Söyleşi: Mahir KILINÇ

Batı dünyasındaki İslamofobi’yi aslında Batı’nın kendi içerisinde eskiden beri var olan pek çok fobiden birisi olarak görmek lazım. Batı medeniyeti kendi tarihsel tecrübesi içinde etnik, dinî ve kültürel farklılıkları birlikte yaşatma konusunda hiç bir zaman iyi bir sınav vermemiştir. Neticede Haçlı Savaşları, mezhep savaşları, antisemitizmin sebep olduğu Holokost faciası ve Faşizm çağının yarattığı büyük savaşlar ve kıyımlar Batı tarihinin bir parçasıdır. Batı’daki ve tüm dünyadaki Müslümanlara karşı son yıllarda gelişen  İslamofobi dalgasını da bu tarihsel süreklilik içinde okumak doğru olur. Bugün için Batı’da artan yabancı düşmanlığı ve Müslüman alerjisinin de elbette daha yakın nedenleri de vardır. Postkolonyal dönemde Avrupa’da göçlerle artan ve artık görünür hâle gelen Müslüman azınlıkların varlığı, Orta Doğu’da soğuksavaş sonrası artan siyasi krizler, 11 Eylül olayları ve nihayet El Kaide ve Daeş gibi terör örgütlerinin ortaya çıkması Batı toplumlarındaki İslam algısını çok olumsuz etkiledi. Özellikle 11 Eylül ile başlayan dünyadaki tartışmalar, Medeniyetler Çatışması tezlerinin ortaya atılması, Bernard Lewis gibi bazı düşünürlerin Avrupa’nın yaşadığı demografik durağanlık nedeniyle Batı medeniyetinin geleceğinde Müslüman halkların  Avrupa’yı ele geçireceklerine ilişkin kehanetleri ve özellikle ABD’deki siyonist ve evanjelik grupların medya üzerinden yaptıkları yönlendirmeler ve çarpıtmalar Batı toplumlarındaki Müslüman algısını ne yazık ki zehirledi. 2008’de başlayan derin ekonomik ve finansal kriz ve bunun yaratmış olduğu Avrupa’nın orta sınıflarındaki erime, Amerika’daki Batı dünyasının son 300 yıldır süren küresel hâkimiyetinin zayıflamaya başladığına ilişkin bütün o tartışmalar, Batı kültürü içerisinde ciddi şekilde bir varoluşsal kriz ortaya çıkardı ki biz ona “ontolojik güvensizlik” diyoruz.

İşte bu hem ontolojik hem sosyopolitik ve ekonomik anlamda artan reel sorunları örtbas etmek için İslamofobi aynı zamanda günlük demokratik hayatta popülist siyasi partiler için kolay oy toplamanın bir aracı olarak da kullanılıyor. Baktığınız zaman bugün Avrupa’da oyu en fazla artan partiler aşırı sağcı partilerdir. Onların ana gündemi de göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığıdır. Bu anlamda İslamofobi ve zenofobi aynı zamanda çok kullanışlı bir siyasi söyleme ve pragmatik bir araca da dönüşmüş durumda.

Müslüman düşmanlığı, yeni nesil bir ırkçılık diyebileceğimiz yabancı karşıtlığıyla âdeta popülarite kazandı. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın yükselişe geçmesi hakkında neler söylersiniz?

Şiddete ve ırkçılığa dayalı siyasi çözüm ya da siyasal bakış açıları Avrupa toplumları için çok yabancı bir olgu değil. Avrupa tarihine baktığımız zaman aslında Avrupa’daki çatışma ve savaşlar ister dinî ister ırki nedenlerle olsun çok geniş bir zamanı kapsıyor. Belki son 70 yıl yani 1945 sonrası, Avrupa kendi içerisinde bir entegrasyon ve barış süreci yaşadı. Ancak son on yıla girdiğimiz zaman özellikle bu barışın yeniden bozulmaya başladığını görüyoruz. Çok kültürlülük ve birlikte yaşam tecrübesini liberal değerler etrafında meşrulaştıran bir Avrupa’danyeniden milliyetçilik çağına, dışlayıcılık çağına geri dönüldüğünü görüyoruz. Özellikle 2008’den bu yana derinleşen ekonomik ve finansal krizler çözümü kolay olmayan yapısal sorunlar olduğu için demokratik ortam da bu sorunları örtmenin siyasi bir kamuflaj aracı olarak yabancı karşıtlığı ve İslamofobi âdeta teşvik ediliyor ve bunların üzerinden kendi varlığını sürdüren ve para toplayan bir ekonomik sektör ve siyasi network de oluşmuş artık.

