Emin GÜRDAMUR

“Yunus ki süt dişleriyle Türkçenin
Ne güzel biçmişti gök ekinini”
Cemal Süreya

On üçüncü yüzyılda başlayan Moğol istilası, Müslüman coğrafyalarda yıkıcı tarihsel sonuçlar doğurmakla kalmamış, Sezai Karakoç’un ifadesiyle Anadolu’nun ruhunda bir “metafizik yara” açmıştı. Selçuklular tarih sahnesinden çekilince kaos bölgeyi cehenneme çevirmiş, birkaç yüzyıl önce Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden halk, derin bir karamsarlığa sürüklenmişti. Türk şiirinin kutbu Yunus Emre işte bu sosyal, siyasi, ekonomik depremin bağrında berrak sesiyle ortaya çıkarak insanları iyileştirmeye, kendi içlerine bakmaya, hakikatin izini sürmeye, nefislerini olgunlaştırmaya davet etmiş ama en önemlisi de kullandığı dille çok daha büyük bir istikbale hazırlamıştır. Bu dil, istikbalde bir cihan devleti etrafında kenetlenecek Müslümanların yine bir cihan diline dönüşecek saf, arı duru Türkçesiydi.

Derviş Yunus, bir yıkım anında, gölgesi emniyetli bir ağaç misali ortaya çıkmıştı. Peki, halkın diliyle konuşan bu ağacın tohumunu bu zor günler için Anadolu’ya hangi bilgelik rüzgârı savurmuştu? Tasavvufi düşüncenin Anadolu’ya yerleşmesinin, on bir ve on ikinci yüzyıllarda buraya göç eden Türk boylarındaki Ahmet Yesevi ekolüne ve diğer Türkistan menşeli tekkelere mensup şeyh ve dervişler yoluyla gerçekleştiğini biliyoruz. Ayrıca insanların kaos ortamında tekkelere akın etmesi, dış dünyada bulamadığı sükûneti iç dünyalarında kazanmaya çalışması, tekkelerin Anadolu’da yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştı. Fakat Yunus Emre’nin tasavvufi düşünceyi halkın seviyesine indirmesi, bunu yaparken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle “birdenbire Türkçenin ortasında saf altın gibi külçelenen” bir ses kullanmasını anlayabilmek için hikâyeyi biraz geriden almamız icap ediyor.

Türkler Müslüman olduklarında, kendilerinden önce İslami kültürle yoğrulmuş, kıvam ve terkip kazanmış iki egemen dille karşılaştılar: Arapça ve Farsça. Nitekim o çağlarda bu dillerin bilim ve sanat alanındaki popülaritesi Müslümanların yaşadığı coğrafyayla sınırlı kalmayıp komşu medeniyetleri de etkileyecek seviyeye ulaşmıştı. Selçuklular, 1040 yılındaki Dandanakan Savaşı’nda Gaznelileri mağlup ederek İran ve Kuzey Afganistan bölgelerinde hâkimiyet kurunca İran koridoru Türklerin eline geçmiş, böylece Oğuzlar, Harezm’den akın akın Suriye, Anadolu ve Azerbaycan coğrafyalarına göç etmiştir. 1071 Malazgirt Zaferi sonrasında ise bu göç tamamlanmıştır. Bu sırada İranlıların ürettiği, estetik değeri yüksek Fars şiiri, sadece Selçuklularda değil, sarayla inişli çıkışlı ilişkiler geliştiren Anadolu beylikleri nezdinde de itibar görmüştü. Türk saraylarında Türkçe konuşulduğu hâlde yazışma dili Farsça ya da Arapçaydı. Beyler, saraylarında Şahnameler okutur, şair ve ediplerden Farsça ve Arapça eserler yazmalarını talep ederlerdi. 

Dillerin kucaklaşması

Dil her şeyden önce yaşayan, değişip dönüşen canlı bir organizma olarak insanların yaşam ve düşünce tarzıyla kesintisiz alışveriş içindedir. Dilin imkân ve sınırları, o dili kullanan toplumlardaki düşüncenin sınırlarını da belirler. İslamiyet, yalnızca vahye muhatap olan Arapçayı değil, Farsça ve Türkçeyi de derinden etkilemiştir. Turan Koç, Pehlevi Farsçasıyla Sadi, Attar, Mevlana gibi büyük şairlerin kullandığı Farsça arasında büyük bir fark bulunduğunu; ima, işaret ve çağrışımları kökten değiştiren bu sürecin İslamiyet öncesi Türkçeyle Müslüman Türklerin dilinde de açıkça görüldüğünü söyler. İslamiyet’ten sonra ne Arapça ne Farsça ne de Türkçe kendisi kalabilmiştir. İskender Pala, on beşinci yüzyılın yüksek kültürüyle yoğrulmuş Fars edebiyatının yarı yarıya Türk kimliği taşıdığını; İran için Acem’den alınan şiirin, Herat’tan veya Semerkant’tan alınmış anlamına geldiğini dile getirir. (İskender Pala, Şiirler, Şairler, Meclisler, İstanbul: Kapı, 2012, s. 6.) Şairlerin hükümdarlara Farsça eserler sunmasının arka planında Batılı kimi araştırmacılar, “hazır söyleyiş kalıpları ve hazır üslup” kolaylığının yattığını tespit eder.

