Söyleşi
Mustafa BERK

Allah Teâlâ’nın, peygamberlerinin kalbine indirdiği ilahi mesajlar olarak tarif edebileceğimiz vahyin tanımını ve insanlık için önemini kısaca anlatabilir misiniz?

“Vahy”i,  “Allah’ın kullarına bildirmek istediği mesajı gönderme yolu” diye tarif etsek doğru olacaktır. Daha kısa veya daha uzun tarifler yapılabilir. Yapılacak bütün tariflerin özünde, “Yaratanın yaratılana, yani Allah Teâlâ’nın (c.c.) insana iletmek istediği mesajını iletme” anlamı vardır. Cenab-ı Allah, insan için bu evreni yaratıp insanoğlunu “ibadet” yani “kulluk” kelimesiyle özetleyebileceğimiz bir hayat sınavı için bu dünyaya yerleştirdi ve onu dünyada yalnız ve yardımsız bırakmadı. Maddi olarak insanoğluna gerekli olan her şeyi dünyaya koyduğu gibi manevi olarak da kitaplar/vahiyler gönderip insanı destekledi. Eğer biz Allah’tan vahiy almasaydık ve her şeyi salt aklımıza göre cevaplamaya kalksaydık yolumuzu, ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini, niçin yaratıldığımızı ve benzeri birçok konuyu bilemezdik. Dolayısıyla vahiy Allah’ın bize bir lütfudur.

Vahiy konusu her şeyden önce bir iman meselesidir. Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) Miraç Gecesi sabahında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) anlattıklarını alıp bir açık nokta bulduklarını sanarak kendisine gelen ve “Bak bak arkadaşın ne olmadık şeyler söylüyor.” diyen müşriklere verdiği cevap bu açıdan çok anlamlıdır. O diyor ki “Bunları Hz. Muhammed mi söylüyor?” “Evet.” diyorlar. O da diyor ki “O söylüyorsa doğrudur. O bundan daha ileri şeyler söylüyor, ben ona inanıyorum: O her gün Allah’tan vahiy aldığını söylüyor ve ben ona inanıyorum.” Hz. Ebu Bekir (r.a.) demek istiyor ki vahye inanmak, Miraç’a inanmaktan daha ileri bir noktadır. Fakat bu körü körüne bir iman değildir. Gelen vahyin muhtevası ve beraberinde olan mucizeler önemlidir. Aksi takdirde sahte peygamberler ve sahte vahiy iddiaları ile gerçek peygamber ve vahiy iddiası ayırt edilemezdi. Nitekim geçmişte ve yakın tarihte peygamber olduğunu ve Allah’tan vahiy aldığını iddia eden sahtekârlar olmuştur.  Vahiy diye söyledikleri ve yazdıkları saçma şeylerin sadece muhtevasına bakmak bile sahte olduklarını anlamaya yeter.

“Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a, torunlara, İsa’ya, Eyüp’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davut’a da Zebur’u verdik.” (Nisa, 4/163.) ayetinden hareketle vahyin hep süreklilik arz ettiğini görüyoruz. Bunun nedeni ve amacına yönelik neler söylersiniz?

Biraz önce söylediğim gibi Cenab-ı Allah insanoğlunu hayat sınavı için dünyaya göndermiş. Akıl, vicdan, fıtrat, göz, kulak gibi bu sınavda yardımcı olacak güç ve özelliklerle insanı donatmış. Ayrıca yol göstermek ve yolunu aydınlatmak için peygamberler ve vahiyler göndererek onu yalnız bırakmamış. Eğer aklıyla baş başa bırakmış olsaydı insanın yanılma ihtimali daha yüksek olurdu. Dolayısıyla insanlar içinden seçtiği peygamberler vasıtasıyla vahiy göndererek insanoğluna mesajlarını iletmesi Allah Teâlâ’nın rahmetinin bir tecellisidir. İnsanın sınavı devam ettikçe Hak Teâlâ’nın rahmet ve yardımı insanın üstünde olacak, direkt olarak gelen vahiy de endirekt olarak devam edecektir. “Direkt olarak”tan kastım bizzat bir peygamber eliyle, “endirekt”ten kastım da bir peygamber vahyinin ümmetin âlimleri vasıtasıyla insanlara iletilmesidir. Bir de çağların değişmesi ve zamanın uzaması ile ya gönderilen vahyin insanlar tarafından bozulması ya da hayatın yeni soruları için yeni bir vahye ihtiyaç duyulması nedeniyle Allah Teâlâ tekrar tekrar peygamber ve vahiy göndermiştir. Bu nedenle vahiy Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar sürmüştür ve son vahiy, artık kıyamete kadar yetecek bir özellikte gönderilmiştir. Aradan geçen on beş asırlık tecrübe bunun şahididir. Kur’an vahyinin fıtratı bozulmamış ve insanlara XXI. asırda hâlâ en taze bir şekilde konuşuyor olması, onun eskimediğinin ve eskimeyeceğinin delilidir.

