Meral GÜNEL

“Milletlerin tarihinde makûs dönemler olur. Manevi bir doktor gibi yaraları saran büyük insanları bağrından çıkarabilenler varlığını korumayı başarabilir, diğerleri kalın sayfalar arasında kaybolur gider.”
Sezai Karakoç

XIII. yüzyılın başlarından itibaren İslam coğrafyasının üzerine bir kabus gibi çöken Moğol istilası, kültür ve medeniyet adına biriken her ne varsa hepsini tarumar etmiş,  yaşanan büyük göçler, Orta Asya’dan Doğu Avrupa’ya kadar bölgenin etnik ve kültürel yapısını yeniden şekillendirmişti. Haçlıların azgın iştihalarını da göğüslemek zorunda kalan yorgun Anadolu topraklarından el ayak çekilince, artık göçebelik ve savaşların insanı dışa yönelten etkisinden kurtulup içe dönme zamanının geldiğini fark eder bir sufi şair: Yunus Emre. Yaptığı uzun seyahatler vesilesiyle yaşadığı dönemin tüm itikadi, ahlaki ve sosyal problemlerine vukufiyet kazanmış olan Yunus, mensubu olduğu dinî ve irfani meşrep nedeniyle hallaç pamuğu gibi oraya buraya dağılan ruhlara karşı sorumluluk duymaktaydı. Bu sorumluluk duygusu onda insanları doğruya yöneltme arzusu doğurmuş bunu da zihin ve gönüllerde dolaşan soruları, onların aşina oldukları dili en anlaşılabilir şekilde kullandığı şiirleriyle cevaplayarak gerçekleştirmişti. 

Yunus, Anadolu Türkçesinin bütün imkânlarını şiirlerinde ve mesnevisinde kullanırken sanatını fikrî olarak İslam’a, şeklî olarak millî unsurlara yaslamıştır. Söyleminin merkezine oturttuğu iman, akıl ve sevgiden devşirdiği güçlü sesiyle sertliğe, kabalığa, dünyevi ihtiraslarla savaşmaya, vurmaya, öldürmeye, yakıp yıkmaya muhalif bir söylem geliştirmiş; sadece iç dünyasında muzaffer olan insanların dış dünya üzerinde hâkimiyet kurabileceklerini öğütlemiştir tüm insanlara. Yunus Emre, sanatının tefekkür dünyasını, tefekkür dünyasının da sanatını gölgelemesine izin vermemiş; hakikati öğretme derdini ise hiçbir zaman saklama ihtiyacı hissetmemiştir.

Yunus’un mektep medrese görüp görmediğiyle ilgili tartışmalar bir yana bırakılırsa gerek şiirlerinin yer aldığı divanında gerekse olgunluk yıllarına rast gelen Risaletü’n-Nushiyye adlı mesnevisinde, İslam’ın belli başlı prensip ve motiflerini, en sade ve en güçlü deyişler hâlinde dile getirdiği görülür. Buradan yola çıkılarak Yunus’un, döneminin bütün ilimleriyle beslendiği ve güçlü bir zekâya sahip olduğu söylenebilir. Bu eseri ortaya koymasında en önemli hedefi ise tasavvuf yoluna yeni girenlere, seyrüsülûk sırasında karşılaşılacak hâlleri, uyulması ve sakınılması gereken konuları bir yol ve yolculuk metaforuyla somutlaştırarak anlatmak ve kendi tecrübesinden hareketle yolculara nasihatlerde bulunmaktır. 

Risaleyi dikkatle okuyanlar bir yandan kendi iç dünyalarında keşfe çıkarken bir yandan da devletleşme sürecine giren Osmanlı’nın ve zamanın ruhu hâlini alan fetih ve cihat anlayışının  izleğini sürer. Yunus’un anlattıkları, Anadolu’da yeni bir medeniyetin temellerini atmaya çalışan Türk insanına, gönül dünyalarında devam edegelen cenkler konusunda benzetme yoluyla yapılan bir uyarı mahiyetindedir ve okura en büyük cihadın nefisle yapılan olduğunu hatırlatır.

Yunus’un kendi seyrüsülûk tecrübelerini mahrem bir mesele olarak görmeyip dilin imkanlarını alabildiğine kullanarak dışarıya açması, benzer tecrübeyi yaşamak isteyenlerle dertleşmesi, ellerinden tutup onlara rehberlik etmek istemesi olarak görülebilir. Bu yoldaki şahsi duygu ve gözlemlerini, belki de yaşadığı handikapları ajitasyon ya da romantizme düşmeden bizlere aktarmış olması, içe kapanmanın, kimseyle bir şey paylaşmamanın ve hatta başkalarına aldırmamanın, kendini başkalarından sorumlu hissetmemenin meziyet ve fazilet addedildiği günümüz dünyasında karşılık bulmasını beklemek zor görünüyor. Yunus’un bu tarzı, “Mümin müminin aynasıdır.” (Ebu Davud, Edeb, 49.) hadisini tecrübe paylaşımı boyutuyla okuyabilenler için samimiyet ve gayretinin harflere ve kelimelere dökülmüş hâli olarak anlaşılmalıdır. Hâlin, kalden daha etkili olduğu ise malumdur.

