Doç. Dr. Muhammed KIZILGEÇİT
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Günümüzde insanların, modern hayatın yabancılaştıran ve yolunu kaybettiren etkilerinden korunmak için bir ölçü arayışında olduğu ifade edilmektedir. Bu bağlamda yeni dinî hareket (YDH) mensubiyeti ilk olarak, modern dünyada hakikati yaşamak adına zamanı geri almaya dair bir arzuyu yansıtmaktadır. İkinci olarak, bu aidiyet aynı zamanda kadim olan hakikati modern zamana taşıyarak onu çağdaş ve seküler bir düzlemde eyleme/yaşama taşıma isteğini ifade etmektedir. Bu noktada yeni dinî hareketler, moderniteye karşı bir protesto şeklinde nitelenmektedir. Yeni dinî hareketlerin hedefinde kurumsallaştırılmış dinin ve seküler yapının bireyin eliyle yapı bozuma uğratılması söz konusudur. Bu durum “din”e yeninin ve modern bir sosyal yapı olan “hareketin” katılması; “yeni” yani “seküler” olana da “dinin” taşınması ile gerçekleşmektedir. Bunun için de pek çok modern, antimodern hatta bazen postmodern unsurlarla kaynaşır. Yani yeni dinî hareketler hem moderniteye uyum hem de ona direnmenin unsurlarını içerirler. 

Yeni dinî hareketler, oldukça çeşitli bir görünüm arz etmektedir. Bazıları teolojik olarak oldukça tutucu; bazıları katı bir biçimde yenilikçidir. Bir kısmı geleneksel dinler içerisinden ortaya çıkarken diğer bir kısmı birçok karşıt düşünceye sahip inancın bağdaştırılmasıyla senkretik bir görünüm sergilemektedir. Yeni dinî hareketlerin büyük çoğunluğu Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkmasına karşın Asya, Afrika ve Latin Amerika kökenli hareketlerin sayısı son yıllarda hızla artmış ve artmaya da devam etmektedir. Yine bazı hareketlerin büyüyerek üye sayılarını artırmalarına karşın, diğer bazı yeni dinî hareketler bâtıni (ezoterik) ve gizemli yapıları dolayısıyla zayıflamış ya da ortadan kaybolup gitmiştir. Yeni dinî hareketlerin bazısı Hinduizm, Budizm ve Hristiyanlık gibi dünya dinleri içerisinden çıkarak gelişme gösterirken bir bölümü ise senkretik ya da her türden inanç disiplinlerini birbirine karıştırarak onlardan yeniden bir sonuç çıkaran/seçmeci (eklektik) bir yapı arz etmektedir. Bundan dolayı bazı yeni dinî hareketler genellikle kökenlerindeki ana dinlerin bir mezhebi veya tarikatı olarak görülürler. Buna karşılık bazı yeni dinî hareketler ise kendilerini geleneksel dinlerden ayırma gayreti içerisindedirler. Bu gayret iki gerekçeyle açıklanmaktadır: Birincisi, yeni dinî hareketler, içinde doğdukları mahalli büyük dinin, insanların zihinlerinde oluşan olumsuz ön yargılarıyla anılmak istemezler. Ana dinin bir mezhebi veya tarikatı olmayı küçültücü, ayırıcı ve sınırlandırıcı olarak değerlendirirler. İkincisi ise “sekt/kült” kavramı olumsuz anlamlar çağrıştırmasının yanı sıra hukuki birtakım mahzurları da beraberinde getirmektedir. Yeni dinî hareketler “sekt/kült sapkın gruplar” kelimesinin çağrıştırdığı olumsuzlukları önlemek, çeşitli ülke mahkemelerinin hukuki takibatından kendilerini kurtarabilmek ve daha rahat faaliyet yürütebilmek için kendilerinin “sekt/kült” değil, “yeni bir din” olduklarını iddia etmektedirler.

