Doç. Dr. Ahmed Ürkmez
Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Güzel ahlakın en özlü tariflerinden birisidir: Kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmek. Aslında bu tarif başlı başına “iki adımda ahlak” olarak ifade edilebilecek bir ahlak felsefesi özetidir. Ahlaki olgunlaşma süreci insanın önce kötü davranış ve alışkanlıkları bırakmasını, ardından hayatın her alanına dair değerleri edinip benimsemesini öngörür. Bu sıralama, birey için olduğu gibi toplum için de aşağı yukarı böyledir.

Peygamber Efendimizin (s.a.s.) siretinde gözlemlenen durum da aslında pek farklı değildi. Kötülüğün âdeta standart olduğu ve ahlaksızlığın ahlak, kanunsuzluğun da kanun hâline geldiği bir ortamda çirkinliklerden uzak durmakla ve güzel ahlakı aramakla başlamıştı her şey. Erdemi aramak için toplumdan kopan, toplumun oldukça uzağında kutsalla buluşan, elinde bir fazilet meşalesiyle topluma dönen ve toplumu bir bütün olarak ahlakın aydınlığına çağıran bir insanın hikâyesiydi siret.

Elbette kilit kavram vahiydir. Ve elbette nübüvvettir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) hayatındaki ahlak örgüsü ve her keskin dönemeçteki güçlü ahlak vurgusu, kesinlikle rastlantısal olmayıp ilahi bir rahmetin tecellileri niteliğindedir. Tıpkı Hz. Musa’nın ilk bakışta sıradan gibi algılanabilecek bir vakanın ardından toplumun dışına çıkarılması ve erdem arayışına koyulması gibi. Yine tıpkı Hz. Meryem’in Hz. Cebrail ile yüz yüze gelip elinde mucizevi bir fazilet timsali ile topluma dönmesi gibi. Ve tıpkı Hz. İbrahim’in, Âzer’den Nemrut’a kadar bütün bir toplumu en büyük ahlaki kabul olan tevhide davet etmesi gibi.

Hira: Toplumun uzağında ahlak arayışı

Ahlak, fıtratla özdeştir. Var oluşundan itibaren insanın anlam arayışını karşılayan, eksildiğinde ikmali için manevi unsurların (melek, kitap, peygamber) seferber edildiği temel bir yaşam desteğidir. Bi’setin hemen öncesinde oluşan tabloya bu açıdan bakıldığında, inanç temelleri ortadan kaldırılmış bir toplumda yaşamaktan bunalan insanın, kendisini şehrin dışına taşıyan anlam arayışında ulaştığı veya mazhar olduğu ilahi öğreti, tam da ahlaka tekabül edecektir. Bunun içindir ki yüklendiği misyonu tek cümleyle özetleyen Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben, ahlaki güzellikleri tamamlamak üzere gönderildim.” (Mâlik b. Enes, el-Muvatta, I-II, Kâhire 1993, Husnü’l-Huluk, 1/8.)

Güzelliklerin tamamlanması, çirkinliklerin elenmesiyle başlayan bir süreçti. Alak ve Müddessir surelerinin ilk ayetlerinden itibaren vahiy insanı adım adım yönlendirecek, cehalet ve tanrıtanımazlıktan kirli elbiselerle dolaşmaya ve pis işlerle uğraşmaya kadar bir dizi maddi/manevi kirden toplumu sistematik biçimde arındıracaktı.

İlk vahiy: Topluma erdemle dönüş

Toplumun uzağında ve tek başına erdemi edinmek zordu. Ama daha da zor olanı, o erdemi sırtlayıp şehre getirmek ve ahlaki değerlerle ilişkisini neredeyse bitirmiş olan bir topluluğa takdim etmekti. Diğer taraftan, taşradaki erdem, şehirde tek başına sonuç vermemekteydi ve sonuç vermesi için bizzat bir erdemlinin üstünde temsili ve tecellisi gerekmekteydi.