Bu, Amerika’da, Avrupa’da ve hatta dünyanın pek çok ülkesinde böyle işliyor ve âdeta İslamofobi küresel bir harekete dönüştürülmeye çalışılıyor. Çin’deki Uygur Türklerine bakışın da Hindistan’daki Modi’nin temsil ettiği Hindu-Milliyetçiliğinin de ortak paydası Müslümanların varlığını güvenlik sorununa dönüştürmeleridir. Bu çok tehlikeli bir trenddir. Konjonktürel gelişmeler de bunu besliyor. Bir anlamda antisemitizmi 20. yüzyılın ilk yarısında artıran sebepler ne idiyse bugün de anti-İslami dalgayı aynı sosyoekonomik ve siyasi dinamikler besliyor aslında. 1929 büyük buhranının oluşturduğu sosyoekonomik sorunlar nasıl Avrupa’da faşizmi ortaya çıkarıp antisemitizm dalgasını güçlendirdi ise bugün de Avrupa’nın ve Batı’nın artan karmaşık sorunlarının benzer şekilde dışarıya Müslüman düşmanlığı (İslamofobi) ve yabancı düşmanlığı (zenofobi) olarak yansıdığını ve bunun da günden güne arttığını düşünüyorum.

Bugün karşı karşıya kaldığımız ırkçılık Batılı bireyin hangi korkuları harekete geçirilerek ve hangi enstrümanlarla körüklenmektedir?

Siyasi korkular esasen Avrupa’da biraz önce konuştuğumuz çerçevede artan sosyoekonomik sorunlar ve daralan iş piyasasında keskinleşen rekabet, Müslüman göçmenlerin daha düşük bir ücretle çalıştırılması gibi konular Müslüman kimliğe karşı alt ve orta kesimlerdeki kimlik bilincini ve korkuları artırıyor. Özellikle mavi yakalı işçi kesim giderek radikalleşiyor ve ırkçı propagandaya açık hâle geliyor. Bunlar siyasette yükselen yeni popülist ve neofaşist partilerin oy depolarını oluşturuyor. 

Avrupa ekonomileri yeterince büyüyemedikleri için iş üretemiyorlar ve üretilen işlerle ilgili olarak var olan göçmenlerle rekabet etmek zorundalar. Siyasi liderler de yapısal sorunlarla mücadele etmek yerine toplumsal statü kaybeden sosyal sınıfların milliyetçilik duygularını ve korkularını sömürmeyi tercih ediyorlar. İçlerindeki Müslüman azınlıkları ötekileştirip güvenlik sorunu hâline getiriyor. Bazı entelektüellerin medya üzerinden oluşturduğu “Batı çöküyor” tezleri de popülist siyasete malzeme üretiyor. Huntington’un bile yazdığı son kitap Amerika’da Hispanikleri ve azınlıkları tehdit olarak tanımlayan “Biz Kimiz?” başlıklı çalışmasıydı.

Bir  diğer korku da terör dalgasının oluşturduğu sıradan insanların hayatına etki eden güvenlik kaygılarıdır. Belki sıradan bir insanın Avrupa’da trafik kazasında ya da yıldırım düşmesi sonucu ölme olasılığı bir terörist tarafından öldürülme olasılığından çok daha yüksek olmasına rağmen Batılılar neredeyse başörtülü ya da sakallı her bir Müslümanı potansiyel terörist olarak görmeye başladı. Bu korkuları oluşturup yaymada en önemli enstrüman ise medyadır. Medya, yapmış olduğu büyüteç etkisiyle en ufak meselelerden yola çıkarak birilerini korku objesine dönüştürebiliyor.