Yeni dinî hareketler 1800’lerde oluşum zemini bulan, 1950’lerden (II. Dünya Savaşı’ndan) sonra ortaya çıkan, 1960 ve 1970’lerden itibaren de yaygın bir ilgi görmeye başlayan ve söylemlerinde coşkun bir dinî, ruhi ve felsefi yaşantı vadeden birbirinden farklı oluşumları ifade etmek için kullanılan bir kavramdır.

Mutlak otoriteye sahip bir karizmatik lider ve belirli bir ideoloji etrafında toplanma özellikleriyle ön plana çıkan bu hareketler, tarih sahnesine çıkmaya başladıkları ilk andan itibaren sahip oldukları sıradışı inanç ve ritüeller, üye edinmede kullandıkları yöntemler, kadınlara ve erkeklere biçtikleri roller kadar insan hayatını hedef alan radikal eylemlerle de dikkatleri üzerine çekmeyi başarmışlardır. Nitekim Halkın Tapınağı, Branch Davidian, Güneş Tapınağı, Cennetin Kapısı ve Aum Shinrikyo hareketleri, başta Amerika olmak üzere Fransa, İsviçre, Kanada ve Japonya gibi ülkelerde gerçekleştirdikleri cinayet, suikast ve toplu intihar şeklindeki şiddet eylemleriyle XX. yüzyılın son çeyreğinde isimlerinden sık sık söz ettirmişlerdir.

Radikalleşme, birçok konuda olduğu gibi din konusunda da aşırılık, uçta olma, sınırda yaşama olarak algılanmaktadır. Bu durum, toplumda kabul gören normal ve anormal kalıplar çerçevesinde ele alındığında problemli olarak görülmektedir. Bu kabul, radikalleşmeyi, insanların yaşantısında toplumda istenmeyen, düzeltilmesi gereken bir durum ve bir hastalık olarak yer ettirir.

Türkiye’de faaliyet alanı bulan radikal/marjinal yapılar kült/sekt niteliğindeki yeni dinî hareketlerle karşılaştırıldığında iki türün belirginleştiği ifade edilebilir. Bunlardan birincisi, şiddete başvurmayı temel nitelik olarak belirleyen intihar kültleridir ki bunlar Batı’da uzun zaman hafızalardan silinmeyecek nitelikteki şiddet eylemleriyle gündeme gelmiş Halkın Tapınağı, Branch Davidian, Güneş Tapınağı, Aum Shinrikyo ve Cennetin Kapısı hareketleridir. Öyle ki gerçekleştirmiş oldukları şiddet eylemlerinin büyüklüğünden dolayı bu hareketler, Batılı araştırmacılar tarafından “büyük beş” (big five) olarak nitelendirilmektedir. Halkın Tapınağı hareketinin lideri Jim Jones ve müntesipleri 1977’de Güney Amerika’da yer alan Guyana’ya göç ederek burada “Jonestown” ismini verdikleri bir yerleşim yeri inşa etmişlerdir.

Kendini insanlığa adayan bir din adamı görüntüsünde çalışmalarına başlayan Jones, zamanla kendisinin önce Mesih olduğunu sonra da gök tanrısının var olmadığını, buna karşılık dünyada mevcut olan hastalık, yoksulluk, adaletsizlik ve ırk ayrımı gibi problemleri çözmeye çalışan gerçek tanrının kendi şahsında var olduğunu iddia ederek “Tanrı benim.” ifadesini kullanmaya başlamıştır. Böylece “güçlü” olmanın hazzını ömür boyu sürdürmek istemiştir. Bunun için de her yolu mübah görmüş ve farklı beyin yıkama uygulamaları sonucunda bütün müritlerini (917 kişi) toplu intihara sürüklemiş ve kendisi de intihar etmiştir. FETÖ liderinin de hayat hikayesini okuyanlar, intihar ihtimali/durumu dışında Jim Jones’un hikâyesinden daha komplike ve daha derin bir kurgu ile karşılaşacaklardır: Adım adım, hem müntesiplerini hem de ilişkili olduğu tüm ağları bütün derinlik ve saplantılı kuşatıcılığı ile sarmalamak ve tekdüze harcayarak tüketmek, FETÖ liderini de diğer tehlikeli yeni dinî hareketlerin liderleri gibi anormal ve patolojik hâle getirmektedir. Halkın Tapınağı’nın bazı derin güçler tarafından sosyal bir laboratuvar olarak kurgulandığı iddiaları hâlen açıklık kazanmamış olsa da FETÖ’nün birden fazla derin güçle hareket ettiği malumdur. Bu kapsamda karşılaştırılacak yapı ve hareketlerden bir diğeri de Branch Davidian kültü ile IŞİD’dir.

