Doç. Dr. Mehmet Emin BARS
Bingöl Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

Yunus Emre, dinî-tasavvufi Türk edebiyatının en önemli temsilcilerinden biridir. Tarihî kişiliği hakkında pek fazla bir bilgi bulunmayan Yunus Emre’nin hayatı, halkın kendisi için meydana getirdiği efsanevi-menkıbevi olaylarla örülmüştür. Bu bakımdan gerçek hayatıyla ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu hakkında oluşturulan efsane ve menkıbelere dayandırılmıştır. Özellikle Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Vilayetname”, Aziz Mahmud Hüdayi’nin “Vakıat” adlı eserlerinde Yunus’un menkıbevi hayatına dair geniş bilgi yer almaktadır. Menkıbelere göre Yunus Emre, şeyhi Tapduk Emre’ye otuz veya kırk yıl hizmet ettikten sonra kendisine “ledün ilmi” (nasların derin ve ince manalarını bilmek) verilmiştir.

Yunus’un ünü ölümünden sonra kısa sürede halk arasında ve sufi çevrelerde yayılmış, menkıbeleri ve şiirleri dilden dile dolaşmıştır.

Tarihî kaynaklar Yunus’un doğum zamanı, yeri, tarikatı, yaşadığı çevre, şiirleri, ölümü konularında farklı bilgiler vermektedir. Halk arasında şöhretinin hızla yayılması çeşitli yörelerde sahiplenilmesini doğurmuştur. Eski kaynaklar Yunus’un ümmi (okuma yazma bilmeyen) olduğunu kaydeder. Ancak Yunus’un şiirlerinde devrin ilmî, felsefi görüşlerinin yer alması, dili kullanabilme becerisi belli bir eğitim aldığını ortaya koymaktadır. Kendi döneminin bilgilerini şiirlerinde büyük bir maharetle dile getiren Âşık Yunus, büyük ihtimalle iyi bir tahsil almıştır. Yunus her ne kadar,

“Ne elif okudum ne cim varlıkdandur kelecim
Bilmeye yüz bin müneccim tali‘üm ne ılduzdan gelür” 

(Şiirler Mustafa Tatcı (1997) tarafından hazırlanan Yunus Emre Divanı’nın ikinci cildinden alınmıştır. İlk sayılar şiir, ikinci sayılar beyit numarasını göstermektedir.)

benzeri beyitlerde okuma yazma bilmediğini ifade etmişse de bu durum muhtemelen onun kitabi ve nakilci bir eğitim veren medrese eğitimi görmediğini gösterir. Bu bakımdan Yunus’un tahsili yetiştiği tekke çevresinde aranmalıdır. Yunus bir mürşid-i kâmil tarafından şifahi bir niteliğe sahip tekke eğitimi almış olmalıdır. Tasavvuf tarihi ve dinler tarihi bu şekilde bir mürşid-i kâmil tarafından yetiştirilen büyük mutasavvıflarla doludur. Orta Anadolu’da bir yerde doğmuş olan Yunus’un öldüğü yer de bilinmemekte, Anadolu’nun birçok yerinde kendisine atfedilen mezarı/medfeni bulunmaktadır. 

