PROF. DR. MUSTAFA KARA:
“Samimi tövbe Allah’ın dostluğuna vesiledir.”

Mustafa BERK

Terimleri/ıstılahları tarif ederken geleneğimizde iki şeye dikkat edilmiştir. Önce sözlük anlamı verilmiş ardından da ıstılah anlamı açıklanmıştır. Tövbe kavramını da bu anlayışa bağlı kalarak açıklayacak olursak, sözlük manası itibarıyla dönmek, bir şeyden rücu etmek anlamına gelir. Istılah yani dinî anlamı ise yanlıştan, günahtan dönmek, hatasını anlayıp Allah’tan af dilemek anlamlarını içerir. Bir insanın yaptığı yanlışı ya da işlediği günahı fark edip doğru olana dönmesidir tövbe. Allah’ın emirlerine muhalif olma konumundan Allah’ın emirlerine muvafık olma hâline geçmektir. Sufilerin bu konuda özel bir tasnifi daha vardır. Kur’an’da geçen tevbe, inabe ve evbe kelimeleri yakın anlamlıdır, tövbeyi yani Hakk’a dönmeyi ifade ederler. Mutasavvıflar aynı anlamı içeren bu üç kelimeyi kulun Allah katındaki konumunu, makamını esas alacak şekilde farklı anlamlandırmışlardır. Tevbe kelimesi, genel olarak müminlerin dönüşünü ifade eder. İnabe, evliyaullahın dönüşü iken; evbe kelimesi peygamberlerin tövbesi için kullanılır. İbadetlerimizde olduğu gibi tövbelerimizde de dereceler vardır. Allah dostu diye tabir ettiğimiz insanlar da peygamberler de hata etmişlerdir. Bu tasnife göre, sıradan bir müminin tövbesi ile bir peygamberin tövbesi arasında elbette fark olacaktır.

İlk günah ve ilk tövbe yine ilk insan olan Hz. Âdem ile başlıyor. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın tövbelerinden ve bizler için bu kıssanın ifade ettiği anlamdan söz eder misiniz?

Aslında bu ifadenin bendenize hatırlattığı ilk şey bizim insan oluşumuzla ilgilidir. Yani insan demek hata eden, yanlış yapan dokuz ay on günlük bir varlık demektir. Ama insan aynı zamanda yanlışının farkına varan, yanlışını tashih ve telafi eden bir özelliğe de sahiptir. Bence Hz. Âdem ve Hz. Havva kıssasının bize öğrettiği ilk ders, kâinatın en mükemmel yaratığı olan insanın aynı zamanda “aşağılara” da düşebilen bir varlık olduğunu hatırlatmasıdır. Kur’an’ın ifadesiyle bir taraftan “ahsen-i takvim” olan insan diğer taraftan “esfel-i safilin” (Tin, 95/4-5.) noktasına düşebiliyor. İnsan kelimesinin etimolojisine (köken) bakacak olursak iki manayla karşılaşırız: Bazı dil bilimcilere/filologlara göre nisyan kelimesinden türemiştir ve bu unutmak demektir. Yani insan unutan bir varlıktır. Bazılarına göre ise insan kelimesi ünsiyet kökünden türemiştir ve bu da dostluk demektir. Tövbe konusu açısından ele alacak olursak ilk anlam üzerinden gitmemiz gerekir. İnsan, duru anlamında bile genlerinde unutmayı barındırıyor. Unutmak demek, bir bakıma yanlış yapmak ve hata etmek demektir. Yani yapmamız gereken iyi ve güzel şeyleri unutur ve yapmazsak günah işlemiş oluruz. Tam da bu noktada tövbeye ihtiyacımız olur. Bakara suresinin son ayetinde Rabb’imiz bize, “Unuttuklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma.” diye özel bir dua öğretiyor. (Bakara, 2/286.) İnsan bazen unutarak yanlış yapar. Tövbe ise insanın hatasını telafi etmesidir. Bu noktada Abdürrahim Merzifonî’nin beş yüz sene önce terennüm edilmiş mısralarını hatırlamamak mümkün değildir:

