronart, CEAC, s. 373-376.

Muhammed Hamîdullah, İslâmda Devlet İdaresi (trc. Kemal Kuşçu), İstanbul 1963, s. 118-119.

a.mlf., İslâm Peygamberi, II, 1121.

a.mlf., Le Saint Coran, Paris 1989, s. 294.

a.mlf., İslâm Müesseselerine Giriş (trc. İhsan Süreyya Sırma), İstanbul 1981, s. 45-73.

a.mlf., Hz. Peygamberin Savaşları, s. 262.

Celâl Esad Arseven, Türk Sanat Tarihi, İstanbul, ts. (Maarif Basımevi), I, 219.

Cezîrî, el-Meẕâhibü’l-erbaʿa, I, 284-291.

Buḥûs̱ müʾtemeri risâleti’l-mescid, Mekke 1395/1975, s. 1-568 (Râbıtatü’l-âlemi’l-İslâmî’nin 15-20 Ramazan 1395/20-25 Eylül 1975’te tertiplediği mescidlerle ilgili sempozyum bildirileri).

Ahmed Çelebi, İslâmda Eğitim-Öğretim Târihi (trc. Ali Yardım), İstanbul 1976, s. 95-107, 228-234.

Seyyid Sâbık, Fıḳhü’s-sünne, Beyrut 1977, I, 246-259, 535.

Fahrettin Atar, İslam Adliye Teşkilâtı, Ankara 1980, s. 153.

Muhammed Mâhir Hammâde, el-Mektebât fi’l-İslâm, Beyrut 1981, s. 82-86.

G. Makdisi, The Rise of Colleges, Edinburgh 1981, s. 10-24.

Bâ Selâme, Târîḫu’l-Kâʿbeti’l-muʿaẓẓama, Cidde 1402/1982, s. 50.

Nebi Bozkurt, Asr-ı Saadette Mescid ve Fonksiyonları (yüksek lisans tezi, 1984), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985, s. 104-110.

Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, tür.yer.

Muhittin Serin, Hattat Aziz Efendi, İstanbul 1988, s. 13.

Hasan İbrâhim Hasan, İslâm Tarihi, II, 242-246.

Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 156-160, 301-302; II, 29-31, 53-55, 58, 232-233, 301-307.

Süheyl Ünver, “Anadolu’da Selçuklu Devleti Beylikleri Resmî Daireleri ve Toplantı Yerlerine Dair”, VD, VIII (1969), s. 323-324.

Ömer Lutfi Barkan, “Süleymaniye Cami ve İmareti Tesîslerine Âit Yıllık Bir Muhasebe Bilânçosu 993/994 (1585-1586)”, a.e., IX (1971), s. 134.

Bahaeddin Yediyıldız, “Vakıf Müessesesinin XVIII. Asır Türk Toplumundaki Rolü”, a.e., XIV (1982), s. 15.

Ahmet Önkal, “Asr-ı Saâdet’te Mescidin Önemi ve Yaptığı Görevler”, Diyanet Dergisi, XIX/3, Ankara 1983, s. 49-55.

S. M. Imadüddin, “Mosque as a Centre of Education in the Early Middle Ages”, IS, XXIII (1984), s. 159-170.

Mehmet İpşirli, “Anadolu Kadıaskeri Sinan Efendi Hakkında Yapılan Tahkikat ve Bunun İlmiye Teşkilâtı Bakımından Önemi”, İTED, VIII/1-4 (1984), s. 209.

a.mlf., “Şeyhulislâm Sun’ullah Efendi”, TED, sy. 13 (1987), s. 210-211.

Feridun Emecen, “Manisa Muradiye Camii İnşasına Dair”, a.e., s. 185.

“Cami”, TA, IX, 255-279.

SA, I, 324-328.

Jons. Pedersen, “Mescid”, İA, VIII, 1-86.

a.mlf., “Masd̲j̲id”, EI2 (İng.), VI, 644-677.

F. Buhl, “Kudüs”, İA, VI, 956.

F. Krenkow, “Kütüphâne”, a.e., VI, 1126.

R. Hartmann, “Şam”, a.e., XI, 299.

M. Uğur Derman, “Ârif Efendi, Filibeli”, DİA, III, 364.

---

Müellif: Ahmet Önkal, Nebi Bozkurt

Kaynak: TDV İslam Ansiklopedisi
 

Editör: Mehmet Çalışkan