Prof. Dr. Bilal KEMİKLi
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

“İlim ilim bilmekdür ilim kendün bilmekdür 
Sen kendüni bilmezsin ya nice okumakdur”

Bu toprakları yurt edinmemizi sağlayan iksir sözdür. Elbette askerî başarılar Anadolu kapısını açmış; bu açılan kapıdan içeri giren tüccarlar ve sanat ehli burada bir hayatın kurulmasına öncülük etmişlerdir. Ama ne askerî güç ne de iktisadi imkânlar bir toprağı yoğurarak onu vatan kılmaya kâfidir. Burada başka bir kimya gerekir. Bu kimyanın adı sözdür. Söz, manayı taşır; asıl o kimya olma vasfını, bu taşıdığı mana ile kazanmaktadır. Mana bir derdin, bir düşüncenin ve en önemlisi bir inancın hasılasıdır. Fetih idealinde saklı olan dert, âlim ve ariflerin işleyegeldikleri derdi ve düşünceyi de anlamlı kılan inanç, bu toprağı mayalayan söz iksirinin hamulesidir. Yunus Emre şöyle diyor:

“Dertsizlere benim sözüm, benzer kaya yankısına 
Hâldaşı bilir kişinin gönüldeki şu razını”

Gittiği “iller”e ve uğradığı obalara “Tapduk sofrası”ndan derdiği manayı ulaştırma gayretinde olan Yunus, dertsizlere sözünün tesir edemeyeceğinin ayrımında olarak, vardığı her şehirde bir arayışa girmiştir. Aradığı cevher, söylediği sözü, dile getirdiği manayı taşıyacak yetkinliğe sahip olan bir “hâldaş”tır. Hâldaş, aynı hâli ve aynı tecrübeyi yaşayan,  aynı düşünceye ve derde sahip olan,  aynı istikamete giden, dolayısıyla benzer dertler ve sorular etrafında çareler arayan kişidir. Söz, mücevherdir; incidir, mercandır. Onun kıymetini bilecek olan, ancak kuyumcudur. Muhatabını bulamayan söz, sahibine ulaşmamış mektup gibidir. Bu bakımdan o, hâldaş yani muhatap arayacaktır. Peki, nedir Yunus’un derdi?  Onun taşıdığı “sır” nedir? Keza kim yahut kimledir onun hâldaşı? Elbette bu sorulardan hareketle derin bir tahlil yapılabilir; en azından onun inancı, sevgiye ve aşka yüklediği anlam, güzellik tasavvuru, insani ilişkileri, dünya hayatına dair mütalaaları ve hayata ilişkin öngörüleri gibi hususlar bize bir yol haritası verir. Lakin biz burada sadece soruları sorup bu toprağı sözle mayalayan Yunus’a dair bazı malumatlar vermekle yetineceğiz.

Kimdir bu Yunus? Yunus Emre, “meşhur meçhullerimiz”dendir. Meşhurdur; zira onun adı anıldığında, ister hakkında bir okuma yapılsın, isterse yapılmasın yüzlerde bir tebessüm belirir ve tatlı bir rayiha ortalığı kaplar. Hakkında pek çok çalışma yapılan, araştırılan, hikâyesi romanlara ve filmlere konu olan bir kahramandır. Ta başından beri irfan meclislerinde ve zikir halkalarında şiirleri okunmuş, bazı muhakkikler onun kimi nutuklarını şerh etmişlerdir. Ne var ki bütün bu alakaya rağmen o yine de meçhuldür. Meçhuldür, zira bunca çalışmaya rağmen hâlâ onun hayatına dair temel konular tartışmalıdır. Bir bakıma o, kendisini sırlamıştır. Diğer bir ifadeyle, onun hakkındaki bilgilerimiz, ekseriyetle halk muhayyilesine yansıyan hatıralara yani menkıbelere dayanmaktadır. Bununla birlikte günümüzde yapılan bazı çalışmalarda, onun şiirlerinden yola çıkılarak biyografisindeki karanlık bazı noktalar aydınlatılmaya çalışılmış, daha çok şairliği, dilciliği ve düşünceleri üzerinde bir kısım tespitler yapılmıştır. Burada şu hususu hatırlatmakta yarar vardır: Onun şiirlerinde tarihsel kişiliğine ilişkin bir kısım tedailere imkân verecek beyanlar olsa da bu şiirlerin otobiyografik metinlermiş gibi okunması sakıncalıdır. Öte yandan o sadece bir şair, bir düşünür yahut bir hümanist değildir; onun belirgin vasfı kendisinin de müteaddit defalar söylediği gibi dervişliğidir. Diğer bir ifadeyle Yunus, her şeyden önce bir sufidir; diğer özellikleri ise bu kültür havzası içerisinde kazandığı niteliklerdir. Dolayısıyla onu döneminin fikrî ve edebî zemininden kopararak yapılan her okuma bizi ondan uzaklaştıracak, onun meçhuliyet perdesini daha da artıracaktır. (Bu konuda ayrıntılı mütalaamız için bkz. Yunus Emre Can Gözüyle Bakan Görür, Ankara, 2015.)