Bu temsilin hangi ölçüde gerçekleştiği Hz. Hatice’nin ilk vahiy olayında söylediklerinden anlaşılabilir. Henüz risaletin ilk gününde, belki de imanını ilk açıklayan kişi olarak Hz. Hatice, üzerini örttüğü eşine teselli sadedinde şu hakikatleri ifade etmişti:

“Hiç korkma; gözün aydın olsun! Sen akraba ilişkisine önem veren, yalan söylemeyen, aile geçindirme yükünü üstlenen, misafir ağırlayan, darda kalanların yardımına koşan bir insansın; Allah seni hiç yolda bırakır mı?” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXXIII/112-114 / 25959.)

Açık tebliğ: Toplumu erdeme çağırış

Allah Resulü (s.a.s.) güzel ahlakın temsil edilmesi gibi son derece ağır bir vazifeyi sünnetiyle ve bizzat gerçekleştirmiştir. Hadis metinleri, erdemin topluma hatırlatılışına ve yeri geldiğinde bu uğurda haykırılışına dair sayısız örnekle doludur. Nitekim Allah Resulü’nün (s.a.s.) peygamberliğini ilan ettiğini haber alan Ebu Zerr el-Ğıfârî’nin kardeşini Mekke’ye durumu araştırmaya gönderdiği ve dönüşte kardeşinin kendisine durumu şu cümleyle özetlediği bilinmektedir: “Onun, ahlaki güzellikleri emrettiğini gördüm.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 28/6362.) Bu cümle, tebliğe şahitlik etmek bağlamında “gördüm; bunu yapıyordu” vurgusuyla da anlaşılabilir; “önceliğinin ahlak olduğu kanaatine vardım” tarzında bir izlenim özeti olarak da okunabilir. (Nevevi, Yahyâ b. Şeref, Şerhu Sahihi Müslim, Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1995, XVI/28-29.) İkisi birlikte düşünüldüğünde ise şu ortak sonuç ortaya çıkacaktır: Güzel ahlak şehre getirilmiş ve toplumla açıkça paylaşılmaya başlanmıştır.

Abdullah b. Selâm’ın, hicrette Medine’ye giriş sırasında yaşananları anlatışı da bu bakımdan kayda değerdir. O, şehrin yetişmiş bir insanı ve ehlikitabın bir âlimi olarak kalabalığa karıştığını anlatmakta, âdeta “kurak toprağın suya kavuşması” gibi şehrin erdeme kavuştuğu o anda Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ağzından duyduğu “ahlakı ısrarla önceleyip vurgulayan” ilk cümleleri aktarmaktadır:

“Ey insanlar! Selamı yayın! Akrabalarınızı ziyaret edin! Yemek yedirin! İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın! Selametle cennete girin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXIX/201-202 (23784); Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyâme, 42/2485.)

Hicret: Ahlak üzerine bir toplum inşa ediş

Yeni bir toplumda “olmayan” bir ahlaki düzeni sıfırdan kurmanın elbette birden fazla boyutu söz konusuydu. Siyasi, ekonomik, tarihî ve kültürel boyutların detaylı tetkiki İslam tarihi kaynaklarında mevcuttur. (Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), Ankara 2003, I/175-213.) Ama genel olarak ahlakın temellendirilmesine odaklanıldığında hicrete zemin hazırlayan Akabe görüşmelerindeki maddeleri hatırlamamak mümkün değildir. “Toplumun temsilcisi” olan nakiplerle “Ahlakın temsilcisi” Hz. Peygamber’in (s.a.s.) üzerinde anlaşmaya varıp el sıkıştıkları konular şunlardı: Şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, meşru emre karşı gelmemek.

İtikadi, ekonomik, cinsel, ailevi, iletişime veya yönetime dair temel ahlaksızlıkları dışlayan böylesine kapsamlı bir sözleşmenin oturtulduğu temel ise elbette iman olmaktadır. Hadiseyi aktaran Ubade ibnü’s-Samit (r.a.), biat şartlarının nasıl uygulanacağıyla ilgili olarak Allah Resulü’nün (s.a.s.) yaptığı şu açıklamaları da nakleder: “İçinizden kim sözünü tutarsa, karşılığını Allah verecektir. Kim bu suçlardan birisini işler de o suçtan dolayı kendisine ceza uygulanırsa, bu ceza onun günahını siler. Kim de bu suçlardan birisini işlediği hâlde Allah onun yaptığını örtüp gizlerse, onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah isterse onu bağışlar, isterse ona azap eder.” (Buhari, Tefsir, (Mümtehine) 3 (4894); Müslim, Hudûd, 41/4461.)