Allah’ın dilediği emir, hüküm ve bilgileri peygamberine bildirdiği vahyin geliş şekillerinden ve bunların peygamberler üzerindeki tesirinden söz edebilir misiniz? 

Kur’an-ı Kerim’de “Allah insan ile ya direkt vahiy yoluyla veya bir perde arkasından veya bir elçi/melek gönderip vahyetmeyi murat ettiği şeyi vahyetmek suretiyle konuşur, yani fermanını iletir.” (Şura, 42/51.) buyurulur. Dolayısıyla Hak Teâlâ’nın peygamberlere vahyetme şekli temelde bu üç şekilde olur. Allah’ın mesajı direkt vahiy yoluyla geldiğinde peygamberin kalbine hızlı ve ani bir şekilde ulaşmış olur. Perde arkasından olduğunda, peygamber bizzat Cenab-ı Allah’tan vasıtasız bir şekilde vahyi alır, Miraç Gecesi’nde olduğu gibi... Fakat vahyin en yaygın şekli bir elçi vasıtasıyla gönderilmesidir ve o elçi genellikle Cebrail’dir (a.s.). Vahyin peygamberler üzerindeki etkisini kısaca şöyle ifade edebiliriz: Peygamber gelen vahyin âlemlerin Rabbinden geldiğini en iyi bilendir ve o makama karşı saygı ve sevgisi çok ileri derecede olandır. Dolayısıyla etkilenmesi de o derece ileridir. Ayrıca vahiy olayı bir insan için ağır bir olaydır. Bu yüzden vahiy gelirken Hz. Peygamber (s.a.s.) titrer, terler, âdeta bayılır gibi olur, vahiy geldikten sonra bir müddet kendine gelemezdi. Bu hâlleri yanındaki ashabı da müşahede ederdi ve anlarlardı ki vahiy geliyor. Hz. Peygamber (a.s.)  “Beni Hud suresi ihtiyarlattı.” (Tirmizi, Tefsir, 56/6.) buyurmuştur. Çünkü o surede “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud, 11/112.) emri vardır. Yani her emir önce Peygambere, sonra ümmetine yöneliktir ve ilahi emirleri en çok ciddiye alıp etkilenenler peygamberlerdir.

Yüce Allah’ın, Resulüllah’a (s.a.s.) gönderdiği son ilahi vahiy olan Kur’an-ı Hâkim yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Vahyin tedrici olarak indirilmesindeki hikmetler nedir?

Kur’an vahyi, kendinden önceki vahiyler gibi ilk olarak indiği toplumu düzeltmek üzere inmiştir. Özelde adına “cahiliye” denen o Arap toplumu ve genelde o günkü insanlık alabildiğine bozulmuş olduğu, bir diğer ifadeyle manen ve ahlaken çok hasta olduğu için kademeli ve uzun süren bir tedavi gerekiyordu. Bu yüzden Kur’an parça parça vahyedilirken o toplum da yavaş yavaş tedavi oldu ve bu tedavi yirmi küsur yıl sürdü. Manevi hastalıkların tedavisi maddi hastalıklardan uzun sürer. İşte bu derece derece, kademe kademe süren tedavi sonunda o cahil toplumdan bütün insanlığa örnek olan ve tarihin benzerini görmediği eşsiz bir “İslam toplumu” çıktı.

