Söyleşi: Mahir KILINÇ

İslam dininde inanç esaslarının Âmentü şeklindeki altılı tasnifine göre ahirete iman, altı iman esasından biridir. Usûl-i selâse şeklindeki üçlü tasnife göre de ahirete iman ulûhiyet ve nübüvvet yanında üçüncü iman esasıdır. Ahiret kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yüzü aşkın yerde geçmektedir. Tek başına kullanılma yanında el-yevmü’l-âhir, ed-dârü’l-âhira, yevmü’d-dîn, yevmü’l-hisâb, yevmü’l-hulûd şeklinde terkip hâlinde de kullanılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de iman esasları (mü’menün bih olan hususlar) tadâd edilirken ahiret inancı da zikredilir. Örnek olarak Nisa suresinin 136. ayeti gösterilebilir. Söz konusu ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr eden kimse tam manasıyla sapkınlığa düşmüştür.”

Kur’an-ı Kerim’de bu ve benzeri ayetlerde ahirete iman açık ve kesin bir şekilde beyan edilmiştir.  Bu beyanlara göre dünya hayatı fâni, ahiret hayatı ise bâkidir. Ahiretin imkânı akılla, nasıl başlayıp nasıl devam edeceği ise naslarla bilinir. İslam inancına göre dünya hayatı bir imtihan yeridir. Yeryüzünde insanlar tek tip olmadığı gibi sosyal statü bakımından da birbirinin aynı değildir. Kimi zengin kimi fakir, kimi sağlam kimi hasta, kimi itaatkâr kimi âsi olarak hayat sürmektedir. İnsanlar içinde haklılar ve haksızlar, adaletli olanlar ve zalimler, haddini bilenler ve haddi aşanlar bulunmaktadır. Bunların çoğu eşitlenmeden ve belli bir sulha bağlanmadan dünya hayatı sonlanacak ve insanlar Allah Teâlâ’nın huzuruna haklı veya haksız olarak çıkacaklardır. Sonra da dünya hayatındaki haksızlık ve haddi aşmaların cezasının, işlenen iyiliklerin ise ödülünün verilmesi için ilahi adalet divanı kurulacak, herkes birbiri ile hesaplaşacak, haklı ile haksız ayırt edilecek ve insanlara amellerinin durumuna göre muamele edilecektir. Böyle bir adalet gününün olmaması durumunda güçlü ve zalimlerin yapıp ettikleri yanlarına kâr kalacak, mazlumun dünyadaki mağduriyeti ahirette de devam edecek ve adalet hiçbir zaman gerçekleşmemiş olacaktır. Hâlbuki din kötüleri tehdit etmekte ve cehennem azabı ile korkutmaktadır. Mazlumlar da ihkâk-ı hak yerine konuyu, adalet terazisinin konulacağı ve haklı ile haksızın ayrıştırılacağı ahiret gününe havale etmektedir. Bu sayede dünya, insanların birbirlerinden intikam aldıkları bir arena olmaktan kurtulmaktadır.

Bizim için ahlakın kaynağı dindir. Bu açıdan ahlakın teşekkülünde hesap gününün rolü nedir?