Peki Hocam, sosyal medya bu işin neresinde?

Aslında medya  hepsini birlikte kapsıyor, çünkü sosyal medya çok büyük analizler yapmıyor. Ancak yazılı medyada veya ana akım kaynaklarda olan geniş analiz haberlerini gündeme taşıma anlamında çok etkili. Yapılan herhangi bir paylaşım bir anda soysal medyada “viral” hâle gelip milyonlara ulaşabiliyor. Aslında bu tür haberleri özellikle üretip sistemik hâlde yayan ve parasını buralardan kazanan bir kesim de var ki biz buna “İslamofobi Endüstrisi” adını veriyoruz. Esasen bunlar çoğu kez popülist partilerin ve grupların medya uzantılarıdır ve görevleri de “yaratılmış korkular” üretmektir. Bazen bunlar farklı istihbarat örgütleriyle de ilişkili olabiliyor.

Avrupa ülkelerinde senkronize biçimde yükseliş gösteren Müslüman düşmanlığının bir endüstriye dönüşmesinin arkasında hem makro hem mikro planda ne gibi ekonomik sebepler olabilir?

Müslümanlar ve İslam dünyası ile ilgili oluşturulan algının reel bir politik sonucu var. Orta Doğu’da, Irak’ta, Suriye’de, Afrika’nın başka ülkelerinde, Afganistan’da her gün maalesef yüzlerce insan ölüyor. Ancak onların insan olduğu, bir kıymeti olduğu unutuluyor.

Medya sektöründe Müslümanlara karşı oluşan ön yargılar, İslam dünyasının kaynaklarını sömürme, ülkelerini bölme, enerji kaynaklarını kontrol etme ve İslam coğrafyasının geleceğine yönelik kolay operasyonlar yapılabilecek bir ortamın oluşmasını sağlıyor. Bugün çatışma bölgelerinde ölenlerin hepsi Müslüman ama haber değeri taşımıyor medya için. Oysa Batı’da bir insan öldüğü vakit çok büyük bir ses getiriyor. Bu çarpık politikalar adaletsizlik duygusunu pekiştiriyor ve dünya barışına da hizmet etmiyor.

Şunu söylemeye çalışıyorum. Global düzlemde XXI. yüzyılın ortasında şekillenecek olan yeni çok kutuplu bir dünya düzeninin oluşmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. Biz buna güç kayması (power-shift) diyoruz. Güç, Batı’dan Doğu’ya doğru kayıyor ve bu kaçınılmaz bir trend. Gelecek 15-20 yıl içerisinde Batı ile özellikle Amerika ve Çin arasında çok ciddi bir kapışma yaşanacak gibi.

Burada özellikle Müslümanların yaşadığı coğrafyanın jeopolitik ve jeostratejik önemi, demografik trendler dikkate alındığında Süveyş Kanalı’ndan Malaka Boğazı’na kadar işgal ettikleri önemli stratejik kontrol noktaları göz önünde bulundurulduğunda şunları görüyorsunuz: İslam dünyasını kim yanına alabilirse o bu rekabetten galip çıkacak. Bu nedenle bu coğrafyanın kendi çıkarlarına göre yeniden biçimlendirilmesi ve gerekirse haritaların yeniden çizilmesi ancak zayıf bir İslam dünyasıyla mümkün oluyor. İslam dünyasının stratejik zayıflığı Batı’nın da, Çin’in de, Rusya ve İsrail’in de işine geliyor. Böylece İslam dünyası üzerinde çok kolay bir şekilde operasyon yapabiliyorlar. Bugünlerde basına düşen ve Filistin halkına tek taraflı bir çözüm dayatmaya yönelik projeleri de bu çerçevede okumak gerekiyor.