Yunus Emre’nin tarihî ve menkıbevi hayatı nasıl anlatılırsa anlatılsın, onun veya ona ait olduğu düşünülen şiirlerin Türk İslam kültür ve medeniyetinin temel taşlarından olduğu konusunda bir şüphe yoktur. Yunus Emre kendisinden sonraki nesillere sağlam bir tasavvufi miras bırakmıştır. Onun bıraktığı bu mirasın oluşumunda yetiştiği dönemin sosyal, siyasal, ekonomik koşullarının etkisi görülmektedir. Yunus Emre’nin yaşadığı XIII-XIV. yüzyıllar Anadolu’nun büyük sosyal, siyasal çalkantı yaşadığı bir dönemdir. 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilen Anadolu Selçuklu Devleti büyük bir sarsıntı geçirir. Bu sarsıntı ülkede büyük bir kargaşaya sebep olur. Moğol istilası uzun yıllar Anadolu insanını rahatsız eder. Ancak Moğol istilasıyla beraber Türkistan, İran ve Harezm bölgelerinden çok sayıda âlim ve mutasavvıf Anadolu’ya göç etmek zorunda kalır. Anadolu’ya yerleşen tasavvuf akımları, yeni coğrafyanın yeni kültür yaratıcıları olur. Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki saltanat kavgaları, Moğol istilası, Türkmen uç beylikleri arasındaki çatışmalar, Baba İshak isyanı gibi olaylar, Anadolu’da sosyal düzensizlik ve huzursuzluk doğurur. Halk arasında da baş gösteren çatışmalar ekonomik problemlere neden olur. Anadolu’daki en verimli dönemlerinden birini yaşayan tekke tasavvuf edebiyatı ile beraber Yunus Emre’nin önemi de burada ortaya çıkmaktadır. 

XIII. yüzyılda çalkantılarla dolu Anadolu’nun birlik ve beraberliğe kavuşmasında Yunus Emre gibi mutasavvıf ve âlimlerin çalışmalarının büyük katkısı olmuştur. O zamanki çatışmalı toplumsal hayatta insanlar huzuru din ve tasavvufta bulmuşlardır. Bozulan sosyal nizam Yunus’un mensubu olduğu tekke ehli tarafından sağlanmaya çalışılmış, bunda da başarılı olunmuştur. Sosyokültürel bakımdan yeni bir bilgi kaynağına kavuşan halk, bu insanları dinlemiş; onlara büyük itibar göstermiştir. Yunus Emre, böyle bir dönemde tasavvuf şiirinin olgun ve zengin örneklerini vermiştir. Yunus Emre, büyük bir mirasın hem mimarlarından hem de aktarıcılarından biridir. Tekke tarikat çevresi içerisinde hayatını sürdürmüş olan Yunus Emre, Anadolu’ya yapılan büyük Türk göçlerine yön veren bir gelenek içerisinde bulunmuştur. Orta Asya’dan göç eden Türk topluluklarının Anadolu’ya yerleşmesinde ve yeni coğrafya edinmesinde Yunus’un büyük katkıları olmuştur. Anadolu’ya yerleşme faaliyetleri sadece maddi gayelerle yapılan bir eylem değildir. Bu yapılanlar yeni bir medeniyet, yeni bir insan tipi meydana getirme çabasıdır. Şiirleriyle insanları manevi yönden aydınlatan Yunus Emre, gönülleri Allah ve insan sevgisiyle dolu bir toplum oluşturmayı gaye edinmiştir. Yaratılış sırrı ve mutlak hakikate erişen Yunus, bir anlamda kendi döneminin entelektüel birikimiyle bu düşünceyi/zevki geniş kitlelere anlatmaya çalışır.

Yunus Emre’nin bugüne kalan diğer bir mirası şüphesiz kullandığı dilidir. XIII. yüzyılın Anadolu sahasında Oğuz Türklerinin konuşma dilini kullanan Yunus Emre, bu dönemin en güzel Türkçesini günümüze ulaştırmıştır. XIII. yüzyıl Oğuz Türkçesi Yunus Emre ile edebî bir forma kavuşmuştur. Yunus sade bir halk dilini şiirlerinde kullanmış, yaşadığı dönemin sözlü halk geleneğini aktarmıştır. O, Türk dilinin tasavvuf ve terimlerinin kurucusudur. Yunus’un Türkçesi Türk İslam medeniyetinin tüm zenginliğini taşımış, bu mirasın aktarımını sağlamıştır. Onun dili tamamen Türkçe kelimelerden meydana gelmemiştir. Ancak şiirlerinde kullandığı Arapça ve Farsça sözcükler,  Türkçe fonetiğe uygun hâle getirilmiş, halkın günlük hayatında kullandığı kelimelere dönüşmüştür. Türkçenin konuşma üslubunun derin manalar yüklenmesinde Yunus Emre’nin katkıları unutulmamalıdır.