Hz. Peygamber “dünyanın ahiretin tarlası” olduğunu bildirmiştir. Demek ki dünyada yapıp ettiklerimizle ahiretteki konumumuz arasında yakın ilişki vardır. Yine inancımıza göre insanların dünyada yapıp ettiklerinin tümü tespit edilmektedir. Amel defteri diye adlandırdığımız kayıtlar mahşerde insanların eline tutuşturulacaktır. Bu inanca göre yapıp edilen hiçbir şey kaybolmayacak, unutulmayacak ve ihmal edilmeyecektir. Aksine hepsi raflardan indirilip tartılmak üzere terazinin üzerine konulacaktır. Bilindiği üzere ahlak davranışları yasalara değil; hak, adalet, merhamet gibi manevi kurallara dayanan hususlardır. Bunların maddi ve yasa gücü şeklinde bir yaptırımı yoktur. Kendileri manevi olduğu gibi müeyyideleri de manevidir. Manevi yaptırımların en güçlüsü ise Allah rızası ve korkusundan neşet eden cennet nimetlerine nail olma ve cehennem azabından korunma duygusudur. Kur’an-ı Kerim’in beyan ettiği üzere cehenneme girmelerine karar verilenler büyük bir pişmanlık duyarak dünyadaki yanlışlarını telafi etmek üzere dünyaya tekrar gönderilmeyi temenni edecekler fakat o gün yanlışların telafisi olmayan bir gün olduğu için onlara böyle bir fırsat verilmeyecektir. Aynı şekilde cennet de emsali görülmemiş nimetlerden oluşmaktadır. Bunlara nail olma arzusu da önemli bir motivasyondur. Bir mümin cehennem azabından uzak kalmanın ve cennet nimetlerine nail olmanın yolunun dünyada yapıp ettiklerine bağlı olduğunu hatırladığında elbette kendini kötülüklerden uzak tutmaya ve iyi bir insan olmaya gayret edecektir. Bu yaptırım, onun için zabıta gücünden ve hapishanede yatmaktan daha etkilidir.

Ölüm ve Ahiret gaybi konulardır. Gayba imanın inanç dünyamıza ve dinî hayatımıza katkıları nelerdir?

Bilindiği üzere gayb, duyular ötesinde kalan varlık dünyası demektir. Ölüm sonrası hayat ve ahiret de böyle bir âlemdir. Gayb âlemi müşahedelerimizin dışında kaldığı için burası ile ilgili bilgiye vahiy yoluyla ulaşmaktayız. Vahyî bilgiye nail olanlar ise peygamberlerdir. Onların verdikleri bilgileri kabullenmek suretiyle gayba inanmış olmaktayız. İslam’da gayba iman, kuru bir dogma değil, aklen mümkün, ontolojik olarak da vukuu beklenen bir gerçekliktir. Nitekim kozmoloji, galaksilerin hızlı bir şekilde birbirinden uzaklaşarak dışa doğru yayıldığını, bu yayılışın süresini tahmin edemediğimiz bir vakitte mevcut düzenin bozulmasına neden olacağını söylemektedir. Entropi yasaları da evrendeki düzensizliğin geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde sürekli arttığını, var olan her şeyin yıprandığını ve başlangıcından itibaren evrenin nihai bir sona doğru yol aldığını ortaya koymaktadır. İslam dinine göre dünya hayatı fâni, ahiret hayatı ise bâkidir. Herkes dünya hayatında imtihan olmaktadır ve burada yapıp ettikleri iyilik ve kötülüklerle huzur-i ilahiye çıkacaktır. Orada haklı ile haksız ayırt edilecek, herkes amellerine göre karşılık görecektir. Kur’an-ı Kerim’de ilahi adalet divanının kurulacağı şöyle haber verilmektedir:

“Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyenlerle bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (Câsiye 45/21-22.)

Ahiret, Cenab-ı Hakk’ın bizim için öngördüğü son duraktır. Bir Müslüman için dünya hayatı ne kadar gerçek ise ahiret hayatı da o kadar gerçektir. İslam’a göre dünya ve ahiret birbirini tamamlayan bir bütünün iki safhasıdır. Biz şu anda birinci safhadayız. Allah Teâlâ, bu safhada bizi imtihan etmekte, iyi-kötü, doğru-yanlış, haklı-haksız birçok şeyle karşılaşmaktayız. Yapıp ettiklerimizin burada kalmayacağını, yenilen hakların, işlenen zulümlerin hesabının bir gün sorulacağını ve bunun telafisinin olmayacağını biliyoruz. Bu durum, inanan insanın üzerinde dünyevi hiçbir yaptırımla mukayese edilmeyecek kadar etkili olmaktadır. Ahiret inancı polis, zabıta, mahkeme gibi şeylerin korkusu olmadan insanın kendi kendini kontrol etmesini sağlar. Böyle bir inanca sahip olan insan keyfî davranmaz, hesabını veremeyeceği hareketleri işlemez. Hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeker, kendi kendini kontrol eder. Bu inanç ve sorumluluk anlayışı inananları hakka ve hukuka riayet etmeye sevk eder.