Bu yüzyıllarda aynı medeniyetin üç dili olarak Arapça, Farsça ve Türkçenin iç içe geçtiğini görürüz. Kucaklaşma, geçişken siyasi sınırların ve felsefi birlikteliğin paralelinde şekillenir. İslam düşüncesi, kurduğu tevhid paradigmasına benzer şekilde dilleri ve onların içindeki yaşam damarlarını da birbirine bağlar; sözcüklerin üzerinde, gönülle konuşulan bir üst dil inşa eder.  Bunu en güzel şekilde Mevlana anlatır: “Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler. Şu hâlde mahremlik dili bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir. Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder.” (Mevlana, Mesnevi 1, Çev. Veled İzbudak, MEB, 1991, s. 97.) Ülkelerin kozmopolit yapısı, devletler için dil ve kimlik meselesini İslam ortak paydasında çözmeye sürüklemişti. Söz gelimi Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in Farsça şiir yazarken amansız rakibi Şah İsmail’in Türkçe şiirler yazması, dönemin ruhuna özgü, bugünkü modern ulus mantalitesiyle anlaşılması güç bir misaldir. 

Bununla birlikte Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmud, Ali Şir Nevai ve Karamanoğlu Mehmed Bey gibi farklı çevrelerden kimi isimler Türkçenin önemini erken dönemde fark etmiş hatta Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lugati’t-Türk adlı sözlüğünde Araplara Türkçeyi öğretmeyi amaçlamıştır. Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Harizmşahlar döneminde Türk kökenli şairlerin, şiirlerini Farsça yazdıkları; Türkistan doğumlu Farabi ve İbn Sina’nın, eserlerini Arapça kaleme aldıkları; on üçüncü yüzyılda İbn Arabi, Mevlana, Evhadeddin Kirmani, Sadreddin Konevi, Fahreddin Iraki gibi ünlü mutasavvıfların Arapça ve Farsçayı tercih ettikleri göz önünde bulundurulduğunda on dördüncü yüzyıla kadar üç dilin kucaklaşmasından ilim ve sanat alanında en az nasiplenenin Türkçe olduğu anlaşılır.

Halkın Türkçe baskısı

Türkçe İslami bir ruh kazanmakla birlikte ilim ve sanat çevrelerinden ziyade halk arasında, ozanların dilinde, çarşı pazarlarda popülerliğini korumaktaydı. Bütün bunlar, Anadolu’da Türkçe konuşan halkın Arapça ve Farsça ilmî eserlere bigâne kalması sonucunu doğuruyordu. Örneğin Yunus Emre’yle aynı yüzyıllarda yaşayan Âşık Paşa, Garipname’sinde eserini neden Türkçe yazdığını anlatırken; Türkçenin kimse tarafından kullanılmadığı için Türklerin tasavvufu iyi bilmediğini, eserini Türkler de tasavvuf yolunun yüceliklerini öğrensinler diye yazdığını açıklar. Mesela yapılan araştırmalarda Anadolu Selçukluları döneminde 230 eser telif edildiği, bu eserlerden 145’inin Farsça, 68’inin Arapça, 15’inin Türkçe, birkaç eserin de Süryanice ve Ermenice olduğu tespit edilmiştir. (Ahmet Kartal, “Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 2008, sayı: 2, s. 99.)
Selçukluların yıkılmasının ardından Türkçe konuşan Anadolu halkı diline sahip çıkmış, aydın ve sanat çevrelerini Türkçe yazmaya zorlamış, başka dillere itibar etmemiş, örneğin Arap ve Fars kaynaklı cenknamelerin Türkçeye çevrilerek yeniden uyarlanmasını, söylenip yazılmasını bir nevi icbar etmiştir. Türkçenin Anadolu’da yeniden devlet ve edebiyat dili olmasının arkasında halkın bu baskısının yattığını söyleyen Nihad Sami Banarlı, “Türk halkı, her türlü yabancı tesirlere karşı koruduğu ve yaşattığı Türkçe ile bir taraftan İslami bir halk edebiyatı meydana getirirken bir taraftan da lisanını aydınlarına kabul ettirmek, hiç olmazsa unutturmamak yolunda yüksek vazife görmüştür.” der. (Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi 1, MEB, 1987, s. 225.)