Tevbe yâ Rabb’i hata râhına gittiklerime

Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime

Ünsiyet açısından meseleye bakacak olursak insan dost olabilen, dostluk kurabilen bir yapıdadır. İnsan unutan bir varlıktır, hata eder, günah işler ama tövbe ederek Yaradan’la yeniden dostluk kurabilir. Yeniden kurulan dostluk ise dinî hayatın kemal noktasına doğru bizi taşıyan bir manevi enerji kaynağı olur. Evliyaullah demek Allah dostu demektir. Bu da ancak yanlış yapmayarak veya yanlış yapıldığında hemen ondan dönüp Allah’ın sevgisini/rızasını kazanmanın yollarını arayarak olur.

Yüce Allah bizden samimiyetle tövbe etmemizi istiyor. Kur’an-ı Kerim’de geçen “nasuh tövbe” de bu anlama geliyor. Tövbe-samimiyet ilişkisi hakkında neler söylersiniz?

Şüphesiz ki tövbe konusunun en hassas noktası burasıdır. Tövbe ederek Allah’a dönmek dinî hayatımız için mühim bir davranıştır. Bu dönüşün can alıcı noktası ise tüm benliğimizle yapılmasıdır. Bütün varlığımızla, bütün şuurumuzla, bütün dikkatimizle olmasıdır. Çünkü tövbe ederken hatadan döndüğümüze dair Allah’a söz veriyoruz. Bu demden sonra samimiyetin dışında bir noktada oluşumuz feci bir durumdur. “Döndüm Ya Rabb’i! dediğimiz hâlde içimiz ve kalbimiz dönmüyorsa burada bir “rol yapma” hâli vardır. Rol ise dinî hayatla hiç bağdaşmayan bir şeydir. Dinî hayatın hiçbir unsuru bu ikiliği/ikiyüzlülüğü kaldırmaz, kaldıramaz çünkü bir bakıma bu bir “şirk” hâlini andırır. Sosyal hayatta söz verip sözünde durmamak, muhatabımızın duygularıyla oynamaktır. Dolayısıyla nasuh tövbe, sadece dil ile yapılan değil ruhumuzla, hatta gözyaşlarımızla yapılması gereken bir dönüşü ihtiva eder. “Gözyaşından abdest al da gözle gör mabudunu.” diye bir söz var. Tövbemiz öyle samimi ve kesin olacak ki Rabb’imize dost olabilmeye vesile olacak. Tövbede, nedamet/pişmanlık duygusuyla yanıp tutuşan ruh hâlini yakalayabilmek gerekir. Bu derinliği yakalarsak eğer tövbe dinî hayatımıza bir kalite/derinlik getirir. Rabb’imiz kimi ayet-i kerimelerde “Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.” buyurmaktadır. Aslında bu ifade tövbe ile birlikte büyük bir temizliğin olduğunu vurgulaması açısından önemlidir. Günah işleyip de uyanan insanları Allah sever. Niyetin halis/samimi olması tövbenin temizliğimizi artırmasıyla aynı orandadır. Hâce Abdullah Herevi,  bin yıl önce kaleme aldığı Menazilü’s-Sairin isimli eserinde ancak uyanan insanın (yakaza hâli) tövbe edebileceğini yazar. İnsan uykudan uyanınca önce etrafını kontrol edip nerede, ne hâlde olduğunu idrak etmeye çalışır. Durum tespiti yaptıktan sonra ne yapacağına karar verir. Herevi’nin kastettiği uyanma, günahkâr bir insanın durumunu tespit etmesine benzer. Hatalarından dönmek isteyen günahkâr kul, Yaradan’ının kendisine açtığı dönüş kapısına yönelir ve yaptıklarından pişmanlık duyar. “Uyanma” olarak tanımlanmış olan bu hâl tövbeden önceki hâldir.  Gaflet uykusundan uyanmak... Büyük insanların duası öyleydi: “Allah cümlemizi nevm-i gafletten ikaz buyursun.”