Günümüz insanına ahirete iman etmenin hayatlarına etkilerinden bahseder misiniz?

Günümüzde egemen ve yaygın olan düşünce maddeciliktir. Çoğu zaman insanlar ölümü hatırlamadan ve sanki hiç ölmeyecekmiş gibi düşünüp davranmakta; günlük yaşamlarında ve birbirleri ile ilişkilerinde mevki-makam gibi dünyevi ve para-pul gibi maddi kriterleri esas almaktadır. Bu tipleri Kur’an-ı Kerim şu şekilde tasvir etmektedir:

“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar. De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Câsiye, 45/24-26.)

Bu insanlar bir gün öleceklerini, yapıp ettiklerinden hesaba çekilmek üzere tekrar diriltileceklerini, dünyada kazandıkları mal mülk, mevki ve makamın geride kalacağını ve yalnızca kalbiselim ve iyi amellerinin kendileri ile beraber olacağını düşündükleri takdirde, dünyaya bakışları değişecektir. Kendilerini kabirde ve ahirette yalnız bırakacak şeylerin peşine koşma yerine beraberlerinde götürecekleri işleri yapmaya yöneleceklerdir. Bu da insanları iyilikte yarışmaya, dünyayı imar etmeye, insanları öldürmeye değil, onları yaşatmaya sevk edecektir.

İnsanlar nezdinde olumsuz olarak görülen ölümle ilgili algı ahiret inancıyla nasıl bir dönüşüme uğruyor?

İnsan, dünyaya yaşamak için gelmektedir. Allah onu, tabiatına yaşama sevinci yerleştirilmiş olarak yaratmaktadır. İnsan da aklı erdiği andan itibaren yaşamını devam ettirecek imkân ve yollara başvurmaktadır. Psikolojik rahatsızlık gibi nadir vakalar dışında ölümü yaşama tercih eden örnek bulunmamaktadır. Bu nedenle yaşamak güzel, ölüm ise kaçınılan bir akıbettir. Ölüm temenni edilmez ancak yüz yüze gelince de sabır ve metanetle karşılamak gerekir. Realite böyle olmakla beraber, ölümün bir yok oluş değil, Mevla’ya kavuşma, bir başka âlemde Yüce Yaratıcı’nın nimetlerine nail olma, Rabbimizin davetine icabet etme olduğuna inanan bir kişi Mevlana Celalettin Rumi örneğinde olduğu gibi ölümden nefret etme yerine onu bir vuslat ve düğün günü olarak algılar, rahmetli Davudoğlu Hoca gibi “Ölüm daha güzeldi.” nitelemesinde bulunur.

Öte yandan insan, dünya hayatında sınırlı bir süre yaşadıktan sonra buradan ayrılmaktadır. Çoğu zaman özlemlerini, sevdiklerini, mal ve mülkünü geride bırakarak terk-i diyar eylemektedir. Aslında anne, baba, eş, evlat gibi sevdiklerini kaybetme insan üzerinde telafisi imkânsız üzüntü ve stresler oluşturmaktadır. Ancak o, ölümün mutlak yokluk olmadığını, bir gün sevdikleri ile tekrar buluşacağını düşündüğünde kendine gelmekte, hayata tutunmaya başlamaktadır. Ayrıca ahirette karşılaşılacak olan cehennem korkusu ve özellikle cennet özlemi, insanı dünya hayatını iyi değerlendirmeye ve Allah’ın rızasına uygun yaşamaya sevk etmektedir.

İslam dini Müslümanlara dünya ve ahiret hayatı arasında bir denge, muvazene kurulmasını emrediyor. Ölümü hayatın dışına iten modern dünyada bu dengeyi nasıl koruyacağız?