Bu meçhuliyet nereden kaynaklanmaktadır? Yaşadığı döneme ait kaynaklar ondan bahsetmez. Daha doğrusu tasavvuf ve edebiyat tarihimizin temel kaynakları Yunus’tan takriben bir asır sonra yazılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bunlarda ya Yunus’a dair bir bilgi bulunmaz ya da bulunan bilgiler menkıbe niteliğindedir. Bu manada ondan ayrıntılı bir şekilde bahseden Vilayetname (Menakıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli) de XV. yüzyılın son çeyreğinde yazılmıştır. Bundan başka daha sonraki dönemlerde Aziz Mahmud Hüdayi’nin (ö. 1038/1628) Vâkıât’ında, Âşık Çelebi’nin (ö. 979/1572) Meşairü’ş-Şuara’sı, Kösdendilli Süleyman Şeyhî’nin (ö. 1235/1820) Bahrü’l-Velaya’sında, Sun’ullah-ı Gaybî’nin (ö. 1087/1572) Sohbetname’sinde ve İbrahim Has’ın (ö. 1136/1724) Tezkire’sinde ona ait haberlere rastlamak mümkündür. Bu eserler, farklı tasavvufi ekollere sahip zümreler arasında ve farklı dönemlerde Yunus’un tanındığına, şiirlerinin okunduğuna ve hakkında hikâyeler anlatıldığına işarettir. Bu işaret, Yunus’u bağrına basan bir milleti de bize telmih eder. Bu millet, onu öylesine sevmiştir ki bir yandan farklı muhitler onu kendine dönüştürme çabasına girerken, öte yandan da bazı şairler onun gibi söylemeyi şiar edinmiş ve böylece Yunuslar çoğalmıştır. Yunusça yahut Yunus gibi söylemek, bir yandan onun gibi söyleyen takipçilerinin ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği gibi diğer yandan da nerdeyse hemen her çağın ve şehrin bir Yunus’u olmuştur. Bu cümlemiz bir abartı olarak değerlendirilmesin. Nitekim Bakü’den başlayarak Erzurum, Sivas, Ordu, Afyon, Isparta, Manisa, Bursa ve nihayet Üsküp’e kadar on sekiz ayrı yerde birer Yunus türbesi bulunmaktadır.

Bazı kaynakların onu Orhan Gazi, bazılarının Yıldırım Bayezid ve hatta bir kısmının Kanuni dönemi sufi şairlerinden gösterdiğine işaret etmek isterim. Keza on sekiz ayrı yerde Yunus türbesinin olması ve hemen her türbenin bulunduğu il yahut ilçe halkının da Yunus’u kendi hemşehrileri olarak gösterme çabasına girmesi de dikkat çekicidir. Esasen bütün bu dönemlerde ve bütün bu türbelerde birer Yunus yaşamış olmalıdır; fakat bu Yunusların hangisi, bizim sözünü ettiğimiz Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana ile çağdaş olduğu sanılan ve Tapduk Emre’nin huzurunda kemale eren Yunus Emre’dir? Bu soru, doğrusunu söylemek gerekirse hâlâ cevaplanmış değildir. 