Herkesin aklının kendine yettiği vehminin hâkim olduğu bu çağda ne öğüt vermek ne de öğüt duymak isteyenler için nasihatnameler miadını doldurmuş, fazla didaktik eserler olarak görülebilir. Oysa Yunus için nasihat ve irşat gaye, sanat vasıtadır. Bir Müslüman ve bir mürşit olarak halkı irşat etmek onun açısından bir varoluş meselesi gibidir. Önemli olan diğer husus, yüce hakikatlerin hangi usul ve yöntemlerle insanlara takdim edileceğidir.

Döneminde yaşayan insanların kolayca anlayabileceği tarzda en derin hakikatleri yalın bir dille anlatabilmesi Yunus’u müstasna bir konuma taşımış, deyiş ve düşüncelerinin kendi dönemiyle sınırlı kalmayıp günümüze kadar ulaşabilmesini sağlamıştır. Dilindeki sadelik ve kıvraklık bir yandan duyguları harekete geçirirken diğer yandan bir höyük gibi iç içe manalarla bezeli düşünce dünyasına çekmiştir insanları. Sanat ile hakikatin kol kola, uyum içinde nasıl yürüyebileceğini gösteren eserleriyle insanlara hem güzeli hem de güzelliği tattırmış, onların düşünce ve ruh dünyalarını zenginleştirmelerini sağlamıştır. Sadece dehasıyla açıklanamayacak bu tarzı, bugün insanlığa söyleyecek sözü olanlara, sözün anlaşılma sorumluluğunu sadece muhataba yüklemek yerine, zamana ve o dönem insanına en uygun formu bulmaya çalışmaları gerektiğini ihsas edebilir pekâlâ.

Risalesinde altı ana konuyu belli bir kompozisyon dâhilinde ele alan Yunus, eserin başındaki giriş manzumesinde “Âdem’in yaratılışı” ve “anâsır-ı erbaa (dört unsur)”u açıklar. Eşyanın hakikati olan, toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil dört unsur (beden) ilahi bir terkiple yoğrulmuş ve yine ilahi bir nefes (ruh, can) üflenerek Âdem meydana gelmiştir. Allah’ın hikmeti gereği surete üflenen ruhla birlikte Halik’ten mahluka bir tenezzül başlamış ve yolcu (insan) böylelikle bir çatışma ortamına düşmüştür. Bu çatışmadan kurtulmak için “iç ben”e dönmek, fıtratla ve yaratıcı ile yüzleşmek gerekir. Bu yüzleşmeden kaçmak ise ruh dünyasında sarsıntılara neden olur. Yunus’un asırlar ötesinden gelen çağrısı, ta başlangıçta var olan “anlam”a davetten başkaca bir şey değildir bir bakıma. İnsan, bu çağrıya kulak vermekle “niçin” sorusuna aradığı cevabı bulmuş, insan olarak yaratılmasının anlamını kavramış ve yaratıcısına kavuşmuş olur.  

Eserde daha sonra yaratılışın sağlandığı dört unsurdan insana geçen huylara temas edilir. Toprak, su, hava ve ateş, bu dört unsur, insanda birbirine zıt huylar doğurmuştur. Buna göre, toprakla insana sabır, tevekkül, yücelik; su ile temizlik, cömertlik, iyilik gibi güzel huylar; buna karşılık yel ile yalan, ikiyüzlülük, acelecilik; ateş ile kibir, şehvet, açgözlülük ve çekememezlik gibi çirkin huylar geçmiştir. Dolayısıyla insanın varlığında hem olumlu hem de olumsuz davranışlara sebep olacak huylar birlikte bulunmaktadır.

