Söyleşi
Mahir KILINÇ

Yunus Emre’yi doğuran atmosferden, kültürel ortamdan bahsederek başlayalım Hocam. Bu konuda neler söylersiniz?

Efendim söze, hamd, salât u selâmla başlayalım. Vuslatının 700. yılında Yunus Emre’nin ruhaniyetine selamlar gönderelim. Cenab-ı Hak’tan niyazım odur ki Yunus’un, yaşadığı manevi tecrübeleriyle damıtıp billurlaştırdığı ilahileri, inşallah başta milletimiz olmak üzere bütün insanlığın uyanmasına ve dirilmesine vesile olsun. 

Bu mevzuda öyle derin, tarihî ve sosyolojik izahlara gerek yoktur. İşte XIII. asır Anadolu’su savaşlarla, kanla, işgallerle toz dumana karışmış bir Anadolu’ydu. İnsanlar bu yüzden kurtuluşu tekke ve zaviyelerde buluyordu gibi izahlar zahir, sığ ve basit sebeplerdir. İşin hakikati o kadar basit değildir. Kaldı ki Cenab-ı Hakk’ın Yunus’u veya benzeri ehlullahı bir toplumun hayatında açığa çıkarması, alenileştirmesi her şeyden önce bir ilahi lütuftur. Evvel emirde bütün

Hak erenler insanlık âlemi üzerine bir rahmettir. 

Tafsilata girmeden söyleyeyim, şartlar Yunus’a ihtiyaç duymamıza sebep olduğu kadar, Yunus’u yetiştiren büyük aşk ve irfan adamı Tapduk Emre’nin de kabiliyetini göz ardı etmememizi gerektiriyor. Tapduk Baba gibi kâmiller, Yunus gibi verimli ve sağlam bir toprak gördüğü zaman özündeki güzelliği açığa çıkarmak ister. Nitekim menakıbında buna işareten Tapduk’un ağzından, “Hünkâr’ın bahsettiği kilidin anahtarını verme zamanı geldi, söyle Yunus!” demesi, Yunus’u doğuran atmosferin kaynağını izah etmeye yeter. Yunus’u kan gövdeyi götürürken, meydanlarda toz dumana karışırken insanlığın düştüğü bunalım değil Tapduk Sultan’ın Resulüllah’tan, Hz. Ali’den ve kâmiller silsilesinden devraldığı mâye-i Muhammedî telkiniyle, sohbet, zikir ve hizmet şuuruyla beslediği usul yetiştirmiş, zuhur ettirmiştir. Bu hususun iyice bilinmesi için tekrar söyleyeyim. Yunus’u ortaya çıkaran atmosfer hiç şüphesiz: Tapduk Baba’dan aldığı mâye-i Muhammedî telkini yani telkin-i tevhid; sohbet-i ilahi; zikrullah ve tefekkür, teslimiyet-i tâmme ve hizmet şuurudur. Bu usul ve üslup Hz. Yunus’un dergâha getirdiği odunların aşk ateşine dönüşmesini sağlamıştır ve Yunus asırlardır gönülleri tutuşturacak meşaleyi yakmıştır. 

Yunus Emre’nin temsil ettiği irfan geleneğinin Anadolu’daki Müslümanlığın teşekkülüne ne gibi katkıları olmuştur?

Azizim, Hak erenler Yunus’a bir görev vermişlerdir. O öyle büyük bir kabiliyettir ki kendisine yüklenen misyonu da mükemmelen yerine getirmiştir. 

Biliyorsunuz bir Rumeli fatihimiz var: Saru Saltuk Hazretleri. Rumeli’yi din-i mübinle tanıştıran serverlerimizin başında Saru Saltuk Baba gelir. Saru Saltuk Hazretleri’nin bir sözü var ve şöyle diyor: “Şükürler olsun ki Rumeli’ye İslam evliya pirle doldu, bundan sonra İslam bu topraklarda tutuna, kuvvet bula.”