Tasavvufi hayat, Yunus Emre’nin düşüncelerinin ana kaynağını oluşturmuştur. Yunus’un şiirleri aşk ve İslam ahlakı etrafında şekillenmiştir. Nitekim Yunus Emre’ye göre yer ve gök yaratılmadan önce aşk vardı. Aşk tüm yaratılanların ilk kaynağı ve yaratılış nedenidir:

“Evvel yir gök yogıdı varıdı ‘ışk bünyâdı
‘Işk ezelden kadîmdür ‘ışk getürdi ne varın” (254/3).

Yunus’a göre insanın benliğini yok etmesinin tek yolu ilahi aşka ulaşmasıdır. Dünyadan elini eteğini çekemeyenler, bu aşkı elde edemez. İlahi aşk ehli için dünya ve ahiret birdir. İlahi aşk, sahiplerini hem dünyada hem de ahirette mutlu eder. Dünya aşk ile döner, hakikatler aşk ile ortaya çıkar. Bundan dolayı Yunus’un tek bir davası vardır: Sevgi. Yunus,

“Ben gelmedüm da‘vî içün benüm işüm seviyiçün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm” (179/2) 

derken Allah’ın evinin gönül olduğunu anlatır. Allah’a giden yol gönülden geçer. Seven ve gönül onaran kimse, Allah’a ulaşır; hayatın hakikatine varır. Allah sevgisidir ki ölmüş gönülleri diriltir; o, susayan gönüllere ab-ı hayattır. Aşksız geçen ömür heba olmuştur. Yunus’a göre İsa ile Musa’yı şaşkın biçimde gezdiren, İbrahim’e ateşi gül bahçesi eden, Mecnun’u Leyla’ya tutsak eden, Ferhat’a dağlar deldiren, Mansur’u dara çektiren aşktır: 

“Zihî Mansûr ki ma‘şûk yolında
Başı berdâr olupdur ‘ışk elinden” (245/6). 

Denilebilir ki Yunus Emre bir aşk şairidir, gönül ehlidir. Yunus’un günümüze kalan miraslarından birinin ilahi aşkı ele alıp işleyiş biçimi olduğu görülmektedir. Gerçek aşk, günümüz insanının bugün ihtiyaç duyduğu, kaybettiği en önemli değerlerin başında gelmektedir. İnsanlığa karşı gönlünde sevgiye yer bırakmayan toplumların bugün ortaya koyduğu görüntü, çıkardığı karmaşa ve huzursuzluk aşkın önemini bir daha hatırlatmaktadır. Yunus Emre, bütün insanlığı tek bir yaratıcının kulları olması bakımından tek ve değerli gören bir mirasın temsilcisidir.

Yunus Emre, şiirlerinde “insan-ı kâmil” tipini idealize eder. Tasavvufi düşüncede tek ve mutlak olan varlık Allah’tır. Tüm varlıklar Allah’tan zuhur eder (Allah tarafından yaratılır) ve tekrar Allah’a döner. Varlığın kendisine ait vücudu da yoktur. Yunus’un ideal insanı, yaramaz davranışları bırakıp yarar davranışlar gösteren kişidir. Bu insan nefis mertebelerini bir bir çıkmış, kemale ulaşmıştır. Dışarıda insanlarla birlikte görünür; ancak her zaman Hak’la beraberdir. Sıradan insanlar iyilik ile kötülüğe misilleriyle karşılık verirken kemale eren insan kötülüğe de iyilikle mukabelede bulunur: 

“Her kim bana agyârısa Hak Tanrı yâr olsun ana
Her kancaru varurısa bâg u bahâr olsun ana
Bana agu sunan kişi şehd ü şeker olsun aşı
Gelsün kolay cümle işi eli irer olsun ana
Önümce kuyu kazanı Hak tahtın agdursun anı
Ardumca taşlar atana güller nisâr olsun ana
Acı dirligüm isteyen tatlu dirilsin dünyede
Kim ölümüm isterise bin yıl ‘ömür virsün ana” (13/1-4).