Rabbimizin peygamberlerine vahyettiği gibi başka kişi ve varlıklara da vahyettiğini Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Mesela Hz. Musa’nın annesine vahyettiğini buyurmakta Cenab-ı Hak. (Kasas, 28/7.) Bu vahyin peygamberlere yapılan vahiyle farkı nedir? 

Vahiy kelimesi sözlükte “bir bilgiyi veya emri birisine gizli ve hızlı bir şekilde ulaştırmak” anlamına gelir. Dolaylı olarak “ilham etmek, ima etmek, işaret etmek, vesvese vermek” gibi anlamlara da gelir. Kur’an-ı Kerim’de genel olarak “Allah Teâlâ’nın insanlar içinden seçtiği peygamberlerine bir mesajı gizli ve hızlı bir şekilde ulaştırması” anlamında kullanılır. Vahiy denince de ilk akla gelen anlam budur. Bununla birlikte kelime, Kur’an’da az olmakla birlikte diğer sözlük anlamlarında da kullanılmıştır. Nitekim Hz. Musa’nın annesine vahiy daha çok “ilham etti” anlamında tefsir edilmiştir. Çünkü kadınlardan peygamber gelmemiştir. 

Hz. Peygamber (a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Şüphesiz insanoğlunun kalbinde şeytanın bir “lümme”si, meleğin bir “lümme”si var, yani insanla bağlantı kurduğu bir iletişim hattı var. Şeytanın lümmesi, kötülüğe yöneltmek ve hakkı yalanlatmak içindir. Meleğin lümmesi ise hayra yöneltmek ve hakkı tasdik ettirmek içindir. Kim bu ikincisini kalbinde hissederse bilsin ki o Allah’tandır. O zaman Allah’a hamdetsin. Kim de kalbinde diğerini fark ederse o Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytandır, Allah’a sığınsın.” (Tirmizi, Tefsir, 3 (5/220).) Şeytandan gelene “vesvese”, melekten gelene “ilham” denir. Allah’tan gelen ve bir melek vasıtasıyla kalbimize ulaşan bu ilham ile vahiy arasında önemli farklar vardır: Öncelikle vahiy peygamberlere hastır, ilham daha geneldir. Vahiy, Allah’tan geldiği peygamber tarafından kesin bilinen bir tarzda gelir. İlham ise bazen şeytandan gelen vesveselerle karışabilir. Vahiy herkesi bağlar, ilham ise ilham olunan kişiyle alakalıdır, diğer insanları bağlamaz. Yani bir kişi “Bana şöyle bir ilham geldi.” diyerek herkesi ona uymaya çağıramaz. Günümüzdeki önemli yanlışlardan biri bu konudur: Bazı büyük bilinen zatlara geldiği iddia edilen ilhamlar ile dinde yeni emirler ve yasaklar icat ediliyor. Hâlbuki bu son din Hz. Muhammed (s.a.s.) ile tamamlanmış, artık ilave ve çıkartma kabul etmez son şeklini almıştır. Bir de vahyin ispatı var, ilhamın ispatı yoktur. Vahiy aldığını ve peygamber olduğunu söyleyen kişiden insanlar kanıt olarak çeşitli mucizeler istemişler ve onlar da Allah’ın izni ile mucizeler göstererek kendilerine vahiy geldiğini kanıtlamışlardır. İlhamda böyle bir ispat yoktur.

Hatemü’l-Enbiya olan Peygamber Efendimizle birlikte vahyin de kesildiğine inanıyoruz. Vahiy ve ilham arasındaki farklardan söz ettiniz. Peygamberler dışındaki diğer insanların ilahi ilhamlara mazhar olması mümkün müdür?