Kur’an-ı Kerim’deki en ümit verici ayetlerden birinde şöyle buyuruyor Hak Teâlâ: “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer, 39/53.) Bu ayet-i kerime bağlamında insan; Allah’ın rahmetine olan güven ve ümit ile ümitsizlik arasında nasıl bir denge kurmalıdır?

Kişi kendi hayatını artı ve eksileriyle bilir. Allah katındaki durumunu, konumunu bunların belirlediğini de bilmelidir. Günahlarının yanında yaptığı iyi işlerin, sevaplarının olması onu Rabb’imizin rahmetine olan umut konusunda canlı tutar. Elbette ki ümitsizliğin hiçbir zaman getirisi yoktur. Bunun karşısında kişinin dinî hayatının çok iyi olduğunu düşünmesi de mahzurludur. Ümitsizlik ne kadar tehlikeli bir tuzak ise dinî hayatta çok iyi durumda olduğunu zannetmek de o kadar tehlikeli olabilir. Dinimizde bunun orta yolu bize “beyne’l-havfi ve’r-reca” şeklinde gösterilmiştir. Yani korku ile ümit arasında dengeli bir dinî hayat yaşamak anlamındadır. Buna göre kişi, dinî hayatında öyle bir çizgi yakalamalıdır ki iki duygu arasında dengeyi bulabilsin. Bu konuda Hz. Ömer, “Denilse ki tek kişi cennete gidecek; ben olduğumu ümit ederim. Denilse ki tek kişi cehenneme girecek; ben olmaktan korkarım.” buyurmak suretiyle bunu bize anlatmıştır. Ne bütünüyle korkuya/umutsuzluğa batmış bir gönül ne de bütünüyle umut ile gevşemiş, laubalilik noktasına varmış bir beyin olacak. Bahsetmiş olduğunuz ayet-i kerimede umutsuzluk çukuruna düşmemek için bir uyarı vardır. İnsan bazen hata yapar, günah işler, o günahlardan kendini koruyamaz, süreç uzar gider. Ama “Tevvab” olan Allah’ın rahmet kapıları her zaman herkese açıktır. Kur’an’da birçok ayette Tevvab ve Rahim ism-i şerifleri birlikte kullanılmıştır. Tövbeleri kabul eden Rabb’imiz rahim sıfatıyla bize yönelik merhametini esirgemiyor. Kul olarak yaptığımız hatalarla, günahlarımızla O’nun huzuruna geldiğimizde bizi azarlamak yerine merhametiyle yaklaşıp af yoluna gidiyor. Bunlardan ötürü, umutsuzluk müminin hayatında yer almamalıdır. Rabb’imizin rahmet kapısının her daim açık olduğu bilinciyle hareket ederek hayatımızı idame ettirmeliyiz.

Ey rahmeti bol Padişah

Cürmüm ile geldim sana

Ben eyledim hadsiz günah

Cürmüm ile geldim sana

Tövbenin kendi hata ve kusurlarımızın farkında olmamızla da ilgisi var. Ancak başkalarının yapıp ettiklerine daha çok odaklanan insan aynayı kendisine nasıl tutabilir ve kendi iç dünyasına nasıl dönebilir?