Yunus’un idealize ettiği insan tipi kendi benliğinden kurtulmuş, varlık dairesini tamamlamıştır. Yunus Emre, şiirlerinde idealize ettiği kişilerden örnekler verir. Hallâc-ı Mansûr’dan Bâyezîd-i Bistâmî’ye kadar çok sayıda tasavvuf ehlini zikreder. 

Belh sultanı olup aşka düşüp tacını, tahtını terk eden İbrahim Edhem, tasavvuf ehli için örnek bir şahsiyettir. Genç yaşında Belh sultanı olan İbrahim sultanlık yolunu terk etmiş, dervişlik yolunu tutmuştur. Sultan olan İbrahim’in dünya nimetlerinden vazgeçip fakr u fenâyı tercihi Yunus Emre’nin şiirlerinin muhtevalarından birini oluşturur:

“Görmez misin Edhem’i tahtını terk eyledi
Hak katında hâs oldı bir eski palâs ile” (335/17).

Tarikat yolunu seçen Yunus Emre, bu yolun temel şartı olarak şeriatı görmüştür. Şeriatsız tarikatın olmayacağını ifade eden Yunus’un şiirlerinde namaz, oruç, hac, zekât gibi İslam’ın temel ibadetleri geniş yer tutar. Nitekim Müslüman’ım diyen kişi İslam’ın şartlarını eksiksiz yerine getirmelidir.

“Müslümânam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrı’nun buyrugın tutup biş vakt namâz kılsa gerek” (136/1).

Yunus Emre ahlakçı bir şairdir. Tüm şiirlerini tasavvufi ahlakı yaymak için söyler. Yunus’un tasavvufi ahlakının temelini Kuran-ı Kerim ile hadisler meydana getirir. İslam şeriatının en küçük teferruatına dahi değer veren Yunus’un tarikatının esasını şeriat oluşturur. Şeriat esaslarına uymak, tasavvufi yolda ilerlemenin ilk şartıdır. Tasavvuf yolu, zor ve zahmetli bir yoldur. İnsanı dünyaya bağlayan her türlü rabıtayı terk, nefsine bağlı olanların yapabileceği bir iş değildir. Yunus, bundan dolayı şiirlerinde bu yolları aşmanın müşküllerinden söz eder. Dervişlik hırka, mürit, taç ile değil; hakiki aşk iledir.             

Netice itibarıyla Yunus Emre’den bugüne kalan mirasını iki yönüyle ele almak mümkündür: Birinci mirası tamamen millî nitelikler taşıyan Yunus’un sanatıdır. Sanatına ait dil, eda, vezin gibi şekle ait unsurlar İslamiyet öncesi Türk şiirinin niteliklerini taşır. İkinci mirası ise şiirlerin muhtevasını oluşturan ve İslam dini etrafında, Kur’an ve hadis ile süslenen tasavvufi düşünceleridir. Bu iki unsur Yunus’ta uyumlu bir sentez meydana getirmiş, ona has bir şiir ve düşünce dünyası oluşturmuştur. Yunus Emre şiirlerinin şekli itibarıyla Türk, muhtevası itibarıyla Müslüman’dır. Yunus’un Türk İslam toplumuna bıraktığı lisan, vezin, üslup ve tasavvufi düşünceler en önemli mirasıdır. Bu miras, XIII. yüzyılın kargaşalarla dolu Anadolu coğrafyasına refah ve mutluluk getirmiştir. Günümüz dünyası Yunus’un mirasına en fazla ihtiyaç duyduğu dönemlerden birini yaşamaktadır. İnsanlık âlemi kaybettiği huzur ve güveni, Yunus Emre gibi tasavvuf erbabının mirasında bulacaktır. Yunus’un reçetesi günümüz hastalıklarına çare olabilecek ilaçlar içermektedir:

“Ko ölmek endişesin ‘âşık ölmez bâkîdür
Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür” (33/1).

Editör: Mehmet Çalışkan