Bu söz, fütuhat ruhuyla alakalı muazzam bir tespittir. Bir coğrafyada seyrü sülûk görmüş bir ehlullah olsa, o topraklarda İslam tutunur, kuvvet bulur. Bu ne büyük bir lütuftur. Anadolu, bu insan-ı kâmillerle fethedilmiştir. Şu bir hakikattir ki fetih gönülde başlar. İnsan nefsinde adli gerçekleştiremediyse zahirde adl-ı ilahiyi gerçekleştiremez. İşte Yunus bu anlattığımız manada Anadolu’da Türklüğün hak hakikat dili olmuştur. Yoksa Saltuk Baba’nın dediği “kuvvet bulma ve tutunma olayı” kılıçla nereye kadar gerçekleştirilebilirdi ki? İşte Yunus Anadolu’da evliyaullahın serverlerinden Tapduk tarafından bu gayeyle yetiştirildi. Nitekim kendisi bunu açıkça dile getirmiştir:

Bu bizden önden gelenler mânâyı pinhân dediler
Ben anadan doğmuş gibi geldim ki uryân eyleyem
Yunus senin gönlün evi Hak varlığı dopdoludur
Uş geldim ki âşıklara varlıkdan ihsân eyleyem

Yunus’tan önce gelen arifler doğal olarak Arapça ve Farsça konuşuyorlardı. Anadolu’ya gelen Türklerin umumiyetinin taşrada medrese eğitiminden geçmesi mümkün değildi ve devir fütuhat devri idi. Her ne kadar yerleşik hayat başlamışsa da halkın çoğu göçebeydi. Hasılıkelam, dönemin Ahmet Yesevi döneminden farkının olmadığı açıktır. Yani bu büyük sahrada İslam halka ancak aşk ve irfan cevherini gönlünde taşıyan gezgin Hak adamlarıyla ulaştırılabilirdi. Hz. Peygamber’den sonra ribatlar birer irfan ocaklarıdır ki bu kuruluşlar, geleceğin zaviyelerini hazırlamışlardır. İşte bir ayağı Azerbaycan’da bir ayağı Varna’da olan Tapduk Emre’nin de İslam irfanını, tevhid sırlarını kendinden öncekiler gibi ana dili Farsça veya Arapça olan Attarlar, Mevlanalar, Bistamiler, Cüneyd-i Bağdadiler gibi o dillerle anlatan değil Türkçe anlatan bir tercümana ihtiyacı vardı. Tapduk nihayet onu buldu. O gönül kadehini aşkla ve vahdet bilgisiyle doldurdu. Nihayet sülûk çıkararak elde edilebilecek olan ledünnî tecrübelerini Türkçe dillendiren bir bülbül yetiştirmişti. Yunus, Türkçenin bülbülüydü. Kendisinden sonra yetişen dost bahçesinin bülbüllerinin öğretmeniydi o. Kendisi o bülbüllere gül dersi vermeye başladı. Aşk medresesinin müderrisi oldu ve yedi yüz senedir kürsüsünün başındaydı o. 

İmdi azizim şu da bilinmelidir ki iki hakikat ehlinin arasında vahdet bilgisi noktasında asla fark yoktur ama geçtiği gördüğü yollarda temaşa ettiği zevkler arasında fark vardır. İbn Arabi’nin Arapça söylediğini, Yunus Türkçe söylemiştir. Cümlesinin arasında hakikati Türkçe söylemenin dışında önemli bir fark yoktur. Bir kısım insan Mevlana’da aşk İbn Arabi’de irfan gibi tasniflerde bulunmaktalarsa da bu gerçek sureta bir gerçektir. Yolda giderken aşksız irfan, irfansız aşk tecelli etmeyeceğini ehli bilir. Kuş iki kanatla uçar. Hangi bahçede yetiştiyse de o bahçenin diliyle öter. Yunus bizim bahçemizin lisanıyla ötmüş, gülün sırrını Türkçe anlatmıştır. Bunu ilk defa gerçekleştiren o olduğu için kendisinden sonra gelenlerin de dili üslup babası kabul edilmiştir. “Biz Yunus’un dersini evliyadan okuduk.” diyen Vahip Ümmi (ö. 1595) yahut “Niyazi’nin dilinden Yunus durur söyleyen.” diyen Mısri Efendi (ö. 1694) artık irfani bilgileri Yunus Emre üslubuyla ve kavramlarıyla anlatmışlardır. Bütün bunları bildiği için sonradan gelen erenler Yunus Emre hakkında “Öncekilerin sonuncusu, sonraki gelenlerin yani Türkçe söyleyenlerin ilkidir.” demişlerdir. Hakikaten o Rumeli’nde yani Anadolu, Avrupa ve bütün Osmanlı coğrafyasında tevhid çerağını halkın anlayacağı bir üslupla yakan bir büyük gönüldür. Bu kanlı coğrafyayı aşk ile bezemiş, ilahisi okunan her karış toprağı bir dergâh-ı ilahi hâline getirmiştir. Bugün Yunus’un izlerini Rumeli’nin her karış toprağında hâlâ görürsünüz. 