Bursa’da Niyazi-i Mısrî tarafından keşifle ortaya çıkartılan Âşık Yunus, başta “Şol cennetin ırmakları” olmak üzere, daha çok ilahileriyle tanıdığımız Yunus’tur. Bunun dışında, Marifetnâme müellifi İbrahim Hakkı’nın Erzurum’a bağlı Tuzcu köyünde inşa ettirdiği Yunus Emre ve Tapduk türbeleri, kitabeden de anlaşıldığı gibi Yıldırım Bayezid devrinde yetişmiş bir başka Yunus olmalıdır. Keza çoğunu yerinde ziyaret edip inceleme ve araştırma yaptığımız Tire, Çöyköy, Ünye, Döğer, Isparta-Gönen ve Uluborlu ve Bolu’da bulunan türbelerin de farklı Yunuslara ait olduğu anlaşılmaktadır. Bunların dışında, Aksaray ve Kırşehir arasında Hacı Bektaş’a ve Tapduk köyüne yakın Sarıkaraman kasabasına bağlı Ziyaret (Reşadiye) köyünde bulunan makam, Kula’da Emre köyündeki makam, Karaman’da ve Eskişehir’de eski adıyla Sarıköy’de bulunan makamlar dikkat çeker. Bunlardan başka Bakü’de de bir Yunus makamının olması, onun ne denli geniş bir coğrafyada tanındığına işaret eder. 

Yunus’un bunca şehirde makamının ve bunca dönemde yaşadığına dair bilgilerin olması, onun zaman ve mekânı aşan bu aşk hâliyle izah edilebilir. Mesele nedir? Mesele, geride tarihî malumat bırakmak, şu evraka göre şuralıdır, buralıdır demekten ziyade, inci mercan dağıtan söz ve insanı kuşatan hâl ile hizmet edebilmektir. İşte Yunus bunu yapmıştır; sözüyle ve nazarıyla bu toprağı mayalamış, zamanını aşmış ve milletimizin gönlünde taht kurmuştur.   
Peki, bu gönüllerde taht kuran Yunus Emre’nin tahsili nedir? Nerelerde okumuş, hangi alanlarda uzmanlaşmıştır? Bu sorulara da kati bir cevap veremiyoruz. Nitekim o, ilk kaynaklardan itibaren “ümmi” olarak nitelendirilir. Yunus Emre ümmidir; bunu kendisi de çoğu kere söyler. Günümüzdeki bazı araştırmacılar, kimi eski kaynakların ve Yunus’un ifadelerinden yola çıkarak, onu okuma yazması olmayan, geçimini çiftçilikle sağlayan bir fakir köylü ve fakat Tapduk’tan aldığı nefesle şiirler söyleyen bir âşık olarak tanıtma çabasındadır.  Bu konuda ilk kaynaklardan biri olan Meşairü’ş-Şuara’da Âşık Çelebi (ö. 1571), Yunus’un, “cezbe çengeliyle dünya âleminden melekler âlemine çekilmiş, âlemin benzeri olmayan olgun insanlarından” olduğunu söyleyerek onun okuma yazma bilmediğine işaret eder. Ona göre Yunus Emre “hâl dili”yle konuşup şiir söyler. Âşık Çelebi şöyle der: “Mervîdür ki her bâr okımak kasd itmiş, hurûf-ı teheccîyi temâm itmege dili dönmemiş ve âyine-i kalbi küdûret-i nukûş u hutût ile tonmamış.” Evet, okumak istemiş… İstemiş ama rivayete göre, ne zaman okumak istese bir türlü iki harfi bir araya getirememiş. Dili âdeta düğümlenmiş. İyi ki diyor Çelebi, dili dönmedi de okuyamadı; böylece kalbi harflerin nakşı ve hattıyla donmamıştır. Donmadığı için de şöyle demiştir:

“Nazar eyle itürü bâzâr eyle götürü
Yaradılanı hoş gör yaradandan ötürü”

Nazar eyle itürü, derken şunu diyor: Dikkatlice bak, gelişigüzel bakma…  Zahire, o görüntüye takılma, biraz daha derinden bak. Varlığın hakikatine ermek için hayret nazarıyla bak, dikkatle incele. Bak ki gördüğün her zerrede Yaradan’dan bir eser, bir iz müşahede edeceksin. Bâzâr eyle götürü derken de işi toptan hallet; öyle perakende işlerle uğraşma; varlığın künhünü idrak etmeye bak. Basit, sıradan olaylara takılıp kalma; mutlak faili idrak et, ona yönel. Böyle yaparsan, yaratılan her şeyi hoş görürsün. Çünkü yaratılan her şey, yaratıcısı dolayısıyla güzeldir, hoş görülmeye değer bir kıymete sahiptir.

