Muharrem EVİRGEN
Kırıkkale Yahşihan Müftüsü

Tarih 23 Ekim 2011, saat 13:41. Van, depremle sarsıldı. Kur’an kursu öğreticileri için tertiplenen seminer münasebetiyle ailecek Van’daki imam hatip okulu binasındaydık. Akademisyenler, müftüler, kurs öğreticileri…  Depremi herkes derinden hissetti ve etkilendi.

Herkes mahşeri andıran tarzda koşuşturdu; kimi pencereye, kimi kapıya, kimi içeride masanın altına sığındı. İçeride çocuklarımın baba diye seslenişlerini duymadan dışarıda onları aradım aradım… İçerisinde bulunduğumuz okul binası ve çevremizde başka bir bina çökmediğinden ilk önce olayın büyüklüğünü fark edememiştik. Daha sonra yavaş yavaş fark etmeye başladık depremin şiddetini. Olayın şokuyla insanlar sağa sola koşuşturuyorlar; bağırmalar, ağlamalar birbirine karışıyordu. Binalar ölüm makinesi olmuştu.

Van Eğitim Merkezinde 2011 Van 2. Hac Kafilesi grup görevlisi arkadaşlarla deprem sabahı toplantı yapıp hacı adaylarının pasaport kontrollerini bitirmiştik. Deprem sonrası pasaportları almak için geldiğimde herkes dışarıda idi ve kimseyi içeriye almıyorlardı. Bu arada artçı depremler devam ediyordu. Binada ciddi çatlaklar oluşmuştu. Eğitim merkezi müdürü İsmail Çiçek Bey, içeriye girmemizin doğru olmadığını söylese de bu kutsal yolculuğa çıkmamız için emanet aldığım o pasaportları almam gerekiyordu. Hızla koşarak binaya girdim ve pasaportları aldığım gibi dışarı çıktım.

Hac yolculuğuna çıkacağız. Van ve Erciş yıkıldı. Kaç hacı adayımız öldü? Kaçı sağ? Kim en yakınını kaybetti? Kim gidecek, sayımız ne olacak bu kutsal yolculuk iptal mi olacak? Cevabını bilmediğimiz sorular… Telefonlar çekmiyor, kimseye ulaşamıyoruz, süre çok kısıtlı... Bir gün sonra telefonlar az da olsa çekmeye başladı. Her bir hacımıza ulaşmaya çalışıyoruz, açılan telefonda yakınları da olabilir düşüncesiyle kendilerinden hacı adayımızın sağ olup olmadığını, bu kutsal yolculuğa katılıp katılamayacaklarını öğrenmeye çalışıyoruz. Kafalar karışık, evleri yıkılanlar, hasar görenler olduğu gibi yakınlarını kaybedenler de var. Çoluk çocuk dışarıda perişan... Gelip gelmeme noktasında tereddüt yaşıyor insanlar. 

26 Ekim Çarşamba günü Van Ferit Melen Havaalanında uçağa bineceğiz. Salı günü kafilemizdeki her bir hacıya ulaşarak sağ olduklarını tespit ettik. Tereddüt yaşayanlar da gelmeye karar verdiler, kafilemiz yolculuğa hazır. Görev yerim Van Bahçesaray, ailem de depremden etkilendi, artçılar devam ediyor ama yola da çıkmam gerekiyor. Çarşamba günü sabah çıksam uçağa yetişebilirim ama hava durumu için kar gelecek denildi. Rakımı üç bin metre olan Karabet mevkii karla kapanırsa uzun yoldan uçağa yetişmem mümkün değil. Geceye kalırsam terör tehlikesi var. Erken gitsem Van’da kalacak yer yok. Rabbim bir çıkış yolu gösterecekti elbet. Böyle bir durumda tam çıkmak üzere iken okulların tatil olduğu bilgisi geldi.  Hiç hesapta yokken internetten aileme uçak bileti aldım. Edremit’te kalacak yer ayarladık. Apar topar hep birlikte yola koyulduk. Kar, Karabet’te bastırmaya başladı ama yolu henüz kapatmadan biz kendimizi Edremit’e attık.