İmdi dağdaki çobana varıncaya kadar gülün sırrını anlatan bu kişinin İslam’ın yayıldığı coğrafyaya ne gibi katkısı olduğunu artık siz düşünün. 

Anam okuma yazması olmayan bir mümine ve muvahhide kadındı. Ruhu şad olsun. Davranışları ve sözleri baştan sona Yunus idi. Odunu sobaya koymadan önce içinde karınca varsa ölmesin diye dışarıda bir güzelce silkeler öyle koyardı. Yoldaki taşa o da can taşıyor diye ayağıyla vurmazdı. Sofraya oturmadan önce, hayvanlar aç kalmasın diye önce inek tavuk ne varsa onların karnını doyurur, bize öyle sofra kurardı. Karpuzun kavunun kabuğunu kurutur, kurbanlıklara verirdi. Daha ne incelikler, ne incelikler... Her hareketinde muvahhidlere yakışır bir davranış sergilerdi. Yunus deyince gözyaşları dökülüverirdi. Anam mücessem bir Yunus idi. Babalarımız ve dedelerimiz de öyledi. Onlar bu aşk yolunun, bu tevhid okulunun alfabesini nereden öğrenmişlerdi? Tabii ki Yunus’tan. Yunus bize dağlarla taşlarla, seherlerde kuşlarla nasıl konuşulacağını, bir karıncaya neden ulu nazarla bakılması gerektiğini öğretti. Yunus bize gökyüzünde İsa ile, Tûr dağında Musa ile elindeki asa ile Mevlamızı nasıl çağıracağımızı öğretti. Yunus eşyanın hakikatine nasıl vakıf olunacağını, içinden Hak sırrını nasıl çıkaracağımızı anlattı. O ne büyük bir gönüldür ki anlattıkları damarlarımıza kadar işlemiş ve hâlâ işlemeye devam etmektedir. Onun izine basmadan arşa post atmaya kalkanlar taklitten öteye geçemezler. Bu büyük gönül:

Ol dost bana ümmî demiş hem adımı Yunus komuş
Dilim şeker gövdem kamış bu söyleyen nemdir benim
demektedir ki ateş-i aşk ile kaynayarak kamış mesabesindeki gövdesinden şekerini yani vücudun hakikatini çıkaran bu büyük âşığın sıradan biri olduğunu düşünmek abestir vesselam.

Gönül coğrafyamızda Yunus’un bu kadar sevilmesi ve sahiplenilmesinin sebebi nedir?

Aslında âlemde, ilahi hakikate ve benzer özelliklere sahip pek çok ehlullah gelmiş geçmiştir. Fakat onların çoğu ilahi aşkı gönülden gönüle nakletmişler, isim bırakmadan göçüp gitmişlerdir. Yunus’un farkı şudur ki o, ilahi hakikati remzî elbiseler giydirerek söze dönüştürmüştür. Söz, irfani tecrübeleri en belirgin bir şekilde taşır. Diğer terbiye araçlarından daha kalıcıdır söz. Kaldı ki aşk talipleri kulaktan beslenir. 

Hasılıkelam gittiği yerleri yeşertti de döndü Yunus. Şimdi de aynı değil mi? Yeryüzünde nerede bir Yunus ilahisi okunuyorsa, orada birlik, dirlik, muhabbet yok mu? Allah için gözyaşı dökülmüyor mu? Gönül dayanışması olmuyor mu?

Erenlerin bir coğrafyaya ayak basmasından maksat gönüller yapmasıdır. Zira erenler sözü lübbü’l-lübtür, kelamın özüdür. 

“Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz.” diyen Yunus Emre, içinde yaşadığı kargaşaya rağmen sevgiden bahseden ve insanların sevgiyle mutluluğa erişebileceğini vurgulayan bir şairdir. Sevgiye yaptığı bu vurgu hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu soruda da çağımız sosyologlarının vahdet hâllerinden habersiz ürettikleri bir koku vardır. Yunus’un bahsettiği sevgi nefsin ve aklın ürettiği ve günümüzde sanal bir kavram olarak dile pelesenk edilen “sevgi” değildir. Evdeki karısıyla veya kocasıyla geçinemeyen yahut yakınlarıyla problemi olan kişilerin asla anlayamayacakları bir sevgiden bahsetmektedir Yunus. Bu sevgi bütünü ihtiva eder ki zerreden küreye, karıncadan deveye her şeyi kapsar. Yani zihni “ben sevmek zorundayım” diye hazırlayıp da yaşanacak olan bir sevgi değildir onun bahsettiği. İlahi sevgiyi ve sevgiliyi anlayabilmek için Cenab-ı Hakk’ın Vedûd isminin tecelli etmesi lazımdır gönülde. Yaradan’dan yaratılana konulan aşk nüvesine nazaran yaratana olan bir sevgi söz konusudur burada. İnsan aslını bilir, aslıyla tanışırsa “ben gelmedim dava için” der ve bütün davaları manaya evrilir. Hak’ta olanın davası olmaz. Öyleyse insan tanış olmalı, işi kolaylaştırmalıdır. Burada “tanış” kelimesi tanımaktan –iş ekiyle tanışmak yani karşılıklı tanışmak anlamına gelir. Arapçadaki müfâale vezniyle yapılan müşareketlik sırrı vardır burada. Müşahede, murakabe, mücahede gibi. Yunus bir yerde “mücahede edesin, müşahede bulasın” der. Yani mücahede edilecek olan da müşahede edilecek olan da sendedir. Özündedir, kendinden kendinedir. Öyleyse tanışman gerektiğin varlık kendi özündür. 

Yunus Emre şiirleri, görüşleri bugünün dünyasına, insanına neler söyler. Bu bağlamda Yunus’un kapısını neden çalmalıyız Hocam?

Hak kavramı evrenseldir. Zamanla mukayyet değildir. Dünyaya niye geldiğini, ne yapması gerektiğini ve nereye döneceğini bilen hakikat ehli, insanlığa her zaman ve mekânda lazım olacak olan değerleri miras olarak bıraktı gitti. Biz o mirası tevarüs etmek zorundayız. Yunus herkesin sorduğu sorulara cevaplar aradı ve buldu. Bu önemli bir tecrübedir. Öyleyse onun formasyonundan yararlanmak, yolu kısaltmak anlamına gelecektir. Ortak sorularımız nedir? İnsan, eşya, din, ahlak, bilgi, zaman, mekân, tekâmül (vs.) nedir değil mi? Bunlardan kim haber verebilir bize? Doğal olarak hakikatini gören verebilir. Ne demişti Yunus:

Sorman Yunus’dan haber dost nerdeyse onda var
Haberi gören verir ben onu görüp geldim

Yunus, bugünün ve her zamanın insanına reçetelerin en güzelini yazmıştır. Her türlü imkâna ve teknik gelişmeye karşılık çağımızın en büyük hastalığı cehalettir. Cehalet, bizim, varlığın Hakk’a ait olduğunu bilmememize ve nefislerimize müstakil, Hakk’ın dışında birer benlik vermemize sebep olmaktadır. Sevginin temelinde de bu bilgisizlik yatmaktadır. Yunus’un:

Sanırdım kendim ayrıyam dost gayrıdır ben gayrıyam
Beni bu hayâle salan bu sıfât-ı insânımış

dediği bu hâl, bu nisyan, gayrılık vehmidir. Bu vehimden kurtarır tevhid insanı. Tabiatıyla kasdettiğim tevhid dil ile söylenen değil gönülde yakin ile ispat edilen Hakk’ın birliğidir. Âlem baştan sona bu birliğin içindedir. Bakınız bize ne öğretiyor Yunus:

Tevhid imiş cümle âlem tevhidi bilendir Âdem
Bu tevhidi inkâr eden öz cânına düşman imiş
İnsân olan buldu Hakk’ı meclis onun odur sâkî
Hemân bu bî-çâre Yunus aşk ile âşinâ imiş

Ne diyor? “Âlemdeki bu renklenmeyi, bu davranışları ayrı gayrı görme! Âlemdeki renklenme, biricik varlığın celal ve cemal sıfatlarıyla tecelli etmesidir. Bu âlem birlik içindedir ve vücut bir denize benzer. Sen bu görüntülere, dalgalara benlik verme. Âdem, bu birliği bilen kişiye denir. Birliği inkâr eden kendine düşmandır. Ey dost, gel bunu öğren. Hakk’ı insan olan bilir. Akıl, tevhidi idrak edince gerçek akıldır.”

