Büşra Nur GÜLER
İstanbul Üsküdar Kur’an Kursu Öğreticisi

İfrîkıye’nin fethi

Akdeniz’in kıyısında, Tel Atlasları ve Sahra Atlaslarının ufku böldüğü, bir ucu çöle açılan, Afrika ve Avrupa kıtaları için kavşak oluşturan bu topraklarda, MÖ IX. yüzyıldan II. yüzyıla kadar ticari kolonileriyle hâkimiyet sağlayan Fenikeliler Pön savaşlarında mağlup olunca bölge, Romalılar tarafından Kuzey Afrika’nın merkezi hâline getirilmiş, onları takiben idare, sırasıyla İspanya’dan gelen Vandallar ve I. Iustinianos döneminde Bizans İmparatorluğu eline geçmiştir. Sivil ve askerî idarenin bozulduğu, ekonominin çöktüğü bir dönemde iktidara gelen Herakleios, yaptığı reformlarla Sasanileri durdurup imparatorluğa bir nefes olsa da baskıcı dinî siyaseti ve ölümünü takiben alevlenen siyasi rekabet ve çatışmalar karşısında tebaanın huzur ve refah arayışı, fetih hareketlerini kolaylaştıran en önemli unsur olmuştur.

Amr b. As’ın Mısır’ı fethi, Bizans’ın zeytinyağı ve buğday deposu hükmündeki İfrîkıye’nin (Tunus) fethinin yolunu açmış, ilk hamle Hz. Osman döneminde, adı Abdullah olan yedi sahabinin orduda bulunması sebebiyle “Gazvetü’l-Abâdile” (Abdullahlar Savaşı) olarak anılan savaşla Abdullah b. Sad b. Ebu Serh kumandasında başlamış, Muaviye b. Ebu Süfyan tarafından bölge valiliğine de getirilecek olan Ukbe b. Nâfi‘in Atlas Okyanusu kıyısına ulaşan fetihleri ve bölge siyaseti ile kalıcılık yolunda önemli bir adımı oluşturmuştur. Sûs bölgesinin fethinden sonra Kayrevan’a dönerken Bizanslılarla iş birliği yapan Berberilerce çölde yolu kesilerek şehit edilen Ukbe’nin şehadetinin ardından fethettiği topraklar kaybedildiyse de Abdülmelik b. Mervan döneminde sırasıyla bölge valiliğine atanan Hassan b. Numan ve Musa b. Nusayr tarafından Mağrib fetihleri tamamlanmış, böylece Endülüs fethinin yolu açılmıştır. (İsmail Yiğit, Tunus, DİA, XLI, 385-385; Nadir Özkuyumcu, İfrîkıye, DİA, XXI, 515-516; Ukbe b. Nâfi‘, DİA, XLII, 64-66.)

Şüphesiz ki bu yolda, Atlas Okyanusu kıyısına vardığında ellerini semaya kaldırarak “Rabbim! Eğer şu deniz beni durdurmasaydı dinini müdafaa etmek ve küfür ehliyle savaşmak için Zülkarneyn’in yaptığı gibi nice ülkeler fethederdim.” (İbn İzârî, el-Beyânü’l-muğrib fî ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, I, s. 27.) iştiyakıyla seslenen Ukbe b. Nâfi’in nusret niyazları da vardır. 

