Dr. Mehmet BULUT
DİB Başkanlık Müşaviri

Vakıf, çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Genel bir tanıma göre vakıf, bir mülkün menfaatini halka tahsis edip Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten menedilmesi, yani şahıs malı haline getirilmesinin yasaklanmasıdır. Buna göre vakıf, menfaati kullara ait olmak üzere bir malı kendi mülkünden çıkararak Allah yolunda tahsis etmektir. Bu, bir malın/varlığın ölümsüzleştirilmesi anlamına da gelmektedir; çünkü vakıf hukukunun bir özelliği de bir malın geçici olarak değil ebedi olarak vakfedilmesini icap ettirmektedir. Bilindiği gibi İslam hukuk normları, vakıfların meşru olan şartlarına riayeti zorunlu saymış ve bunu, “şart-ı vâkıf nass-ı Şâri’ gibidir” ifadesiyle formüle etmiştir. Mer’î yasalar da İslam hukukunun vakıflara ilişkin kaideleri çerçevesinde oluşturulan vakfiyelerde öngörülen şartlara riayeti öngörmektedir. Tanımlardan vakıf kurumlarının dinî niteliğinin öne çıktığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Tanımdaki “Allah’ın mülkü hükmünde olma” ifadesi, hem “temlik ve temellükten” men edildiğini belirtmekte hem de bu vakfın Allah rızası için yapıldığını ifade etmektedir. O mülkün artık satılması ve satın alınması imkân dışıdır.

Yazılarımda zaman zaman ilk Büyük Millet Meclisini oluşturan mebuslardan bir kısmının dinî-ilmî birikimlerinin üst düzeyde oluşuna dikkat çekmem boşuna değildir. Bakınız, vakıfların mevzubahis edildiği Büyük Millet Meclisinin bir oturumunda, vakıfların yerinde kullanılmaması yüzünden duçar olunan mağduriyetleri dile getiren Kastamonu Mebusu Mahir Efendi, vakıf kavramına nasıl bir açıklama getiriyor: “Vakıf demek habs demektir. Bu sebeple tevkif etmeye habsedilmiş derler. Bu, Allah için bir habstir. Çünkü bir vakıf habsolundu mu o vakıf, daire-i ilahiyeye girer ve onda halkın tasarrufu caiz olmaz. Vakıf, menfaatleri ibadullaha ait bir ayni teberrudur… Vakıflara bizim daha fazla riayet etmemiz ve vakıfları muhafaza etmemiz gerekir. Menaf-i umumiyeyi tamim nedir? Mesela bir cami niçin yapılıyor? Tabii, içerisinde binlerce kişinin namaz kılması için. Kimse orada namaz kılmaktan men olunamaz… Vakfın gayesi, dinî veyahut medeni hizmetleri ifa ettirmektir.” 30 Ocak 1922 tarihinde, yine Meclis’te cereyan eden bir müzakere sırasında da ülkenin umranının (bayındır hâle getirilmesinin) evkafın umranına bağlı olduğu, evkaf mamur olursa ülkenin de mamur olacağı söylenmişti. Çünkü ülkenin üçte ikisinin vakıf olduğu ileri sürülüyordu.

Vakıfta bulunana “vâkıf”, vakfedenin kadı/hâkim önünde düzenlediği belgeye “vakfiye”, “vakfiye senedi” veya “vakıfname” denmiştir. Kuruluş amaçları itibarıyla vakıflar dinî, eğitim ve sosyal hizmet amaçlı vakıflar şeklinde sıralanabilir.

Vakıf, temeli “hayır (iyilik)” kavramına dayanan, bir müessese… “Medeniyetimiz bir vakıf medeniyetidir.” şeklindeki değer hükmü, İslam toplumları ve özellikle bizim medeniyetimiz için vakıf kurumunun taşıdığı önemi ortaya koymakta. Vakıf müesseseleri ilk dinamiklerini İslam dininden almış, esaslarını İslam hukukçuları tedvin etmiştir. Tarihî süreçte insanımız vakıf kurma konusunda âdeta bir yarış içinde olmuştur. Oluşturulan vakıf müesseseleri, birçok hizmetin yerine getirilmesini temin ettiği gibi günümüze kadar ayakta kalabilen birçok abidevi eserin vücuda getirilmesine de vesile olmuştur. Bilindiği gibi bu hayır yarışında mescit/cami inşası ve buralardaki hizmetleri yürütmek üzere vakıf yapma teşebbüsü en yaygın olanıdır. Ecdadımız Allah için bir cami inşa ederken imamet, hitabet gibi hizmetler başta olmak üzere buradaki her türlü hizmet için tedbir almış ve vakfiyesine detaylı hükümler koymuştur. Camilerin hemen bütün hizmetleri için vakıf yapılabilmiştir. Bazı vakfiyelerde 60-70 tür hizmet sayılmıştır. Dini hizmetlerin birçoğu da vakıf kurumlarının idaresi ve desteğiyle sürdürülebilmiştir. 