İmdi iki gözümün nuru Yunus’un bize yazdığı reçetenin iki ayağı vardır: Aşk ve irfan. İnsan, bunlarla insan olur. Toplumlar bu iki kavramla yükselir, birlik ve dirliğe ulaşır. Yunus’tan alacağımız, davasız sevgi ve kendini bilmektir, Hak için sevmek ve Hak için bilmektir. Daha ne olsun ki? Biz ona müracaat edecek olursak, sevgi ve bilgi yoluyla maddeden manaya nasıl gidileceğini, varlığın sahibiyle tanışıp kime hizmet etmemiz gerektiğini, gerçek ibadet ve amelin, oluşun kemâline katkı demek olduğunu ve varlığın Hak’tan gelip yine Hakk’a gitmekte olduğunu öğreniriz. Bunlar hayatın gayesidir. Yine bir yerde şöyle demiştir Yunus:

Ermek dilersen maksûda çok hizmet eyle her işde
Sen senliğinden usan nûr-ı dîdâr olan gelsin beri 

Yunus bize, zulmetten nura, nefretten aşka gitmenin usullerini öğretir. O, bir taraftan “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim.” derken diğer taraftan da “İlim ilim bilmektir.” der. İnsanlığı ve insanlığımızı kurtaracak bu iki güçten başka bir şey yoktur. Sevgide ve bilgide birleşmek lazımdır. Bunu Yunus da Yunus’un selefi de halefi de söyledi. Zira İslam’ın Kitabı ve Peygamberi (s.a.s.) de bunları emrediyor. Yunus, nefsi terbiye edilen ve bunun yollarını gösteren bir kişi olduğuna göre, varlığa, eşyaya ve insanlığa düşman olan kişilerin eğitiminde onun tavsiyelerinden yararlanmak mümkündür. Yunus’un tavsiyelerini ulu orta meydanlarda içi boş sloganlara dönüştürüp harcamamak gerekir. Onun her sözü altın harflerle yazılması gereken birer öğüttür. Bu öğütleri içten içe düşünüp kendimize dönüştürünce ve yaşadıkça faydalı olacaktır kanaatindeyim. 

Son olarak da aşk oduyla yanıp tutuşmuş ve söylemiş Yunus’un şiirlerinden hareketle Allah (c.c.) ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) duyduğu muhabbetten bahsedebilir misiniz?

Yunus ve benzeri arifler bu kavramları bizim gibi yani sıradan bir idrakle ele almazlar. Hakikatin ölçüsü bellidir. “Şeriat, tarikat yoldur varana; marifet, hakikat ondan içeri.” Yunus bizler gibi “Bir Allah var ve o varlık da sevilmelidir.” noktasında kalmaz. Onu sever ve daha öteye geçip onun sevgisiyle zatında fani olur. Yani burada fenafillahta olan bir Yunus’tan bahsedilebilir. Ne demişti: “Fenâ olmayan sûret şâhına vâsıl olmaz.” O, yolun başında “Allah’a el sunar”,

“Allah görelim neyler” der, vuslat-ı Hak için gayret eder ve fakat yolun sonunda Hak’ta yok olur:
Ben benliğimden geçdim gözüm hicâbın açdım
Dost vaslına ulaşdım gümânım yağmâ olsun
Benden benliğim gitdi hep mülkümü dost tutdu
Lâ-mekân kavmi oldum mekânım yağmâ olsun

Öyleyse bilinecek, görülecek, vuslat edilecek bir Allah’ımız vardır Yunus’ta. İşte vuslat edilecek o “Hak” makamına ancak ve ancak Muhammed (s.a.s.) sevgisiyle ve metoduyla varılabilir. Bu meyanda Yunus:

Ol âlem fahri Muhammed nebîler serveridir
Ver salavât aşk ile ol günâhlar eridir

dedikten sonra onun nurunun, içinde balkıdığını (parladığını) söyler: “Âhir Muhammed nuru balkıdı içimizden.” demesi ondandır. Yunus Emre, Muhammed kavramının yaratılan ilk nur ve Resulüllah olarak tecessüm etmiş son zuhur olduğunu söylemekten maada, onun nurunun gönülde zuhur etmesi gerektiğini anlatır. Nur-ı Muhammed sırrına nasıl vasıl olacağımızın yollarını gösterir. Nitekim bu kadar çilenin sonunda Tapduk ondaki manayı çıkarmıştır. O hâlde tekkeye kırk sene taşıdığı odunlar bir bahanedir. Tapduk Baba getirdiği odunların hepsini Yunus’un benliğini yakmada kullandı. Bundan sonradır ki Yunus ikinci defa doğdu da Tapduk’un kolunda hikmet avına çıkan bir doğan oldu: 

Yunus bir doğan idi kondu Tapduk koluna
Ava şikâre geldi bu yuva kuşu değil
Selam olsun ona ve izinden gidenlere…

Editör: Mehmet Çalışkan