Esra BERTAN  

İlk şahitliğimiz “elest bezmi”nde başladı... Varlığımıza, ahsenitakvim üzere yaratılmış olduğumuza, tertemiz bir fıtratımızın olduğuna, bizi Yaradan’a ve bir geleceğimizin var olacağına şahit olduk. Kendisiyle belli bir süre hemhâl olacağımız bu âlem için henüz bir planımız yokken henüz nefsimizi tanımıyorken “Elestü bi Rabbiküm?” sorusuna şahit olduk. Varlığımızın ilk hâliyle varlığını duyumsadığımız ruhlar âleminin ihtişamına şahit olduk. Bir ormanı kaplayan ağaçların uzaktan bir bütünü oluşturması gibi yaratılan tüm ruhların birleşip bir bütün hâlinde aynı yöne doğru hareket etmesine şahit olduk. İnanca ve imana şahit olduk…

Şehadet; bir olaya şahit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek, bir yerde hazır bulunmak gibi anlamlara gelir. Kelimenin mastarından türeyen şehit ise “kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölen kimse” olarak tanımlanır. Şehadet kelimesi ya da daha özelde şehit kelimesi, varlığın tüm katmanlarıyla tanımlanması gereken bir kelime. Onu sadece savaşlarda hayata veda eden askerler için kullandığımızda o askerlerin, uğruna canlarını feda ettiği ülküleri ve halis duygularını yok saymış oluruz. Oysaki şehitlik, vazgeçebilmenin en çetin hâlidir. İşte bu yüzden onların, nelerden vazgeçtiğini, bu vazgeçişin sonunda neler gördüklerini, “onlar diridir” hitabının hangi şekillerde tezahür ettiğini bilmek; insanların, meleklerin, peygamberlerin ve daha da önemlisi Allah’ın bu vazgeçişe nasıl şahit olduğunu anlamak önem arz ediyor. 

Şahit olmak varlığın yalın hâlidir. Karşılaştığımız bir olaya, nesneye ya da kişiye tüm tavırlarımızdan sıyrılarak şahit oluruz. O an yargılarımızın değil sadece gözlerimizin gördüğü hakikatler vardır. Bize gelen bir mutlulukta, başımıza gelen büyük bir musibette böyle bir görüş saklıdır. Bazen çaresiz kaldığımız birçok ana şahit oluruz. Bir davanın her iki tarafına, bir kavgaya, bir sevgiye, bir öfkeye, bir ölüme, bir dirilişe şahit oluruz. Biz, tüm bunlara şahit olurken bize de şahit olunur. Sözlerimize, eylemlerimize, varlığımıza... Bu açıdan baktığımızda şahitlik, bir yerde hazır bulunmanın, bir eylemi görmenin ötesinde anlamlar taşır. 

Bu dünya hayatımızda şahit olduğumuz gerçeklerden biri de vazgeçmenin insan hayatının sarp yokuşu olduğudur. Bizden istenen basit bir kendinden veriştir belki ama onun dahi bizim için imkânsız olduğu zamanlar vardır. Her insanın hayatında vazgeçemeyeceği birçok şey vardır. Bazıları için bu bir insan, bazıları için bir nesnedir. Bir kısmı için onları saklamak dünyada yapabileceği en değerli iştir. Bazıları için sadece kendisi vardır. Böylesi bir benlik ve bencillik içinde bazıları da vardır ki koruduğu bir insan ya da nesne değildir. Koruduğu bir mukaddesattır. Ömrünü, ailesini, yârini uğruna feda ettiği; ardına bakmadan savaştığı kutsalları... 

Şehitlik, sarp yokuşa tırmanmanın, vazgeçişlerin en çetin hâlini anlatır bize. Ardına bakmadan yolun sonuna doğru yürümek… Giderken tüm görüntülerin, nesnelerin, bedenlerin bir bir yere düştüğünü gördüğü hâlde cesaret ve iman ile o yolun sonuna doğru koşar adım gitmek… Korkunun cesarete, tereddüdün teslimiyete dönüştüğü yerdir şehidin kalbi. O kalpler, mahşeri andıran o meydanda birleşip aynı amaç uğruna atarken aynı niyetle aynı istikamete doğru da yol alır. Vahdet bilincinin pekiştiği bir yerdir orası. Onlar o meydanda, hayatın tüm yüklerinden sıyrılmış, bütün hayhuyları unutmuş, korku veya kaygıdan uzak tam bir teslimiyet bilinci ile birbirlerinin imanına şahit olurlar. Onlar birbirlerine şahit olurken evren de onlara şahit olur. Yer, gök, güneş ve ay şahit olur… Onlardan bir damla kan düşerken arza, Allah ve melekleri şahit olur; mukaddesatı uğruna hayatından nasıl vazgeçtiğine, samimiyetine, vecd ile ölüme yürüyüşüne... 

Her ruh, rûz-i mahşerde bir nişane ile tanınacaktır. Şehitlerin nişanesi de kanlı elbiseleridir. Normal zamanlarda ölen bir insan bu dünyanın tüm metalarından uzaklaştırılarak defnedilir. Kefen, ölüyü, bu dünyaya ait tüm kirlerden uzaklaştıran bir vasıtadır. Şehidin üzerindeki elbise ise bir imtiyaz nişanesi ve ibadet eseri kabul edildiği için üzerindeki kan dahi giderilmeden defnedilir. O nişane, diğerkâmlığın sembolüdür aynı zamanda. Kendinden yani onu var kılan her şeyden vazgeçebilme yüceliğidir bu; ailesinden, doğduğu kentten, emellerinden, hayallerinden, yaşadığı müddetçe arzu ettiği her ne varsa hepsinden vazgeçmektir. Onların varlığını iki cihanda aziz kılan da bu vazgeçebilme mizaçlarıdır. İnsan nefsinin tüm sınırlarının zorlandığı bu dünyada, bu sınırları önemsemeden öleceğine daha ölmeden önce şahit olmasıdır. Herkesin kaçtığı ölümü, bilerek ve mükemmel bir kabul ile karşılamaktır. Onları, kemal kapısına götüren bu yol, dosdoğru bir yoldur. “Bu yolda yürüyüş kumandası veren kalp ile yolun sonunda murada eren kalp aynı kalptir. Baştaki emirle sondaki muradı birleştiren ve aynı kalbe bağlayan bu yol gerçek saadetin yoludur.” (Nurettin Topçu)

Şehit olmak, şahit olmaktır; imandan, vatandan, bayraktan ve namustan vazgeçmemeye… Ölmekle zevale ereceği düşünülen tüm güzelliklerin aslında hiç sonu gelmeyecek bir mekânda kemale ereceğine... Allah’ın emirlerinin, kulun nefsindeki tecellilerine… Yaratılışın, en saf ve en yalın hâline… Dünya yolculuğundaki yürüyüşü hakikat güneşinde sonlandırmaya şahit olmaktır. 

Onlar, ruhlar âleminde verdikleri sözü unutmayan, yeryüzündeki büyük mezarların sahipleri olan büyük ruhlardır. Geçmişte ve gelecekte milyonlarca ve bir o kadar daha insanın “bizim” diyerek üzerinde yaşadığı ve yaşayacağı toprakları, canlarından ve sevdikleri her şeyden vazgeçerek geleceğe miras bırakanlardır. Görevleri öldükten sonra dahi bitmeyen, ilanihaye vatan hudutlarında bekleyecek olanlardır.

Editör: Mehmet Çalışkan