Cami eksenli külliyelerin oluşturulması, cami ve mescit inşaları, buralardaki dinî ve manevi hizmetlerin sürdürülmesi, bu hizmetleri üstlenecek kişilerin niteliklerinin belirlenmesi ve görevlilerin ihtiyaçlarının karşılanması zamanla vakıf hizmetlerinin kurumsallaşmasını gerektirmiş, bunların oluşumu ve işleyişi konusunda birçok mevzuat oluşturulmuş, yasal düzenlemeler getirilmiştir. Burada bir kez daha ifade edelim ki vakıflardan ücret alarak vazife gören din hizmetlilerine “Hayrat Hademesi” denmesi, onların, birer vakıf müessesesi olan camilerde görev yapmış olmalarından kaynaklanmaktadır; buna göre hayrat hademesi sadece dini nitelikli görevleri yerine getiren kişilere has bir terkip, bir sıfat da değildir. Öte yandan mesela köy imamları için bu ad kullanılmamıştır; çünkü köy camilerinin konumu ayrıdır ve köy imamları ücretlerini Vakıflar İdaresinden değil köy ihtiyar meclislerinden almışlardır.

Daha önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi ta 1950’li yıllara kadar başta selatin camileri olmak üzere bir kısım camilerimizde sayıları bazen 8-10’a kadar çıkan hayrat hademesi bulunması, cami vakfiyelerindeki şartların bir gereğidir. Bazen vakfiyelere, cami hizmetleri çerçevesinde bugün aklımıza dahi gelmeyecek hizmetler şart koşulmuştur ve bu hizmetler yerine getirilmek durumundadır. Mesela arşiv kaynaklarında rastladığım bir örnekte, bir caminin birinci imamlığı için her gün “Hz. Resul-i Ekrem sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin ruh-i saadetleri için salavat okunması” meşrut kılınmıştır. Bazen hangi vaktin namazının sonunda hangi aşır okunacağı bile kayda geçirilmiştir. Benzer şekilde, mesela sadece vaizlik ciheti yoktur; bazen cuma vaizliği, Perşembe günleri ikindi sonrası vaizliği, pazartesi günleri ikindi sonrası vaizliği... gibi meşru kılınmış görevler vardır. İmamet ve hitabet gibi asli hizmetler yanında, 1930’lu yıllarda bile cüzhanlık, aşirhanlık gibi fer’i cihetler de bulunabiliyordu. 

Camilerde çok sayıdaki görev çeşidini olabildiğince birleştirerek sınırlandırmak ve görevli sayısını makul düzeye çekmek yönündeki çabalar Osmanlı döneminde başlatılmıştı. Mesela 1913 tarihli Tevcih-i Cihat Nizamnamesinde bu yönde kayıtlılar yer almıştı. Burada ayrıntısına giremeyeceğim, Diyanet İşleri Reisliğinin kuruluşunu müteakip bu yöndeki teşebbüslere devam edildi. 12 Ağustos 1928 tarih ve 6995 numaralı Cami Hademeleri Nizamnamesi, boşalma oldukça ve lüzum görülmesi hâlinde camilerin imamlık ve hatiplik, kayyımlık ve ferraşlık gibi tek şahıs tarafından ifası mümkün olan hizmetleri birleştirme hususunda Diyanet İşleri Reisliğini yetkili kılmıştı. 8 Haziran 1931 tarih ve 1827 sayılı Evkaf Umum Müdürlüğünün 1931 yılı bütçe kanununun 7. maddesi, 1931 mali yılı sonuna kadar cami ve mescitlerin “hakiki ihtiyaca göre” tasnifini ve birleştirilmesi mümkün olan görevlerin belirlenerek cami ve mescit kadrolarının yeniden tespitini öngörüyordu. 1935 tarihli Cami Hademesi Nizamnamesinde 1936 yılında yapılan bir değişiklikle de imamlıkla hatiplik, müezzinlikle kayyımlık açıldıkça birleştirilmesi kararlaştırıldı. Ancak bu yasal düzenlemelerdeki “boşalma oldukça” kaydından dolayı, yukarıda da belirttiğim gibi 1940’lı yılların sonuna kadar bir kısım büyük camilerde çok sayıda hayrat hademesi bulunması keyfiyeti devam edebilmiştir. Bununla birlikte, zamanla birleştirilebildiği ölçüde görevler birleştirilmiş ve günümüzde cami görevlisi olarak imam hatip, müezzin kayyım ve vaiz kalmıştır.

XIX. yüzyılın başlarına kadar vakıflar, vakfiyelerinde yazılan esaslara ve yerinden yönetim esaslarına göre faaliyet gösterdi. Mazbut vakıfların doğrudan idaresinin ve şahıslara bağlı mülhak vakıfların denetiminin merkezi idareye bağlanması, XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin kurulmasıyla gerçekleşti (1826). Böylece vakıflar devlet idare ve kontrolüne geçmiş oluyordu. Buna göre Milli Meclis hükümetlerine gelinceye kadar vakıflar müstakil bir nezaret marifetiyle idare edilmişti.