7.2’lik sarsıntının şaşkınlığı hâlâ devam ediyordu. Sahip olduklarımız bizi terk etmişti. Bunlar gerçekten bizim miydi yoksa? Van Havaalanından Ankara Esenboğa Havaalanına geldiğimizde Van’da yıkılan evlerimiz, bizi terk eden eşyalarımız yetmezmişçesine mevcut elbiselerimizi de çıkarıp dünyaya ilk gelişimizdeki analarımızın sardığı beyaz kundak, dünyadan ayrılırken hocalarımızın sardığı kefen ile aynı izar ve ridadan oluşan ihram elbisesine büründük. Depremin sarsıntısı hayatla olan bağımız, sahip olduklarımızın bizi terk etmesinin acısı, sevdiklerimizi çadırda bırakışımız...  Ve ihram! Kimim ben? Kime aitim? Asıl sahibim kim? Yıllarca kurduğum dünyam, mal-mülk, alışkanlıklarım, oluşturduğum yaşam... Bunların her biri gerçek mi yalan mı? Bu iki beyaz örtü arasındaki hayatımız, sahip olduklarımız, nefsimiz, zihnimizde yücelttiğimiz ve uğruna kan bile döktüğümüz ne idi? Gerçek ne?

Lebbeyk Allahümme... “Buyur Allah’ım buyur! Emrindeyim buyur! Buyur Allah’ım! Senin hiçbir ortağın yoktur. Buyur Allah’ım! Şüphesiz hamd sana mahsustur. Nimet de senindir, mülk de senin. Senin hiçbir ortağın yoktur.” Kutsal yolculuğumuz esnasında tekrarladığımız telbiye zihnimizde kopan fırtınalara cevap veriyordu. Nimet de O’nunmuş, mülk de O’nunmuş. İhramla birlikte bu ifadeler hiç şüphesiz hakikatin farkındalığını yavaş yavaş bizlere hissettiriyordu.
Allah’ın evi Kâbe’de tavaf ediyoruz. Depremdeki sağa sola bilinçsizse, çaresizce koşuşturmamız burada bir yörüngeye oturuyor, başka bir boyuta taşınıyordu.  Anlamsız bir koşuşturmadan sonra belirli bir yörüngede tavaf yapmak, mülkün sahibine sığınmak, bize oyuncağını kaybedip ağlayan çocuğun annesini görünce hissettiği güven duygusunu yaşatıyordu. Kendimizi, mülkün gerçek sahibi olan Allah’ın kudret eline bırakmış, ona teslim olmuştuk.

Arafat’ta artık şaşkınlığımızı tamamen üzerimizden atıyor, depremin enkazını yavaş yavaş kaldırıyor, olup bitenlere burada hakiki anlamını veriyorduk. Arafat sayesinde arif olmak... Evlerimizin ve iş yerlerimizin yıkılışıyla durmamız gereken beklememiz gerekenin farkındalığına varmak, gerçek vakfemizi faniye değil bakiye adamak, üzerimizdeki bütün dünyalık yüklerden kurtulup gerçeği fark etmek, bakiden yana tercih yapmak gibi…

Müzdelife’den Mina’ya sel gibi akarken yıkılan evlerimiz, yıllardır biriktirdiklerimizin acı hatıraları zihnimizde canlansa da cemrelerde attığımız taşlarla şeytanı kendimizden uzaklaştırıp bizimmiş saydığımız ev ve barklarımızın emanet oluşunu fark etmek, gerçek mülk sahibinin kim olduğunu müminler denizinde yeniden hissetmek... Depremde kaybettiklerimizi, Hz. İsmail’in kurban oluşu gibi hissediş, sabrın, metanetin neticesinde burada veya en geç ahirette büyük bir koç mesabesinde bir lütfu ilahinin olacağına olan inancımız, ümitlerimizi tekrar yeşertti. Şeytan, “neden Van, neden sen, her şeyin bitti” gibi vesveseleriyle bizi ümitsizliğe düşürerek isyana sevk etmek istese de Cemarat’ta attığımız taşlarla iman evimizde yara açtırmadık. 7.2, 5.6... lık sarsıntılar ve artçılar geldi ama şeytana attığımız 49 taş umutsuzluğa ve fani olana değil, hep baki olana ve gerçek güç sahibine bizi yaklaştırdı. ‘“Yalnız senden yardım dileriz.”(Fatiha, 1/4.) ayeti gönüllerimizde bir başka aksetti.