İbn Ataullah İskenderi, Hikem-i Ataiyye adlı eserinde mealen, “Senin için gayb olan, net olarak bilemediğin başka insanlardaki özelliklerle uğraşma, senin çok iyi bildiğin kendi kusurların var, onlarla ilgilen.” der. Yani bilmediğin konularla, başka insanların özel durumlarına dair şeylerle ilgilenme ki kendi kusurlarınla ilgilenmekten seni alıkoymasın. Kendi kabahatini günahını çok iyi bilen insan, nefsine yenik düşerek kendisiyle ilgilenmez. Başkalarının kusurlarını büyük görürken kendi kusurunu ve kendini aynada görmekten kaçar. İnsan kendisiyle yüzleşmekten korkar ve kaçar, çünkü bu zor bir durumdur. Güçlü irade ister. Fakat diğer insanların durumlarını izlemek nefse hoş gelir. Mümin yüzleşmekten kaçıp nefse hoş geleni yaparsa dinî hayatında ciddi olarak “kan kaybı” yaşar. İç kontrol mekanizması çalışmazsa bu kayıp arttıkça artar. Peki, bir insan ne kadar kan kaybedebilir ki? Üzerimize vazife olmayan işlerle ilgilenerek sadece günah hanemizi kabartmış oluyoruz. Allah’ın, dinî yaşantımızda bizden istediği şey kemale doğru gitmemizdir. Biz ise kimi zaman günahlarımızı şişirerek kemale gitmek yerine zeval çukurlarına ineriz. Yine Rabb’imiz, gönderdiği ayetler vasıtasıyla bizi bize çağırır. Kendi içimize dönmemizi, kendimizi hesaba çekmemizi ister. Muhasebe, murakabe gibi kavramlar burada devreye girer. Sorduğunuz soruda belirtilen kendi iç dünyasına dönmek eylemi ancak bunlarla yapılabilir. Nasıl ki bir şirket her gün, her ay, her yıl bir muhasebesini tutuyorsa insan da her an, kendisini hesap verebilecek seviyede tutmalıdır. An itibarıyla Rabb'ine karşı durumunun ya da konumunun ne olduğunu ölçüp eğer eksideyse hemen onu artıya çevirecek davranışlara geçmesi gerekir. Kârda mı zararda mı olduğunu ölçebilecek yetilerle yaratılmış olan insan, murakabe etme suretiyle kıyamette Yaradan’ına da hesabını en güzel bir biçimde verebilir.

Fağfir lenâ zünûbenâ

Yardım eyle Kıyâmette

Sufiler asıl tövbenin tövbeden de tövbe etmek olduğunu söylemişlerdir. Tövbeden tövbe etmek, tövbeyi terk eylemek nasıl olur?

Her işte olduğu gibi tövbede de sistematik bir çözüm yolu vardır. Tövbenin nasıl yapılması gerektiğine dair bazı şartları, usulü, adabı vardır. Bunları bilmeden tövbe yapılmaz. Tövbe mefhumunun ciddiyeti ile bağdaşmayan söz ve fiillerden arınmak gerekir. Tövbeden tövbe etmek, tövbeyi usulüne uygun yapmamak ya da yap(a)mamakla ilgili bir durumdur. Tövbenin ciddiyetine vakıf olamamak demektir. Verilen söze uygun hareket edememek demektir. Bu şekilde aslında bir kez daha günah işleniyor. Tövbenin ilk şartı samimiyettir. Samimiyetle, tüm hücrelerimizle Allah’a dönemiyorsak “kaş yaparken göz” çıkarıyoruz demektir. Bir aktör gibi rol yapmış oluyoruz. Böyle bir tövbenin bizim dinî hayatımıza katacağı hiçbir şey olmadığı gibi aksine götüreceği şeyler çok olur. Hâlbuki gerçek bir tövbe, dinî hayatımıza müthiş bir enerji/bereket vermelidir. Mutasavvıflar tövbe ile başlayan yeni hayat için “ikinci doğum” (vilâdet-i sâniye) ifadesini kullanırlar. Aslında tövbe ile kendimize bir kanat takmış oluruz. Tövbenin şartlarını yerine getirmişsek dinî yürüyüşümüz “sıratı müstakim”den Hakk’ın rızasına doğru kanatlanarak uçuşa geçmiş demektir. Tam tersini düşündüğümüzde ise şartlarına uyulmayan bir tövbe, insanı uçmanın aksine ayağına taş bağlanmışçasına yerin dibine/karanlıklara doğru çeker götürür.