Kuzey Afrika’da bir İslam şehri: Kayrevan

Merkezden uzakta yürütülen fetihlerin kalıcılığını sağlamak ve cihat ruhunu güçlendirmek için Mısır’ı Mağrib’e bağlayan yol üzerine, ordunun hareket ve ikmal üssü olarak inşa edilen Kayrevan, ordugâh karakterli şehirlerdendir. Bölgenin fatihi Ukbe b. Nâfi‘ tarafından h. 50 yılında kurulmuştur. (Belâzurî, Futûhu’l-büldân, s. 320.) Sahranın ortasında, denizden ve Bizans tehlikesinden uzakta (Yakut el-Hamevî, Mu‘cemu’l-büldân, IV, s. 421.), ekonomik büyümeye müsait stratejik mevkide beş yılda kurulumu tamamlanan şehir, Ukbe’nin Arap kabileleri, Horasan göçmenleri ve Müslüman Berberileri içeren iskân siyasetiyle kısa sürede gelişmiş; hicri IV. asırda ticari olarak Mağrib’in en büyük şehri hâline gelmiştir. (İbn Havkal, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 69.) Dönem dönem Berberilerin, Emevilerin, Abbasilerin, Rüstemilerin, Ağlebilerin, Fatımilerin, Muvahhidlerin ve Hafsilerin, 1534’te Barbaros Hayreddin Paşa eliyle Osmanlıların ve 1881’de Fransızların hâkimiyetine giren şehir (Nadir Özkuyumcu, Kayrevan, DİA, XXV, 88-90.), kimliğini belirleyen Sîdî Ukbe Camii’nin gölgesinde İslamlığını muhafaza etmiştir. Şehri abat eden belki de yine “Allah’ım! Onu abidler ve itaatkâr kullarla doldur; orayı dinin için izzet, seni inkâr edenler için zillet yeri kıl.” (İbn İzârî, I, s. 23) diyen Ukbe b. Nâfi’in duasıdır. 

Kayrevan’ın kimliği: Sîdî Ukbe Camii

Kayrevan’ın İslam için izzet yeri kılınması, şehrin merkezini de belirleyen Sîdî Ukbe Camii’nin inşası ile başlamıştır. Caminin yeri hakkında kararsız kalan Ukbe b. Nâfi, rüyasında bir adamın ezan okuduğunu gördüğü mevziye mescidin minaresini inşa etmiştir. (Belâzürî, Futûhu’l-büldân, s. 322.) Basra, Kûfe ve Fustat gibi ordugâh şehirlerde görüldüğü gibi Kayrevan’da da cami yalnızca bir ibadet mahalli değil, şehrin odak noktası, yanı başında inşa edilen imaret binası ile idari ve sosyal merkez, müstahkem bir askerî karargâhtır. 

Artan nüfusun mekân ihtiyacı ya da zaman içerisinde yapıdaki tahribat sebebiyle Emeviler, Ağlebiler ve Hafsiler dönemindeki inşa ve ıslah çalışmalarıyla bugünkü görünümünü kazanan cami, şehrin heybetli surlarının kuzeydoğu köşesinde yer alır, bölgenin topografyası sebebiyle asimetrik dikdörtgen planlıdır. İşlenmemiş, tezyinatı oldukça sade dış cephesi, tuğla payandalarla destekli yüksek duvarları, kale ve ribatların kulelerini hatırlatan, otuz beş metre yüksekliğinde, üç kademeli, kare kaideli minaresiyle cami, bir kaleyi andırır. Esasen bu silüet, şehrin dinî kimliğini tanımlayan ordugâh camilerinin temel karakteristiğini bütünüyle yansıtmaktadır. Caminin yan cephelerinde bulunan sekiz kapısının altısı doğrudan avluya, ikisi harime açılır. Kapıların her birinin girişi eyvan formunda olup farklı taş süslemelerine sahiptir. Dört taraftan çifte revaklarla çevrili avluda, topladığı suyu iki sarnıca yönlendiren iki yağmur suyu süzgeci ile XIX. yüzyılda yerleştirilmiş bir güneş saati vardır. 

Harimi kemer destekli, kıble duvarına dik on yedi sahndan oluşan caminin orta sahnı diğerlerinden daha geniş olup mihraba paralel bir sahnla kesilmektedir ki bu plan, Kuzey Afrika camilerinin karakteristik özelliği olmuştur. Bu sahnın başındaki ve sonuna tekabül eden mihrap önündeki dilimli kubbe hariç yapı düz damla örtülüdür. Mihrap kubbesinin kasnağındaki küçük pencerelerden sızan gün ışığı, yarım daire formundaki iki kırmızı sütun üzerinde yükselen mihrabın çevresini aydınlatmaktadır. Yapının aydınlatılmasını kolaylaştıran bir diğer unsur olan at nalı kemerleri, aralarında Roma-Bizans tapınak ve yapılarının kalıntılarından sağlanan devşirme malzemelerin de bulunduğu sütunlar ve örme taş payeler taşımaktadır.