İşaret ettiğiniz gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) peygamberlerin sonuncusudur. (Ahzab, 33/40.) Dolayısıyla onun vefatı ile birlikte peygamberlik bitmiş, vahiy artık kıyamete kadar kesilmiştir. Ondan sonra ne peygamber ne vahiy gelecektir. Nitekim onun “Ben peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra peygamber yok.” mealinde birçok hadis-i şerifi var. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Peygamberlikten bir şey kalmamıştır fakat mübeşşirât vardır!” buyurdular. “Ya Resulüllah! Mübeşşirât nedir?” diye sorulunca “Müslüman kişinin rüyasıdır, yani salih rüyadır!” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/267; 2/384; Tirmizi, Sünen, 4/533; 4/3,4.)  Bu rivayetlerde işaret edilen husus şudur:  Peygamberlere gelen türden vahiy artık gelmeyecektir. Fakat salih kişilere, iyi Müslümanlara rüyalarında Allah Teâlâ tarafından bazı güzel rüyalar ilham edilir, gösterilir. O rüyalar içinde bazen olacak olaylar ile ilgili önemli bilgiler verilebilir. Fakat bu dinde bir emir veya yasak şeklinde bütün Müslümanları içine alacak bir konu değildir. Çünkü din tamamlanmıştır.

Allah’ın ezelî ve ebedî hitabı, insanlığın iki dünya kurtuluşunun bildirimi olan vahiy, nasıl bir insan ve toplum inşa eder?

Bu soruya çok uzun ve detaylı cevap verilebilir. Fakat kısa ve özlü bir şey söylemek gerekirse şunu hatırlayalım: Her cuma namazında hutbenin sonunda imam hatip  “Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya/yakınlara vermeyi/yardım etmeyi emreder; ahlaksızlığı, nahoş şeyleri, haddi aşmayı yasaklar. Allah size böyle emir ve nasihat ediyor, umulur ki düşünür ders alırsınız.” (Nahl, 16/90.) ayetini okur. Kur’an-ı Kerim’de benzerleri çok olan bu ayet bile tek başına vahyin ana hatlarıyla nasıl bir fert ve toplum inşa etmek istediğine ışık tutmaktadır. Dolayısıyla vahiy, adaletin, merhametin, yardımlaşmanın, ahlakın ve erdemlerin hâkim olduğu, ahlaksızlığın, kötülüklerin ve her türlüsü ile zulmün olmadığı bir toplum inşa etmek ister. Elbette böyle bir toplum ancak fertlerinde bu özellikler bulunan bir toplumdur. Sadece Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelen vahyin değil, bütün peygamberlere gelen vahyin hedefi böyle fertler ve onların oluşturduğu böylesi bir toplum inşa etmek olmuştur.

Prof. Dr. Lütfullah Cebeci, kimdir?

1954 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. 1966 yılında Kayseri İmam-Hatip Okuluna girdi. 1972’de meslek liselerini derece ile bitirenler için ayrılmış olan kontenjan içerisinde Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesine girdi. Fakülteden 1977 yılında mezun oldu.

Fakültenin aynı sene açmış olduğu, dışarıdan doktora imtihanlarını kazanıp Tefsir dalında doktora ön çalışmalarına başladı. Yine aynı sene Diyanet İşleri Başkanlığının açmış olduğu müftülük imtihanını kazanmış olmasına rağmen Fakültece açılan asistanlık imtihanını kazandığı için o göreve gitmedi. Böylece 10 Mart 1978’de Tefsir asistanı olarak hem ilk resmî görevine hem de akademik görevine başlamış oldu. 

3 Mart 1982’de “Kur’an-ı Kerim ve Kainattaki Şer Problemi” konulu tezini pekiyi derece ile vererek doktora payesini kazandı. 1984 yılında doçentlik dil sınavlarını verdi.

1985 yılında Fakültenin sağladığı imkanlar ile üç aylığına Suudi Arabistan-Mekke Ümmü’l-Kurâ Üniversitesinde araştırma ve incelemelerde bulundu. 

10 Kasım 1986’da Tefsir dalında bilim imtihanını verip doçentlik unvanını alan Cebeci,  1992 Kasım’ında profesör oldu. Hâlen Kayseri Üniversitesi Develi İslami İlimler Fakültesi Dekanı olarak görev yapmaktadır. Arapça ve İngilizce bilen Cebeci, evli ve beş çocuk babasıdır.

Editör: Mehmet Çalışkan