Öyleyse meselenin bir eğitim hamlesi olduğunun, henüz hicret gerçekleşmeden Kur’an öğreticisi Mus’ab b. Umeyr ve diğer sahabilerin elinde şekillendiğinin altı yeniden çizilmelidir. Mekke döneminde on üç yıl boyunca atılan kalbî temelin ve verilen zihinsel eğitimin ardından kısa sürede kurulan hukuki yapı, ibadetler de dâhil olmak üzere dini ve ahlakı topluma sağlıklı bir zeminde sunmuştur. Bunun hiç de şaşırtıcı olmayan sonucu  erdem üzerine kurulan bu şehirde zina yapan bir bireyin bile gelip itirafçı olması, “Ben bu suçu işledim, bana cezamı uygulayın da temizleneyim, ahirete kalmasın!” diye yalvarmasıdır. Bu, her türlü hukuki düzenlemeye rağmen şiddetten tutun da hak ihlaline giren birçok suç işlemeye devam eden bireylerin, güzel ahlakı önceleyen bir eğitim modeline duydukları ihtiyacı göstermektedir.

Veda haccı: Güzel ahlakı topluma emanet ediş

Her denemenin bir sonu, her örnekliğin bir hitamı vardır. İnsanlara toplu hâlde ve kurallı bir biçimde nasıl yaşayabileceklerini öğreten Allah Resulü’nün (s.a.s.) veda haccında söyledikleri de sürecin o günü ve geleceğine dair yaklaşımlar açısından dikkat çekicidir. Ahlakla toplumu bütünleştiren, insana her yaşta ve şartta mükerrem olduğunu hatırlatan nebevi üslubun bu nihai hitaptaki görünümü evi toplayıp düzenleyen, giderken de bozmamaları ve dağıtmamaları için evlatlarını uyaran bir annenin içten seslenişini andırmaktadır:
“Benden sonra birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXI/504-505, (19167); Buhari, Meğâzî, 78/4405.)

Kadınların “Allah’ın emaneti” olarak değerlendirilmesi, insana ırkından dolayı değil sırf insan olma niteliğinden ötürü saygı duyulması ve benzeri yönlerdeki nebevi çağrılar “Bütün bunları size ilettim mi?” sorusuyla bitmekte, yıllarca türlü emeklerle sağlanan büyük bir ahlaki değerler birikimi de topluma böylece emanet edilmektedir.

Vefat-ı Nebi’den (s.a.s.) kısa süre sonra yaşanan tarihî gelişmeler, bu uyarıların önemi kadar insan-toplum-ahlak üçgeninde dengenin muhafazasının zorluğunu da belgelemektedir. O günlerdeki kargaşayı tartışıp durmanın ötesinde, benzer bir sorumluluğun, içinde bulunulan çağda nasıl ifa edilebileceği üzerinde düşünmek daha mantıklı olacaktır.

Bugün: Emaneti/ahlakı koruyabilmek 

Sünnet-i seniyyenin bizlere bıraktığı miras; takva, sabır, hayâ, dürüstlük, şükür gibi onlarca ahlaki değerden örülmüş paha biçilemez güzellikte bir elbiseydi. Ve bu elbise, bünyesinde sadece belirli renk ve desenleri değil kendine özgü apayrı bir manevi ruhu da barındırıyordu. Temel mesele, ibadetlerin de teşekkülüne birinci dereceden katkı sağladığı bu büyük manevi ruhu özümseyebilmekti.

Dinin en az davranış boyutu kadar önemli ve derinlikli bir düşünce/zihniyet boyutu olduğunu hatırlayarak… İnsanın insana değer vermediği herhangi bir ahlaki modelin kalıcı olamayacağını öngörerek… Yaşanan bireysel ve sosyal imtihanlardan gerçek ibretler çıkarıp geleceği onlardan hareketle tasarlayarak… Ve bütün bunların ancak, Kur’an-ı Kerim’e imanın hemen yanında Resul-i Ekrem’e (s.a.s.)koşulsuz tabi olmayı da nefsine kabul ettirebilenlere nasip olacağını unutmayarak.

Editör: Mehmet Çalışkan