Kuzey Afrika ve Endülüs mimarisinde mihrabın tarihini başlatan caminin mihrabı, doğu İslam sanatının bu mimariye nasıl dâhil edildiğinin erken bir örneğidir; zira mermer panoları Suriye’den, çinileri ise Bağdat’tan getirtilmiştir. Caminin maksuresi, ana çatısı itibarıyla IX. yüzyıldan günümüze ulaşmış tarihin en eski ahşap minberi olma özelliğini taşıyan tik ağacından mamul minberin sağındadır. Ağlebi emiri tarafından Bağdat’tan getirtilen, geometrik örgüler, üzüm salkımları ve bitkisel motifler dolgulu dikdörtgen panolardan oluşan, on bir basamaklı bu muhteşem minber, Abbasi devri ahşap işçiliğinin eşsiz bir yansımasıdır. İslam hâkimiyeti altında kozmopolit bir şehrin haberini veren yapı, kemer üstü bitkisel ve geometrik taş işlemeleri, at nalı kemerleri, duvarlarındaki kûfi hatları, çinileri, ahşap işleri ve alçı süslemelerin ahenkli imtizacıyla İslam sanatının en güçlü yansımalarından birini, İslam cami mimarisindeki gelişme ve değişmelerin bariz bir örneğini oluşturur. (Kadir Pektaş, Sîdî Ukbe Camii, DİA, XXXVII, 149-151; Ahmed Fikrî, Mescidü’l-Kayrevân, s. 61-140.)

Bölgenin yerlileri olan Berberilerin İslam’a girişini kolaylaştırmak ve dini öğretmek üzere fetih ya da iskân sebebiyle şehre gelen ashap ve tâbiûnun başlattığı eğitim faaliyetleri, Musa b. Nusayr’ın valiliği döneminde on yedi, Ömer b. Abdülaziz’in hilafeti döneminde kıraat, tefsir, hadis, siyer-meğâzî ve fıkıh talimi için gönderilen on fakih ile sistematik hâle getirilmiş; şehir, Afrika’nın ilmî ve entelektüel bir merkezi konumuna gelmiştir. Yalnızca İfrîkıye ve Mağrib’den değil, doğu İslam coğrafyası ile Endülüs ve Sicilya’dan ilim tahsili için gelen öğrencilerin hocaları arasında sayılan İmam Malik’in talebesi Esed b. Furât, Maliki fakihi Sahnûn, eğitimci oğlu İbn Sahnûn, tabip ve filozof İshak b. İmran, Şii-Fatımi baskısına karşı mücadele veren Malikî fakihi İbn Ebu Zeyd, eczacı ve hekim İbnü’l-Cezzâr, şair ve edip İbn Şeref, şair ve kıraat âlimi Husrî (İbn İzârî, I, s. 42; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevân ve devruhâ fi’l-hadârati’l-İslâmiyye, s. 189-409.) Sîdî Ukbe’nin huzurundan geçmiştir.  

İslam ordusu ayak bastığında putperestliğin, Bizans siyaseti sebebiyle de kısmen Hristiyanlığın benimsendiği bu topraklarda temellerinin atıldığı, minaresinde ilk ezanın okunduğu gün İslam’ın sancaktarlığını deruhte eden bu kadim cami, bölgenin İslam’a teslimiyetine ve birkaç yüzyıl içinde Roma ve Bizans kültürünün, Hristiyanlık etkisinin izlerinin neredeyse silinip gittiğine şahit olduysa bunda elbette sancaktarlığının payı vardır. Bugün hâlâ beyaz badanalı, mavi cumbalı evler, kıvrımlı sokaklar arasında, sükût içre bir dua gibi ashaptan Ebu Zem‘a el-Belevî’nin ve Ukbe b. Nâfi‘in kabrini taşıyan bu topraklarda, Ukbe’nin “Allah’ım! Onu abidler ve itaatkâr kullarla doldur; orayı dinin için izzet, seni inkâr edenler için zillet yeri kıl!” duasına icabetin bir nişanı olarak Tunus’un izzeti olmaya devam etmektedir.

Editör: Mehmet Çalışkan