İlahi dinlerde Allah Teâlâ dışındaki bütün varlıkları temsil eden âlem, fizik ve metafizik varlıkların sentezinden oluşan bir bütün olup ikisi arasında tam bir uyum söz konusudur. Dünya, ay, güneş, yıldızlar, canlı ve cansız varlıklar âlemin fiziki kısmını temsil ettikleri gibi ruh, melek, cin, şeytan gibi varlıklar da onun metafizik kısmını temsil etmektedir. İnsan ise bu büyük âlemde, onun bir minyatürünü temsil etmektedir. Bu nedenle “insanın küçük âlem, âlemin ise büyük bir insan olduğu” söylenmiştir. İnsan her iki âlemin özelliklerini temsil ettiği için onun hayatında bu iki âlemin dengesini gözetme esas alınmış, dünya ahiretin tarlası kabul edilmiştir. Yüce Rabbimiz “Allah’ın sana verdiği ile ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 28/77.) buyurmuştur.

İslam’da dünya hayatı ile ahiret hayatı birbirini tamamlayan unsurlardır. Allah Teâlâ, insanın dünyada çalıştığına erişeceğini bildirirken ahirette de çalıştığının karşılığını göreceğini haber vermiştir. Dolayısıyla çalışmanın, çabalamanın neticesi hem dünyada hem de ahirette kendini gösterecektir. Dünya çalışma, çabalama, yorulma yeridir. Duruma göre gayret, sebat, sabır; duruma göre de sonucun güzelliğini görme yeri iken ahiret hayatı sadece neticenin elde edildiği, hasadın devşirildiği, cefanın değil, sefanın sürüldüğü yerdir. Kısacası dünya-ahiret dengesi kefeli teraziye benzer. Bir tarafa yüklenmek dengenin bozulduğunu, ahengin yok olduğunu gösterir. Doğru olan teraziyi eşit ve dengede tutmaktır.

Modern dünya, ahiret kaygılarını hayatın dışına iterek ve ölümü unutturarak insanı tamamen dünyaya yönlendirmekte, onu dünya nimet ve eğlencelerinin bağımlısı hâline getirmektedir. İslam büyüklerinin “ölümü bir vaiz kabul etmeleri” ve bu duyguyu canlı tutmak için mezarlıkları -günümüzde olduğu gibi şehirlerin dışına değil- şehir merkezlerinde oluşturmaları çok anlamlıdır. Maalesef günümüzde sanat ve edebiyat faaliyetlerinde ölüm ve sonrası dillendirilmemekte, Makber ve Karacaahmet gibi şiirlere rastlamamaktayız.

Kur’an’daki cennet, cehennem ve kıyamet tasvirleriyle bizlere anlatılmak istenen aslında nedir?

Kur’an-ı Kerim’de cennet ve cehennem tasvirleri sıkça dillendirilmektedir. Bu tasvirler farklı bağlamlarda ele alınabilir. Bazen insanı düşünmeye sevk ederek ahirette pişman olacağı işleri dünyada iken yapmaması uyarısı yapılır; bazen cehennem azabının şiddeti hatırlatılarak oraya girmeye neden olacak işlerden dünyada uzak durulması tembih edilir; bazen de cennet nimetlerinin cazibesi tasvir edilerek, geçici dünya nimetlerinin peşine düşülerek bu kalıcı nimetlerden mahrum olmaktan sakınılması mesajı verilir. Her hâlükârda ahiretle ilgili olumlu ve olumsuz tasvirler dünyada kendimize çekidüzen vermemiz, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına dikkat etmemiz, iyilikleri yapıp kötülüklerden uzak durmamız için bir uyarıcı, bir manevi yaptırımdır. Allah Teâlâ bizleri ibret alanlardan eylesin.


Prof. Dr. İlyas ÇELEBİ

1974’te Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldu. 1991 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde “İslam İnancında Gayb Problemi” adlı doktora tezini tamamladı. 1993 yılında öğretim görevlisi oldu. 1996 yılında doçent, 2003 yılında profesör oldu. 2006-2011 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde dekan yardımcılığı yaptı. Hâlihazırda İstanbul 29 Mayıs Üniversitesinde rektör yardımcısı olarak görev yapmaktadır. Akademik ilgi alanları, Akılcılık ve İslam inancında gayb gibi konulardır. Son zamanlarda çalışmalarını kelâm ilminin bilim ve fizik boyutuna ilişkin konulara yöneltmiştir.

Editör: Mehmet Çalışkan