Branch Davidian Hareketi, Yedinci Gün Adventistleri’nden ayrılarak ortaya çıkmış bir gruptur. Yedinci Gün Adventistleri’nin kökeni ise 1782-1849 yılları arasında yaşamış olan William Miller’a dayanmaktadır. Bilindiği üzere Miller, İsa’nın ikinci gelişinin 21 Mart 1843 ile 21 Mart 1844 tarihleri arasında gerçekleşeceğini iddia etmiş ve kehaneti gerçekleşmemiş bir liderdir. Hareket uzun bir süre liderlik mücadelesi yaşadıktan sonra David Koresh (1959-1993) kült tarikatının liderliğini elde eder. Koresh, 1991 yılından itibaren kıyamet ve kehanet söylemlerine ağırlık vermeye başlamıştır. Bu söylem doğrultusunda o, dünyanın sonunun Amerika’da kendi grubuna yapılacak bir saldırıyla başlayacağını iddia etmiştir.  O, vaazlarında da sık sık artık dünyanın sonunun yaklaştığını ve ebedî kurtuluşa ulaşmak için tek çarenin kendi hareketine mensubiyetle mümkün olduğunu belirtir. Nitekim hareket üyeleri de bu düşünce doğrultusunda kendileri için oluşturdukları Mount Carmel yerleşkesinde yiyecek, silah ve mermi depolamaya başlamıştır. Silahlı faaliyetlerine son vermek üzere Amerikan silahlı kuvvetleri, yerleşkeyi 51 gün boyunca kuşatıp tank ve ağır silahlarla buraya müdahale etmiştir. Bunun sonucunda Koresh de dâhil, 23’ü çocuk olmak üzere 80’den fazla hareket üyesi ölmüştür.

Branch Davidian Hareketi, genellikle İslam coğrafyasında silahlı faaliyetler içinde bulunan IŞİD terör örgütü ile karşılaştırılabilir. Örgüt 2003 yılında Ebu Musa ez-Zerkavi tarafından Cemaatu’t Tevhid ve’l-Cihad adıyla kurulmuştur. Fakat 2006’da IŞİD ismini alarak, “Irak İslam Devleti”nin kuruluşunu ilan etmiştir. IŞİD yerel bir örgüt olarak ortaya çıkmasına rağmen Davidian’dan farklı olarak gün geçtikçe küresel bir terör örgütü hâline dönüşmüştür. Kendine has bir yapılanması ve ideolojisiyle diğer terör örgütlerinden ayrılan IŞİD, bireysel ve toplumsal kurtuluşun sadece kendilerine katılımla gerçekleşeceği iddiası ve silahlı bir örgüte dönüşmesi açısından Branch Davidian Hareketi’ne benzemektedir. Branch Davidian’ın güvenli alanı olan Mount Carmel’e yerleşme gerekliliği ile IŞİD’in, hüküm sürdüğü topraklara hicret edip “sözde halife”ye biat etmenin insanların “inanan” olmalarının ön koşulu, iki yapı arasındaki diğer bir benzerlik durumudur.

