Prof. Dr. Ali Erbaş
Diyanet İşleri Başkanı
Diyanet Aylık Dergi Ocak 2022

“Yaratılış gayesi” insanoğlunun tarih boyunca cevabını aradığı en temel sorular arasında yer almıştır. Beşerî ilimler ve ideolojiler de bu konunun üzerinde durmuş, bu konuyla ilgili sorulara cevaplar aramıştır. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, kozmoloji gibi tabii ilimlerden felsefe ve mantık gibi akli ilimlere kadar birçok ilim dalı ile varoluşun hakikati anlaşılmaya ve anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Ancak varoluşun insan idrakini aşan bir boyutunun olması, varlığın müteal/aşkın yönünü dikkate almadan bu konuda ileri sürülen görüşleri teoriden ileriye götüremediği gibi evrensel bir kabulü de sağlayamamıştır.

Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılış gayesine yönelik soruları en genel ve açık şekliyle; Allah’a ibadet ve kulluk olarak izah etmektedir. (Zariyat, 51/56.) Bununla birlikte kâinatın hikmete dayalı bir anlam ve ulvi bir amaca binaen yaratıldığını, evrende muhteşem bir ölçü ve dengenin olduğunu beyan eden Kur’an-ı Kerim hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediğini, her şeyin Allah’ın “Kün” emrine ve sonsuz kudretine boyun eğdiğini ve insanın hizmetine musahhar kılındığını dile getirmektedir. İnsanın hayat ve maslahatına uygun şekilde donatılmış âlem bir taraftan Allah’ın birliğine, yüceliğine ve kudretine işaret ederken diğer taraftan insana verdiği değerin de bir göstergesidir. Güneş ve ay, gece ile gündüz, tüm tabiat insanoğlunun faydalanacağı bir biçimde yaratılmıştır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’tan bir lütuf olarak insanın emrine verilmiştir. Bu büyüleyici nizam ve sayısız nimetler karşısında ise insandan mülkün asıl sahibi Allah’ı tanıması, O’nu her şeyden çok sevmesi, vahye ve onu hayata dönüştüren Peygamberin sünnetine uyması istenmiştir. Zira insanın dünya ve eşya ile ilişkisi mutlak bir sahipliği değil, belli bir süreliğine ondan yararlanmayı içermektedir. Allah’ı sevmek de vahye bağlı kalmayı ve Peygamberin yolundan gitmeyi gerektirmektedir.

Yüce Rabbimiz, insanın varoluş gayesini idrak etmesine yol göstermek için görünen âlem üzerinden kevni ayetlerle mütemadiyen örnekler vermektedir. Nitekim “Gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü türlü ürünler çıkaran Allah’tır; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize veren, nehirleri sizin için faydalı olacak şekilde yaratan O’dur...” (İbrahim, 14/32-33.) ayeti böyle bir hakikate dikkat çekmektedir. Diğer yandan sahip olduğu nimetlerden insanın hesaba çekileceği de Kur’an-ı Kerim’de: “Nihayet o gün nimetlerden elbette sorguya çekileceksiniz.” (Tekasür, 102/8.) ayetiyle çarpıcı şekilde ifade edilmektedir. Dolayısıyla gökler, yer ve ikisi arasında mevcut olan hiçbir şey “boş ve gayesiz” (Sad, 38/27.), “oyun ve eğlence” (Enbiya, 21/16-17.) olsun diye yaratılmamıştır.

İnsan, kendisine bahşedilen akıl, irade, şuur ve ruha sahip olması gibi nitelikleri ile âlemin en mümtaz ve müstesna varlığıdır. Bu özellikleri haiz olan insan sadece bedensel ve biyolojik ihtiyaçlarını gidermek için yaratılmamış, düşünen, konuşan, bilen, idrak eden ve üreten varlık olarak Allah’ın yeryüzündeki muradını gerçekleştirme vazifesiyle sorumlu kılınmış ve bu manada “halife” sıfatına layık görülmüştür. İnsana yüklenen bu görev ile ondan beklenen; yeryüzünü en güzel şekilde imar etmesi, adalet ve hakkaniyet ile yaşanılır bir düzen kurması, ferdî, içtimai, ahlaki ve akidevi her türlü emanetlere sahip çıkmasıdır. Yeryüzü, havası, suyu, toprağı ve varlık çeşidiyle insana emanettir ve insan emanete ihanet edecek her türlü davranıştan sakınmak zorundadır. Bu ahlaki sorumluluk, müminler için aynı zamanda Allah’a iman ve kulluğun gereğidir. Zira insan olmanın, iman etmenin ve kulluğun gereklerini yerine getirmesi için insana fırsatlar ve imkânlar var eden Cenab-ı Allah “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk, 67/2.) ayetiyle insanın imtihana tabi olduğunu belirtirken insanın güzel amel işlemesi karşılığındaki “İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Onların sonunda varacakları yer ne güzel!” (Rad, 13/29.) müjdesiyle de yaratılış gayesinin nihai hedefini bizlere göstermektedir. Bu ve buna benzer ayetlerin ifadesince kulluk, insana kâinat içindeki yerini öğreten, kim olduğu ve niçin var olduğu sorularının cevabını bulmada ona rehberlik eden ilahi bir ikramdır. İnsan, ancak kulluk bilinci sayesinde kendisinin ve yaratanının farkında olabilir, hayat ve ölüm arasındaki ilişkiyi anlamlandırabilir, kendisine verilen nimetlerin kadrini bilip şükür içerisinde bulunabilir ve imtihanın sırrına mana verebilir.

İçinde yaşadığımız çağda, insanlık varoluş bilincini yitirdiği ve Allah’a imandan neşet eden hak, adalet, ahlak, merhamet, paylaşma gibi yüce değerlere yabancılaştığı için sosyal hayattan siyasal hayata, iktisadi hayattan çevresel sorunlara varıncaya kadar büyük krizler yaşamaktadır. Her türlü adaletsizliğin, merhametsizliğin, zulmün, savaşın ve fesadın arkasında yeryüzünü imar etme gerçeğine sırt çevirmiş, “sadece Allah’a kul olma” misyonunu yitirmiş, selim fıtratına yabancılaşmış ve gayesini unutmuş insanın eylemlerini görürüz. Bugün biz Müslümanlara düşen en büyük sorumluluk, yaratılış gayemizin gereklerini Allah’a itaatten mahlûka merhamete kadar hayatımızın tüm alanına taşımak ve insanlığa salih amellerimizle örnek olmaktır. Bu doğrultuda varoluş gayesini en iyi anlayan, kulluğun en güzel örnekliğini sergileyen Sevgili Peygamberimiz’den aldığımız ilhamla yüce dinimiz İslam’ın emirlerini hakkıyla yerine getirmek, İslam’ın hak ve hakikatlerini insanlıkla buluşturmak en büyük derdimiz olmalıdır. Unutmamalıyız ki yaratılış gayesinin şuurunda olan mümin, her yönüyle elinden ve dilinden insanların ve tüm varlıkların güvende olduğu kimsedir. Bu güven ancak Allah’a karşı sorumluluk bilincini koruyabilen, varlığı ifsattan imara, imhadan ihyaya taşıyacak inanç ve güzel ahlak sahipleriyle yeryüzünü kuşatabilecektir.

Editör: Mehmet Çalışkan