Toprağa bağlı bir Türkmen dervişidir Yunus. Onu modern dönemde Türkiye’ye ve özellikle Türk akademisine kazandıran Fuad Köprülü’nün ilk bulgularının aksine ümmi değildir; eğitimli, entelektüel donanıma sahip, mektep medrese görmüş, tasavvufi düşünceyi kâmilen zihninde yoğurmuş, kıvama getirmiş, bununla yetinmeyip halkın anlayacağı şekilde muhteşem bir kolay söyleyişle şiirleştirmiştir. Yunus Emre sadece dilde değil, yaşayışta da halkın yanındadır. Saray çevrelerinden, makam ve güç sahiplerinden uzak durur. Tıpkı onun temsil ettiği ruhu bir buçuk asır önce Horasan’da dalgalandıran Ahmet Yesevi gibi. Ahmet Yesevi’yle Yunus Emre arasında, dil ve düşünce bakımından yoğun benzerlikler vardır. Ahmet Yesevi’nin Horasan’da yaktığı aşk, hikmet ve hoşgörü temelli dindarlık ocağı diyarı Rum’un mayalanmasına, Yunus’un ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Onu, yıkım esnasında Anadolu’da birdenbire ortaya çıkan ağaca benzetmiştik. O ağacın tohumunu müritlerini, alperenlerini, gazi dervişlerini akın akın Anadolu’ya gönderen Hace Ahmet Yesevi’den başkası savurmamıştır.

Gürül gürül bir kaynak

Yunus Emre, konuşma dilinin Türkçe, yazı dilinin Arapça ve Farsça olduğu bir dönemde Türkçe şiirde çığır açmıştır. Bu çığır iki yüzyıl sonra yani on beşinci yüzyılda edebiyat dilinin Türkçe olmasının ilk adımı; Anadolu’da sonraki yüzyıllarda zenginleşip gelişecek halk edebiyatının, tekke ve tasavvuf şiirinin on üçüncü yüzyıldaki en gür kaynağıdır.

Yunus Emre, Türkçeye aşkın bir ruh kazandırmış, dili bir baştan bir başa ilmek ilmek örerek Müslümanlaştırmıştır. O, tasavvuf felsefesinin mektep medrese görmemiş halk kitleleri arasında yaygınlaşmasını, öğrenilmesini sağlamıştır. Yunus Emre’nin en güçlü temsilcisi olduğu âşık tarzı şiir sonraki yüzyıllarda, divan edebiyatıyla aşık atacak kudrette örnekler ortaya koyacaktır. Büyük şehir merkezlerinde, meddahlar, kıssahanlar, şahnameciler, cenknameciler umumi yerlerde onun şiirlerini söylemiş, bazen klasik İslami bestelerle okumuş, şehir ve köylerde bu şiirler dilden dile aktarılarak yayılmıştı. Fuad Köprülü, Yunus’un sade bir dille ifade ettiği Türkçe fikirlerin Mevlana’nın Farsça şiirlerinden farklı olmadığını söyler. Yunus Emre’nin şiirleri, İslam’ın temel kaynaklarını temsil eder: “Yunus’un neşrettiği tasavvufi ahlak, evvela herkesi Kur’an ve hadise uymaya, şeri esaslara en ufak teferruatına kadar riayete davet eder; çükü tarikatın usulü esası şeriattır.” (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: DİB, 1976. s. 301.)

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Türkçenin en büyük şairi Yunus Emre’dir. O daima tek başınadır. Mevlana büyük bir saltanattır ama onun arkasında, kendisinin son dalı olduğu büyük bir şecere vardır. Fakat Yunus’un hanedanı kendisiyle başlar. Uzak ve arkaik akrabası Ahmet Yesevi’yle arasındaki benzerliği “dil zevkinin aydınlığı”nda saklıdır. Tanpınar, Yunus’tan sonra gelen Baki, Nefi, Nedim, Fuzuli, Şeyh Galip, Haşim ve Yahya Kemal gibi isimleri onun devamı olarak nitelendirir. Yazının başında Yunus Emre’nin Türkleri bir istikbale, bir cihan devleti mefkûresine hazırladığını söylemiştik. O bahiste son sözü yine Tanpınar söylesin: “Ben Orhan Gazi’yi ve onunla beraber ikinci imparatorluğu kurmağa çalışanların hiçbirini Yunus’tan ayıramadım. Ne zaman Orhan Gazi’nin çehresine biraz eğilsem, orada Yunus Divanı’ndan aksetmiş çizgiler görürüm ve bütün o fütuhatların arkasında bu ruh kasırgası ile Türkçede doğan yapıcı değerler dünyasını selamlarım.” demiştir. (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul: Dergâh, 2016, s. 136, 138.)

Editör: Mehmet Çalışkan