Mültezem’de, tekrar yaşama sevinci ve hayata umutla bağlanabilmek için mülkün sahibinden yardım istemek, ancak O’ndan istemek ve bunu, beytinde daha derinlemesine hissetmek…

“Kim tağutu tanımayıp (şeytan, nefis) Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/256.) ayetiyle Mültezem’de yapışmak, fanilerin faydasından vazgeçip baki olana teslim olmanın derin huzur ve sükûnetini yaşamak... Zemzemle içimizdeki ateşi söndürüp maddi manevi hastalıklarımıza şifa bulmak...

Kendi kendimize sözler verdik orada, binalarımızı Firavun’un kulesi gibi değil çağımız ilminin, bilgisinin doğrultusunda bilirkişiler kaç kat müsaade ettiyse o kadar yapacağımıza dair. Çünkü deprem öldürmüyordu, binalarımız öldürüyordu. Bir insanın yanlışlıkla ölümüne sebebiyet vermenin sorumluluğunun ne kadar ağır olduğu bilinciyle hareket edecektik. 

Sevr’de Peygamberimiz gibi Hicret’teki stratejisini tekrar gözden geçirerek önce plan, program, aklın ve ilmin verilerine ve âdetullaha riayet etmek, “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber.’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/40.) teslimiyetini Sevr’de tekrar yaşamak…

Hacılarımızın çoğu, aileleri Türkiye’nin çeşitli illerinde yakın akrabalarının yanında veya devletin sağladığı sosyal tesislerde kaldığı için Van’ a gitmek istemiyorlardı. Uçuş tarifelerinin değiştirilmesini talep ediyorlardı. Hacılar kendi evlerine değil başka yere gideceklerdi, taleplerinde haklılardı. Mekke’de her gün birkaç hacının uçak biletini alıp Türk Hava Yolları’nın bürosunda değiştiriyorduk. Medine’de bu işi Van Edremit Çimento Camii İmam Hatibi Ali Hoca yapacaktı. Hac tarihinde ilk olsa gerek, hacılar çıktıkları evlerine değil deprem dolayısıyla başka yerlere uçacaktı.

Makam-ı İbrahim’deki iskele taşına daha da yakından baktım. Allah’ın evini inşada kullanılan iskelenin niçin orada durduğuna önceki gelişlerimde anlam verememiştim. Sadece tarihî bir şey miydi? Hz. İbrahim’den çok daha yakın tarih olan Peygamberimiz devrinden bazı tarihî izler de olmalıydı ama yoktu. Hayır, hayır bu iskele taşının bundan daha öte bir anlam ve derinliği olmalıydı. Bununla Allah’ın evi yapılmıştı. Allah’ın nazargâhı olan gönül evimizin inşası için tabii ki iskeleye ihtiyaç vardı. Milyonlarca ziyaretçi gönül evini iman yurdunu tekrar bununla inşa ediyordu âdeta. Van depremiyle birlikte yıkılan evlerimizi, iş yerlerimizi, ümitlerimizi inşa edebilmek için gönül ve zihnimizin de inşası gerekiyordu. Bunun için umuda ve iskeleye ihtiyaç vardı. Biz bu iskeleyi kafilemizle tekrar aldık; şavt şavt döne döne umudumuzu, evimizi, barkımızı inşa ettik. Gönlümüz genişledi, ruhumuz nefes aldı. On katlı binanın enkazını üzerimizden böylelikle attık, omuzlarımızdaki depremin enkazını kaldırdık. Hac dönüşü de o iskele taşı ile yıkılan, onarılması gereken her yerin imarını tekrar yapacaktık.

Editör: Mehmet Çalışkan