Prof. Dr. Ali Erbaş
Diyanet İşleri Başkanı
Diyanet Aylık Dergi Mart 2022

Dünya, ebedi hayatı kazanmanın sınav mekânıdır. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin “her nerede olursak olalım ölümün insanı gelip bulacağını” (Nisa,4/78.) belirtmesi, ölümden kaçışın imkânsızlığını beyan etmekle beraber insanı ölüm ve ebedi hayat konusunda dikkatli olmaya çağırmaktadır. Hayatı ve ölümü, doğumu ve eceli takdir eden şüphesiz Allah’tır. Ancak O, kullarını mümin olarak yaşamaya ve can emanetini teslim etmeye davet etmektedir. Müslüman olmak tüm tavır, tutum ve davranışlarda ahiretteki sonucu merkeze almayı ve ebedi hayat için çalışmayı gerektirmektedir. Bu sebeple ölüm, Müslümanın anlam dünyasında bir bitiş ve yok oluş değil sonsuz hayata varış için ilahi bir yazgıdır.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, Allah yolunda mücadele ederken öldürülmüş olanları, ölümün kendilerini ebedileştirdiği kişiler olarak zikreder ve onlara kazandıkları paye sebebi ile ölü denilmesini bile istemez. Bu üstün mertebeye erişmiş kişileri Sevgili Peygamberimiz, “benzeri olmayan bir ölüme” (Muvatta, Cihad, 14.) talip olmuş yiğitler olarak tarif eder. Onlar, Allah’ın canlarını cennet karşılığı satın aldığı kimselerdir. Allah’ın insanlık tarihi boyunca vahye iman edenlere yaptığı ve değeri hiçbir şeyle ölçülemeyen bu ahit, “Allah, kendi yolunda çarpışırken öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır. Bu, Allah’ın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da yer almış gerçek bir vaadidir…” (Tevbe, 9/111.) ayetiyle ilan edilmiştir. Bu sebeple şehadet, peygamberlikten sonra en yüce makamlardan biri görülmüştür. Hz. Zekeriya ve oğlu Yahya, şehit iki peygamberdir. Peygamberimiz de bu makamın değerini ve şehadet özlemini şu cümleleriyle dile getirmiştir: “Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim sonra diriltileyim, sonra öldürülüp tekrar diriltileyim, sonra öldürülüp tekrar diriltileyim, daha sonra tekrar öldürüleyim ve diriltileyim! (Bunu ne kadar da çok isterdim).”  (Buhari, Temenni, 1.) 

Şehit, feda ettiği canıyla mazluma ve zalime hayat verendir. Verdiği mücadele ile mazluma umut olan, zalime ise hakkı, adaleti, ahlakı ve merhameti öğretendir. Şehadet yeryüzünde iyiliği emretme, kötülüğe engel olma görevini canı pahasına yerine getirme azmidir. Bu yönüyle İslam’ın şehadet anlayışının özünde ölmek ve öldürmek değil yaşamak ve yaşatmak vardır. Canını imanına şahit kılması ile insanlığın nazarında ebedileşen şehit, Allah’ın indinde de büyük mükâfat ve nimetlere mazhar olmasıyla ölümsüzleşir. Şehitlerin bedenleri bu dünyayı terk etmiş olsa da Allah onları peygamberler, sıddıklar ve salihlerle beraber anarak yüceltmiş ve en güzel dost olarak tanıtmıştır.  Yüce Allah “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75) davetine müminlerin kayıtsız kalmamasını ister. Bu çağrıyı hayatının vazgeçilmezi kılan Peygamberimiz zulme ve haksızlığa engel olmuş, Allah’ın adının yüceltilmesi için gayret etmiş, ashabını ve ümmetini de bu uğurda mücadeleye teşvik etmiştir. Allah Resulü’nün dilinde şehit, “Dünya kendisine içindekileriyle ikram edilse bile yeniden dünyaya gelmek istemeyen gelse de tekrar tekrar şehadeti arzulayandır.” (Buhari, Cihad, 6.) cümlesiyle tanımlanır.

Rabbimiz, Ahzab suresinin 23. ayetinde, “Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; (vaatlerini) asla değiştirmediler.” buyurarak kendi rızasını kazanmak uğruna verilen mücadelenin şehitlik gibi gazilik sonucunun da olduğunu bildirmiştir. Gazi, Allah yolunda savaşıp şehit olmayı arzulayan ancak yaralanıp sağ kalan kimsedir. Sevgili Peygamberimiz, şehit olmak gibi yüce bir mertebeye ulaşmak için yola çıkmış bu kimselere şu müjdeyi verir: “Bir kimse Allah yolunda şehit olmayı canı gönülden isterse yatağında ölse bile, Allah onu şehitler derecesine ulaştırır.” (Müslim, İmare, 157.) Allah’ın ve Resulünün şehitlik ve gaziliği teşvik eden ifadeleri ışığında İslam medeniyetinde ve ümmet bilincinde “ölürsem şehit, kalırsam gazi” düsturu en büyük ideal olmuştur. Bu sebeple medeniyetimizde hak ve hakikat yolunda mücadele edenler şehit ya da gazi unvanına sahip olmayı en büyük şeref saymışlardır. Hatta gazilik şehirlere unvan olacak kadar destanlaşmış, edebiyatımızda nice kahramanlık hikâyeleri kayda geçmiştir. 

Bugün bizlere düşen en büyük sorumluluk İslam’ın yolunda, onun evrensel ilke ve değerlerini insanlıkla buluşturmak için mücadele ederken canını feda etmiş şehitlerin emanetlerine ve gazilerimize vefa göstermektir.  Sevgili Peygamberimizin hayatına baktığımızda bu vefanın en güzel örneklerini görürüz. O, şehitleri hiç unutmamış, onları hep hayır ve rahmetle anmıştır.  Şehitlerin yakınlarına ve gazilere gösterdiği hürmet ise İslam tarihinde eşi görülmemiş bir inceliğe sahiptir. Nitekim Peygamber Efendimiz onların keder ve hüzünlerine ortak olmuş, maddi ve manevi sorunlarına çareler aramıştır. Şehit yakınları ve gazilerin aile kurmalarından eğitimlerine, ekonomik ihtiyaçlarından toplumdaki itibarlarına kadar her şeyleri ile bizzat ilgilenmiştir. Hz. Peygamber’in bu uygulamalarını gören sahabe de aynı hassasiyeti göstermiştir. 

Bizler de her zaman Allah Resulü’nün izinde din, vatan ve mukaddesat uğruna mücadele eden şehitlerimize, yakınlarına ve gazilerimize aynı hürmet ve hassasiyeti göstermeliyiz. İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un,

“Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı;

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı”

dizelerinde ifade ettiği hakikati sahiplenmek ve özellikle nesillerimize aktarmak için bütün imkanlarımızla çalışmaya devam etmeliyiz.  

Editör: Mehmet Çalışkan