İnsan ruhundaki katmanları bir arkeolog titizliği ile ortaya çıkaran Yunus, bütünüyle iyi ya da bütünüyle kötü bir insan tasavvuru ortaya koymaz. Onu tüm çıplak gerçekliği ile kabul eder ve beşer olmaktan insan olmaya geçişinin kadim mücadelesini destansı bir formda ve bir harp düzeneği içinde resmeder. Bu bölüm niçin sorusuna aldığı cevapla anlam dünyası zenginleşen insanın hayatı “nasıl” yaşayacağı sorusuna cevap niteliğindedir. Ona göre gönül ülkesinin her bir şehrini, nefis ordusunun bir komutanı işgal etmiştir. Nefis ordusunun ele geçirdiği gönül ülkesini, ruh/akıl ordusuyla yenerek ülkeyi huzur ve esenliğe kavuşturmak gerekir. Mutlak zafer için hırs askeri üstüne kanaat askerini, kibir savaşçısı üstüne alçak gönüllülük askerini, öfke ordusu üstüne sabır ordusunu sürmelidir. Cimriliği cömertlikle alt etmeli, gıybet ve iftirayı doğrulukla mağlup etmelidir. 

Bu çatışma ve mücadele alanları herhangi bir zaman ve mekânla mukayyet olmaksızın bütün zamanların dramatik insanının hâlini ortaya koymaktadır aslında. İnsanı azgınlaştıran, hatalara sürükleyen büyüklenme, açgözlülük, cimrilik gibi olumsuz özellikler, sadece bir ferdin, bir çağın bir cemiyetin problemi değildir. İnsan, her çağda aynı yaratılış özelliklerine sahiptir. Olumlu ve olumsuz vasıfları her zaman için söz konusudur. Dolayısıyla yaşadığımız ya da bizden sonraki nesillerin yaşayacakları asırlarda da insanoğlu aynı durumlarla ve problemlerle karşı karşıya gelecektir. Bu nedenle, Yunus risalesinde, gaybi olanla bağını neredeyse tamamen koparan tüm insanlara bir çağrıda bulunmaktadır. Onun öğüdüne kulak verildiğinde iman çırası yanar, ev aydınlanır ve şeytana makam olan gönül, ibadetle ele geçirilerek devlete ulaşılır. Yunus’un girdiği aşk kapısından girip Hakk’a dönmeyenler ise kin, kibir, gazap, şehvet, öfke ve riya bataklığında sefil bir ömür sürdükten sonra bu âlemde yok olup giderler. Öyleyse varlık sahnesinin zirvesindeki insan, sorumlu varlık olarak bir cenk meydanı gibi tasvir edilen bu âlemde imtihanda olduğunu bilmeli, tarafını doğru seçerek çatışmadan kurtulma yollarını öğrenmelidir.

İnsan bu mücadeleyi yürütürken iki asli değerle donatıldığı için daha avantajlı konumdadır. Bu değerlerden biri akıl diğeri de iman ve bilgidir. Yunus Emre’ye göre akıl, Allah’ın ezelî oluşunun ışığındandır. Tanrı nuru olan akıl, bizim yol göstericimiz, kılavuzumuz ve rehberimizdir. Bize mürşitlik yapar. İnsan bu ışıkla yolunu aydınlatmalıdır. Sonra Allah’ın “Âlim” sıfatından olan ilim de zahiri ve kalbî niteliğiyle sufinin hakikati kavramada en iyi yardımcısıdır. Hakiki anlamıyla iman ise gerçekliğinde asla şüphe olmayan bilgi olup yeri “can”dır. Ebedî sırların kavranmasında aklın en büyük yardımcısı olan “aşk”ın da devreye girmesiyle bütün ilahi nimetler yani akıl, aşk, iman ve bilgi, hepsi kendi özelliklerine göre kendimizi ve yaratıcımızı tanımamızda, bu bilgi çerçevesinde hayatımızı tanzim etmemizde birer imkâna dönüşürler. Böylece insan, bu donanımıyla hem kendiyle hesaplaşmaya hem dünya ve ahiret işlerini düzenlemeye muktedir olur ve bilir ki hangi kuvvetin tebaası olur, gönül evini kime teslim ederse ahirette de ona göre muamele görecek, yeri cennet yahut cehennem olacaktır. 

İnsanoğlunun varlık, bilgi ve değer konusundaki ezelî problemleri, bu problemlere bağlı iç çatışmaları tarih boyunca güncelliğini kaybetmiş değil. Yunus’un çağlar ötesinden gelen güçlü sesi iç ve dış dünyamızda kötülüğe mahkûm olmak zorunda olmadığımızı haykırıyor. Bu sese göre mahkûmiyetten kurtulmanın yolu benliklerimizi küçültüp iç çatışmalarımızı akıl, iman, bilgi ve sevginin ışığında çözmemizden geçiyor. Ancak, iyilik ve güzelliğin hâkim olacağı bir hayat için sürekli mücadeleyi ve gerekirse acı çekmeyi göze almak gerekiyor. Bilge Yunus’un kemalat yolculuğunda kendi hikâyelerini arayanların, dışarıdaki rüzgâra müdahale etmeden önce kendi içlerindeki fırtınaları dindirebilmeleri gerekiyor.

Editör: Mehmet Çalışkan