Pek çok araştırmacı, bizzat Yunus’un kendisinden aldıkları “ümmilik” sıfatından ve Âşık Çelebi’nin mütalaalarından hareketle kesin bir hüküm olarak onu okuma yazma bilmeyen bir âşık yahut kelimenin tam anlamıyla bir divane olarak nitelendiredursunlar; hakikatte o, ilim ve irfan yolunda ilerlemiş fakat harfin ve harekenin esaretinden kurtulmuş bir bilgedir. Onun

Ne elif okudum ne cim varlıkdandur kelecim
Bilmeye yüz bin müneccim tali’üm ne ılduzdan gelür

şeklinde “elif ve cim” okumadığını, bizzat varlıktan bilgi aldığını ifade etmesi de iyi bir eğitim ve öğretim gördüğüne işaret eder. Çünkü elif ve cim harfiyle işaret edilen eğitim gerçeğine ulaşmayan birisi, elifin ve cimin dar kalıplarının manayı kuşattığını bilemez. O bunun farkına varmış, eğitim ve öğretim yoluyla oluşan dar kalıplardan kurtularak irfan mektebinde feyzalmıştır. Nitekim

Mescid ü medresede çok ibâdet eyledüm 
Işk oduna yanuban ondan hâsıla geldüm derken, mescitlerde kurulan ilim halkalarında bulunduğunu ve medresede eğitime devam ettiğini lakin asıl bilgiye yahut diğer bir ifadeyle hakikate aşkla ulaştığını söylüyor. 

Zaman zaman, “Dilümde ilm ü usûl gönlüm de dünyâ sever” dese de o bu ilim ve usulle ancak dünyaya dair görünür bilgiye erişileceğinin farkındadır. Bu yüzden, “İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur” demektedir. Elbette insanın dünyasının ve ahiretinin saadetini temin edecek ilmi tahsil etmesi gerekir. Fakat Yunus Emre, bu talebin bir üstünü dile getiriyor; o üst bilgi, “İlme ve kitaba sığmayan sır” olarak görülen hakikat bilgisidir. Sen, sana yetecek olan dinî ve dünyevi ilimlerle yetinebilirsin ama bir üst bilgiye ulaşırsan ilmin zevkine varırsın ve daha ileri bilgileri tahsil edersin.  Zaten ilim okumanın manası, “ibret ve anlamak”tır. Şimdi dört kitabı okuyup Hak kelamını tefsir edip onun manasını idrak edemeyen, sadece şeklen düşünen ve onu bir tecrübeye dönüştüremeyen kişi ne derece âlimdir? Yunus Emre bu gibi zahiren âlim olanları, “Zîrâ tefsir okıyup manisin bilmediler” diye tasvir eder. Pek çok kimse böyledir; oysa her şeyden önce, ilim insanın kendini bilmesi ve kendi gerçekliğine ermesidir. Diğer bir ifadeyle insan tahsil ettiği ilmi bizzat tecrübe ederek oradaki güzellikleri yaşayarak ahlaken olgunlaşmanın ve manen gelişmenin yollarını aramalıdır.

İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin ya nice okumakdur

Bu anlamda Yunus Emre, dönemi içinde dört kitabın manasına nüfuz edecek derecede bir tahsil görmüştür. Özellikle Risâletü’n-Nushiyye, onun sadece dinî ilimlere değil, aynı zamanda usul, mantık ve hikmet olarak nitelendirdiği felsefi alanda da bir birikime sahip olduğuna işaret eder. Fakat o, İbrahim Has’ın Tezkiretü’l-Has’ta zikrettiği gibi Tapduk’un kapısında öğrenilmiş bilgilerin oluşturduğu aklı terk etmiş ve ümmilik yolunu seçmiştir.

Netice itibarıyla başa dönersek; bu toprağı mayalayan ve bize vatan kılan iksir sözdür demiştik. Bu sözü, sade ve samimi bir şekilde bize ulaştıran en önemli kaynak Yunus Emre’dir. Onun açtığı mana arkından çağlar boyu pek çok insan yararlanmış, onun sözlerini okuyarak hayat denizinde istikametini belirlemiştir. Bazen onun sözü, musiki ile vuslatı neticesi dilimizde muhkem bir yer edinen ilahi olmuş; çoğu kimse o ilahileri dinlemiş, vecde gelmiştir. Kimi zaman da onun gibi yazmak, yaşanan zaman dâhilinde manayı dile getirmek isteyenler gelmiş, Yunus mektebinden aldığı ilhamla şiirler yazmışlardır. Böylece Yunus, sözü ve sohbetiyle dün olduğu gibi bugün de bizim için bir “buluşma noktası” olmuştur.
 

Editör: Mehmet Çalışkan