Kemal YAZICI

Bir zaman sonra o çıkmaz sokakta oyun oynamak zorlaşıyor, sesten rahatsız olanlar, top oynarken kırdığımız camlar başımıza dert açıyor ve arkadaşımızın aklına bir fikir geliyor. “Caminin avlusu ne güne duruyor.” diyor, “Hem kimseyi de rahatsız etmeyiz.” Bir müddet cami avlusunu mesken tutuyoruz, Asım Hoca ezan okumak için evden çıkınca sıvışıyoruz ortalıktan. Bir gün her zamankinden erken geliyor İmam Efendi, beyazlar içinde nasıl da heybetli görünüyor, irkiliyoruz biraz. Fakat çok geçmeden o müşfik gülümsemesi ve tatlı sesiyle bizi topluyor etrafına. Tek tek isimlerimizi öğreniyor, başımızı okşuyor her birimizin. “Bu kadar oyun yeter, hadi şimdi camiye.” diyor, “Ama önce bir abdest alalım.” Hava biraz serince ama sesimizi çıkaramıyoruz. O da bizimle abdest alıyor şadırvanda. Şimdi anlıyorum. Sırf bize eşlik etmek için tazeliyor abdestini. Sonra her gün önünden geçtiğimiz ama ara sıra gittiğimiz teravih ve yılda iki defa babamızın peşine takılıp kıldığımız bayram namazlarını saymazsak pek de haşır neşir olmadığımız camiye giriyoruz böylece. Aklımız annelerimizde. Birazdan akşam ezanı okunacak, her biri gözleri kapıda evladını bekleyecek. Yine de içimiz rahat. “Camideydik, akşam namazını eda ettik.” dediğimizde yüzlerinde açacak kocaman mutluluğu düşünüp keyifleniyoruz.

Cami nasıl da huzurla dolduruyor içimizi, hele kokusu. Sanki bebekliğimizden kalma bir koku bizi içine çekiyor. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri giriyoruz. Çok geçmeden cemaat toplanmaya başlıyor. Biraz utanıyoruz. Birkaç ihtiyar, çevredeki esnaftan tanıdık amcalar, bir de bizim okulun karşısındaki liseden gençleri görüyoruz. Hayret ediyoruz. Onlar da camiye geliyormuş demek. Ezan saatinden önce Asım Hoca her biriyle hasbihâl ediyor. Bizleri tanıştırıyor cemaatle. Gençlerden birine dönüp “Fatih, bugün müezzinliği sen yap.” diyor. İyice şaşırıp kalıyoruz, yanımdaki arkadaşım dürtüyor koluyla beni, “Bize de yaptırır mı ileride, ne dersin?” diyor. “Neden olmasın?” diye cevap veriyorum.

Biz biraz çekingen davranıp arka saflara geçiyoruz. Asım Hoca ezan okuyor. Hep birlikte tekbir getirip arkasında saf tutuyoruz. Bizim takım en arkadayız. Arada şaşırıp göz ucuyla önümüzdeki abilere ya da birbirimize baktığımız oluyor. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi. Her bir secdede yüzüme ateş basıyor, “Ya yanlış bir hareket yaparsam...” Neyse bitiriyoruz farzı. Cemaatte hafif bir hareketlenme oluyor. Akşam namazının sünnetini de kılıyoruz. Namazdan sonra Asım Hoca Kur’an okuyor. Ne kadar da güzel sesi.

Cemaat dağılıyor, biz de hızla çıkıyoruz camiden. Asım Hoca “Yarın okuldan sonra bekliyorum.” diyor, “Namazdan sonra da hemen gitmek yok. Annelerinize haber edin geç kalacağınızı.” Evin yolunu tutuyoruz, annelerimiz telaşlanmış ama “Asım Hoca’nın yanındaydık.” deyince ortam sakinleşiyor. Babamızdan bir “Aferin benim oğluma.” koparıyoruz, “Büyümüş de caminin yolunu öğrenmiş.” Ertesi gün yine avluda toplanıyoruz. Oyuna dalıyoruz hemen. Güneş batarken Asım Hoca görünüyor, abdestimizi alıp saf tutuyoruz. Arkadaşlardan biri cebinden beyaz bir takke çıkarıyor, boynunu büküp huşu ile dinlemeye başlıyor ezanı. Arada da o hâlini gören var mı diye gözlerini aralayıp çaktırmadan etrafına bakıyor. Bizi bir gülme alıyor. Hemen ön sıradaki ihtiyar bir amca dönüyor bize doğru, şimdi yiyeceğiz paparayı derken amca gülümsüyor ama bir yandan sus işareti yapıyor parmağıyla. Kendimize çekidüzen veriyoruz. Kıkırtılar kesiliyor. Asım Hoca takkeli arkadaşımızı yanına çağırıyor, “Bugün müezzin görevi sende.” diyor. Vay uyanık vay, demek ondanmış o ağır başlı tavırlar, başına geçirdiği beyaz takke filan. İçten içe imreniyoruz arkadaşımıza.

Namazdan sonra avluda toplanıyoruz. İki sıra banka karşılıklı oturup Asım Hoca’yı beklemeye başlıyoruz. Asım Hoca elinde koca bir tepsiyle çıkageliyor caminin arkasında kalan evinden “Hatice Teyzeniz sütlaç yaptı, yiyelim de ağzımız tatlansın.” diyor. Yumuluyoruz kâselere. Bir yandan yiyor bir yandan da onu dinliyoruz. “Akşam ezanından sonra burada kalırsanız size ezan okumayı, kamet getirmeyi öğretirim, sırayla müezzinlik yaparsınız.” diyor. Pek hoşumuza gidiyor bu teklif. İçimizden biri “Ben Kur’an okumayı biliyorum.” diye söze karışıyor. Diğerleri de “Ben de, ben de…” diyerek atılıyorlar ortaya. Bense sesimi çıkarmıyorum. Herkesin içinde bilmiyorum demek zoruma gidiyor. Yüzüm düşüyor. Asım Hoca fark ediyor yüzümün düştüğünü, beni kenara çekiyor, “İstersen sana öğretirim, yaz tatilinde kursların açılmasını beklemene gerek yok, hemen yarın başlarız.” diyor.  Keyfim yerine geliyor o an.

Her akşam camiye gidiyoruz, bir rutine dönüşüyor bu. Hafta sonları ise kimi zaman beş vakit kaçırmadan cemaate katılıyoruz. Sabah ezanında bile düşüyoruz yola. Gülerek, oynayarak arada tatlı yaramazlıklarla cemaatin arasına karışıp gidiyoruz. Kimse yüzünü asmıyor, kimse çekiştirmiyor çocukluğumuzun paçalarından. Genciyle ihtiyarıyla cami cemaati bağrına basıyor bizi. Çocukluğumun Yeşil Camii hep huzur veriyor bana ve Asım Hoca hep o güler yüzüyle canlanıyor hatıralarımda. Şimdi camide arka saflarda gülüşen birkaç çocuk görsem yine o günleri anıyorum. Usulca arkama dönüp gülümsüyor, bir yandan gözlerimi kırpıştırırken bir yandan da elimle susun işareti yapıyorum.

Editör: Mehmet Çalışkan