Büyük Millet Meclisi hükümetlerinde yer alan Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti, adından da anlaşılacağı gibi ülkemizdeki dinî hizmetler yanında vakıfların idaresini de üstlenmişti. 3 Mart 1924’te vekâletin kaldırılmasıyla din hizmetlerinin idaresi bakanlıktan başkanlığa (Diyanet İşleri Reisliği) dönüştürülürken daha önce bir asır boyunca kabinelerde bakanlık düzeyinde temsil edilen vakıflar da Başvekâlete bağlı bir genel müdürlük (Evkaf Umum Müdürlüğü) hâline getirildi.

Vakıflar Umum Müdürlüğünün kuruluşundan bir hayli sonra, 1935’te bir “Vakıflar Kanunu” çıkartıldı. Hatırlanacağı gibi Diyanet İşleri Reisliği için ilk defa bir teşkilat kanunu da 1935 yılında yayınlanmıştı. Vakıflar Kanununda vakıflar genel bir tasnif olarak “mazbut” ve “mülhak” olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. İdareleri doğrudan Vakıflar Umum Müdürlüğünde olan vakıflar mazbut, mütevellileri tarafından idare edilen; ancak Vakıflar Umum Müdürlüğünün murakabe ve kontrolünde olan vakıflar ise mülhak vakıf olarak tanımlanmıştır. Benzer şekilde, vakıflar idaresindeki camiler de iki kısımda mülahaza edilmiştir. Doğrudan Vakıflarca idare edilen camiler “Mazbut Camiler”, mütevellileri tarafından idare edilenler de “Mülhak Camiler” olarak isimlendirilmiştir.

1926’dan 1947 yılına kadar, Diyanet İşleri Reisliği, bütçe vesileleriyle olsun Mecliste müzakere konusu olmaz, din hizmetleri ve hayrat hademesinin problemleri üzerinde hiçbir şekilde durulmazken bu süreçte Vakıflar Umum Müdürlüğü bütçeleri vesilesiyle vakıflar meselesi önemli müzakerelere sahne olabilmiştir. Bu süreçte başlatılan tarihî eserlerin tamir ve restorasyonu kapsamına tarihî ve mimari özelliği olan bir kısım camiler de alınmıştı. Burada öne çıkarılan husus, tamir ve bakıma alınan camilerin tarihî ve sanat değeri taşımasıdır. Buraları harabe bir hâlde bırakarak ziyarete gelen yabancılara karşı ülkenin itibarını zedelememe çabasını da buna ilave etmeliyiz. Ancak, amacın bu noktada olması, bu icraatın takdire şayan bir durum olmasını söylememize engel teşkil etmez. Sonuçta büyük meblağlar harcanarak bazı tarihî camilerin bakım ve tamirleri yapılmıştır.

1950’ye doğru Türkiye’de dini hayata getirilen nispi yumuşamanın tezahürlerinden biri de vakıfların, asli mercii olarak görülen Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmasının teklif edilmeye başlanmasıdır. Bu talepte tarihî teamül yanında vakıf müessesesinin temelinde dinî inanç ve duygunun en önemli etken olmasının payı vardı. Ali Fuat Başgil ve emsali bazı ilim adamı ve mütefekkirler, özellikle 1950’li ve 1960’lı yıllarda, Diyanet İşleri Başkanlığının özerk bir statüye kavuşturulması yönünde taleplerde bulunurken böyle bir yapılanmada teşkilatın finansman sorununun, mevzubahis dinî nitelikli vakıfların Diyanet kurumuna bağlanmasıyla çözülebileceğini ileri sürmüşlerdi. Onlara göre bu hal, hem vakıfların hem de Diyanet’in kalkınmasında etkili olacaktı. Mesela, 1949 yılında, “Evkaf İdaresini Diyanet İşleri Başkanlığına Bağlamak Bir Zarurettir” başlığıyla bir makale kaleme alan Ömer Rıza Doğrul, vakıfların din duygusu ve dinî bir heyecanla vücut bulduğuna işaretle, evkafı canlandırmak için onu Diyanet’le birleştirmenin zaruri olduğunu dile getirmişti.

Tabii, ne günümüzdeki Diyanet İşleri Başkanlığı 1940’lı, 1950’li yılların Diyanet İşleri Reisliğidir ne de Vakıflar Genel Müdürlüğü o yılların Evkaf Umum Müdürlüğü... Bugün bu her iki müessesemiz kendi kulvarlarında devasa teşkilatlardır ve ülkemizde önemli hizmetlere imza atmaktadır. Burada altını çizmeye çalıştığımız husus, tarihi tecrübede, vakıf müesseseleriyle din/cami hizmetleri arasında çok güçlü bir bağın olduğudur. Binaenaleyh, vakıflar ve Diyanet hizmetleri konusunu her daim canlı tutmamız, bu alanda derinlikli çalışmalar yapmamız yerinde ve faydalı olacaktır.

Editör: Mehmet Çalışkan