Günahın insana yüklediği manevi ağırlığı ve kalpte meydana gelen kirlenmeyi ancak tövbe ile giderebiliriz. Tövbenin ruhumuza ve manevi hayatımıza etkileri hakkında neler söylersiniz?

İnsan olarak eksiklerimizle, zaaflarımızla ve kusurlarımızla yaratılmışız. Bundan dolayı hepimiz günahla, hatayla iç içeyiz. Rabb’imiz bizim bu hâlimizi bildiği için bir kapı açmış bize, adına da tövbe kapısı demiş. Kulları olarak her hatamızda bir dönüş imkânı vermiş bize. Günahların kalpte meydana getirdiği kirlenme, her biri kara bir nokta olarak ifade edilmiştir. Yani her günah işlendiğinde kalbin üzerine bir nokta daha eklenir. Bu siyah noktalar çoğaldığında kötülük ve günahlara teslim olmuş bir hâlde kalbimiz işgal edilmiş olur. İşte tövbe, kalbimizi kara lekelerden temizleyerek hürriyetine kavuşturmaktır. Kalbimizi hürriyetine kavuşturma yolunda salih ameller ve tövbelerimiz bize yardımcı olacak. Kur’an’da kalple ilgili kalplerin kararması, taşlaşması, paslanması gibi ifadelere rastlarız. Günahlarla kararmış olan kalbimizi, dinî hayatımızdaki doğru tercihlerimizle cilalama imkânı elde ederiz. Tam bu noktada bir hatıramı nakletmek isterim. Yaklaşık kırk beş yaşına kadar haramlarla ve günahlarla hayatını geçirmiş, sonrasında Rabb'imizin lütfuyla tövbe etmiş bir dostumuz var. Bir cuma namazı çıkışında bu dostumuz bana: Hocam, neden camilerde içki, kumar gibi konular işleniyor? Bu mübarek mekânlarda bu necis şeylerin adının geçmesi hiç iyi olmuyor, dedi. Şaşırmıştım biraz, hâlbuki bana bu gibi konuların daha çok anlatılıp insanların uyarılması için faydalı olacağını söylemesi gerekirdi, diye düşünmüştüm. Bakınız, Cenab-ı Hakk’a öyle bir dönüş yapmış ki bu kardeşimiz, günahlarına nasıl tövbe ettiyse onların camide adının geçmesine dahi tahammül edemez hâle gelmiş. İşte, nasuh tövbe bunu gerektirir.

Söze mutasavvıflarla başladık. İsterseniz onların mısraları ile bitirelim:

Ey hevâsına tapan tövbeye gel tövbeye

Hakk’a tap Hakk’tan utan tövbeye gel tövbeye

Eşrefoğlu Rûmî sen tövbe kıl erken uyan

Olma yolunda yalan tövbeye gel tövbeye

Mustafa Kara 1951 yılında Rize-Güneyce’de doğdu. 1970’te İstanbul İmam-Hatip Okulunu, 1974’te Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünü tamamladı. Bir süre Şebinkarahisar ve İspir ilçelerinde öğretmenlik yaptı. 1977 yılında Bursa Yüksek İslam Enstitüsüne Tasavvuf Tarihi asistanı oldu. 1983’te Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde “İbn Teymiye’ye Göre İbn Arabî” başlıklı araştırması doktora tezi olarak kabul edildi. 1989’da doçent, 1994’te profesör unvanı aldı. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Mayıs 2018’de emekli oldu. Telif, tercüme, sadeleştirme, deneme türünde birçok eseri vardır. İlk eseri Tekkeler ve Zaviyeler’in yayımlanışının 40. yılında dostları Bir Kitabın Kırk Yılı adıyla bir kitap çıkardı. Bazı eserleri ödül aldı. Hocası Süleyman Uludağ ile birlikte kütüphanelerini, Kültür Bakanlığına bağışladılar. Dört çocuğu, altı torunu vardır.

ARALIK 2018 DİYANET AYLIK DERGİ

Editör: Mehmet Çalışkan