İkinci karşılaştırma, üye kazanmada modern duygusal araçlar kullanan hareketler arasında yapılabilir. ABD’de Tanrının Çocukları adlı kült, D. Brandt Berg tarafından 1961 yılında kurulur. Harekete katılan üyeler Kutsal Kitap’tan birer isim almış ve ardından da komünel yaşamın sürdüğü “kolonilere” katılmışlardır. Kolonilere daha sonra “evler” denilmiş ve sayıları 1972’de 40 ülkede 100’ü aşmıştır. 2015’te ise kolonilerin sayısının dünya çapında 90’dan fazla ülkede 1.000’i aştığı ileri sürülmüştür. Hareketin en tartışmalı yönü “Flörtçü Balık Avcılığı” uygulamasıdır. Berg, “Sevgi Hukuku” adı altında evli ya da bekâr fark etmeksizin tüm müntesipleri arasında her çeşit ilişkiyi serbest bırakmıştır. O, özellikle de bayan müritleri, hareketine taraftar ve para kazandırmaları için gayriahlaki uygulamalara yönlendirmiştir. Grupta AIDS salgınının ortaya çıkması üzerine, 1980’lerin sonlarında bu uygulama kısmen terk edilmiştir. “Flörtçü Balık Avcılığı”  tekniğinin son yıllarda ülkemizde de faklı illegal örgütler tarafından kullanıldığı haberlere yansımaktadır. Kutsal metinlerin haram kıldığı bir düzlemde dinin araçsallaştırılarak insan iffetinin hazza kurban edilmesiyle gerçekleşen buna benzer uygulamaların moderniteyi, bizden daha önce yaşamış toplumların deneyimlerinden hareketle onun neye tekabül ettiğini ortaya koymaktadır. Hatta daha da ötesi, âdeta her bir bölge ve insan tipolojisine uygun kurgusal bir hareketin/kültün inşa edildiği de ifade edilebilir.  

Yeni dinî hareketlere katılımın temel nedenlerinden biri dine eğilimli olmadır. Yukarıda bahsi geçen hareketler de daha ziyade dine eğilimli bireyi hedef almaktadırlar. Dine eğilimli olmak bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı? Bu bağlamda bu konuyu yeni dinî hareket mensubiyeti açısından ele almak gerekmektedir.

İnsan ruhunun derinliklerinde onu dine yönelten birtakım içsel faktörler vardır. İnsan ve din ilişkisinin farkına varıldığı ilk zamandan itibaren bu ilişkinin kaynağını, boyutlarını ve sonuçlarını ele alıp yorumlayan pek çok açıklama biçimi ortaya konulmuştur. Bell, XVII. yüzyıldan XIX. yüzyılın sonuna kadar devam eden süreci kutsala karşı büyük saygısızlık dönemi şeklinde tanımlamaktadır. Bu süreçte pek çok insan artık dini bir ihtiyaç değil, bir tercih konusu olarak algılamaktadır; inanacaksa bile hangi tanrıyı seçeceğine kendisi karar vermektedir. Batı’da dine karşı olan tutumu “Yükümlülük anlayışından tercih anlayışına geçiş olarak tanımlayabiliriz. Çünkü eskiden yapılması zorunlu görülen şeyler şimdilerde kişisel bir tercih meselesi hâline gelmiştir. Artık insanlar şöyle düşünüyor: Herhangi bir dinî organizasyona katılıyorum çünkü bunu ben istiyorum. Böyle yaparak özel bir ihtiyacımı karşılıyorum. Gittiğim yer, bana istediğim şeyleri sağladığı sürece oraya bağlılığım devam edecek. Ama istediğim zaman da gitmekten vazgeçebilirim. Herhangi bir zorunluluğum yok; tercih benim!”

Dine eğilimli olma faktörü, bireyin kişilik yapısına, dinin bireyde karşılık bulduğu anlam alanına ve genelde toplumun, özelde de bireyin dinî olana karşı tepkisine/çoğulculuk anlayışına atıfta bulunmaktadır. Yeni dinî hareketlere katılan kişiler, “dünyayı kurtarma” arzusuyla motive edilmektedir. Kadın veya erkek üyeler, dünyanın kurtarılma ihtiyacı içerisinde olduğunu düşünür ve dünyanın felaketlerden kurtarılması için bazı şeyler yapılmasını gerekli görür. 

Ülkemizde, bireyin dine eğilimli olması elbette talep edilen bir durumdur. Ülke gerçekliğinde bireyin dine eğilimli olması kült/radikal yapılarca bir imkân alanı görülmüş ve bu zemin bilerek istismar edilmiştir. İstismar edilen bu durum, toplumsal olarak kısmen, dinî olana mesafe koyma refleksine dönüşmektedir. Batı tecrübesinden hareketle farkında olunması gereken, ülkemizin içerisinde bulunduğu inanç iklimi, Batı’nın yeni dinî hareketleri benimsemesinden önceki belirsizlik iklimine benzemektedir. Bu belirsizlikte bir taraftan kurumsal dinin yetersizliği/gereksizliği hissettirilmeye çalışılırken (burada hedef İslam dinidir) diğer taraftan da mistik bir anlam olmadan bireyin nefes alamayacağı telkin edilmektedir. Ülkemizin, yeni dinî hareketlerin pazar alanı olması için toplumumuzda anlamsız, belirsiz ve nihilistik bir atmosferin yaşanmasına çalışılmaktadır. Çözüm, istismar neticesinde yıpratılan kavramların, kurumların ve İslam dininin istismara rağmen hakikatını daha güçlü bir şekilde ve ilmî bir nitelikte ortaya koymaktır. İstismarla saldırıya hedef edilen İslam’ın yüzyıllardır tecrübe edilen niteliğinin, Allah (c.c.), insan ve varlık ilişki niteliğinin emanet, adalet, merhamet ve ahiret üzere kurulduğunu “Müslüman bireyin hayatını sözlerine şahit kılarak” ortaya koymasıdır. 

Maneviyat arayışının modern yansımaları olmaları bakımından yeni dinî hareketler, Türkiye’de “din” başlığı altında kendilerine geniş bir faaliyet alanı bulamasa da bu hareketler özellikle Batı ülkelerinde hem dinî hem de kişisel gelişim iddiaları üzerinden oldukça yaygın bir etkiye sahiptir. Ülkemizi ilgilendiren diğer bir durum, yeni dinî hareketlerin bir şube veya bir temsilci üzerinden ülkemizde zemin bulmalarından ziyade kişisel gelişim, fiziksel ve ruhsal arınma iddialarıyla farklı kesimlere ulaşma gayretleridir. Örneğin “geçmişi zihinden silmek,” Sayentoloji Kilisesi Hareketi’nin “dianetik terapi” tekniğine dayanmaktadır. Bu hareketin felsefi yaklaşımına göre geçmişte yaşanan acılar bellekte kayıtlı tutulduğu için zihinler bulanıklaşmakta ve etkinliğini yitirmektedir. Geçmişi zihinden silmek ve bulanıklaşmış bellekleri eski hâline getirmekle saf tanrısal öz elde edilmiş olacaktır. Fakat hareket bu terapiyi yüksek ücretlerle sunmaktadır. Hem fiziksel hem de ruhsal anlamda bireyin tüm yeteneklerini geliştirdiği iddia edilen meditasyon, Hintli bir guru/lider tarafından eğitildiği iddia edilen Maharashi M. Yogi tarafından kurulan Transandantal Meditasyon Hareketi’nin dualarla başlattığı seanslarıdır. Aydınlanmayı manevi gelişimin merkezine aldığını iddia eden OSHO yayınları temelde tüm doktrinlere ve öğretilere karşı olan Rajneesh Hareketi’nin yayınlarıdır. İlgili kavram ve uygulamalarla ülkemizde de seküler ve fakat maneviyatçı bir kitle oluşturulmak istenmektedir.

Türkiye ve özellikle ABD olmak üzere Batı örnekleminde görülen yeni dinî hareketlerin başarısı hareketlerin faaliyetlerinden kaynaklandığı kadar bireyin arayışından da kaynaklanmaktadır. Yapılması gereken şey, kişi, henüz yeni dinî hareketlerin pazarında tüketilmeden, sahih olan dinin bütün kuşatıcılığının doğru kurumlarla kendisine ulaştırılmasıdır.

Editör: Mehmet Çalışkan