Düşük yoğunluklu Üçüncü Dünya Savaşı’nın bir anlamda operasyon alanı olarak başka bir deyişle yeni büyük oyunun av sahası olarak ne yazık ki Müslüman coğrafya kullanılıyor ve İslam dünyasının farklı ülkeleri ve halkları arasındaki bölünmeler, karşıtlıklar ve rekabet de yabancıların manipülasyonlarına kapı aralıyor. Güçlü olan herkes zayıf İslam dünyasının sürdürülmesinden ve bu esnada oluşan kaostan faydalanarak kendisine dönük pay alabilmenin peşinde. Gelişmiş, kalkınmış, kendine güveni olan, liderlik yapabilecek gücü barındıran bir ülke olarak Türkiye var ve biz XXI. yüzyılda kendi coğrafyamızı derleyip toparlayıp yeni bir güç olarak ortaya çıkabilirsek İslam dünyasının sömürülmesine karşı dengeleyici bir güç olabiliriz. Aslında İslam dünyasının derlenip toparlanmaya ve başarılı örnekler yoluyla rehabilitasyonuna ihtiyaç var. Bunun yolu da İslamofobi endüstrisinin oyunlarına  gelmeden kendi içlerinde istişare ve dayanışma mekanizmalarını harekete geçirmek ve kendi gündemlerini takip etmekten geçiyor.

Batı’da son yarım asırda göç ve benzeri sebeplerle artan bir Müslüman nüfus söz konusu. Bu süreçte, “tolerans” ve “birlikte yaşama kültürü” diye dünyaya referans gösterilen Avrupa değerlerinin de ciddi bir sınavdan geçtiğini görüyoruz. Mülteci kriziyle iyice açığa çıkan çifte standart ve sistematik ötekileştirme tutumları uzun vadede Batı’yı nasıl etkiler?

Batı dünyası bugün yaşadığı demografik trendler nedeniyle istese de bugünkü sosyoekonomik gelişmişlik düzeyini, büyüme rakamlarını ve ekonomik refahını bu hâliyle sürdürebilme şansı yok. Dışarıdan mutlaka iş gücü ithal etmek zorunda. Bunu Çin’den ya da Japonya’dan getirmesi çok zor çünkü bu ülkelerin de demografisi zaten Avrupa’ya  benziyor. Geriye kalan dinamik olan, nüfus artışı fazla olan ve Batı’nın ihtiyaç duyduğu iş gücü açığını kapatma anlamında en elverişli ülkeler Müslüman ülkelerdir. Çünkü bugün dünyanın en genç nüfusuna sahip olan ülkeler Müslüman halkların yaşadığı Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleridir.

Batı aldığı göçlerle, mültecilerle bugünkü refah düzeyine erişti. Ekonomik anlamda bu göçmenlerin sunduğu katkıyı göz ardı etmemek gerekir, aksi takdirde çökersiniz. Dolayısıyla Batı’nın derin stratejik aklının bir şekilde bugünkü küreselleşmiş dünyada farklı kültürleri bir arada yaşatabilecek olan anlayışı siyasi, sosyal ve  ekonomik anlamda yeniden üretmesi gerekir; yoksa uzun vadede Avrupa’nın da Amerika’nın da aleyhine bir durum söz konusu olur. Bu çerçevede demokratik Batılı ülkeler umarım demokratik ortamı ve medyayı suistimal eden marjinal, popülist grupların etkisini nötralize ederek gerek kendi içlerindeki Müslüman azınlıklara gerekse İslam ülkelerine yönelik politikalarını ve stratejilerini yeniden tanımlarlar. Zira dünya, ne yeni haçlı seferlerine dönmeyi ne de 1940’ların şartlarına dönmeyi kaldıracak durumda. Ama çok iyimser de değilim.

İslam ve Müslümanların İslamofobik saldırılarla yıpratıldığı bu süreçte İslam dünyası olarak bizlere düşen ödevler nelerdir?

Müslümanlar bugün hakikaten son 150-200 yıldır ekonomik, sosyal ve siyasi olarak etken değil, edilgen durumdalar. Uluslararası siyasette küresel yönetişim düzeyinde gerek kendi fikirlerini beyan etmede gerek karar süreçlerini yönetmede ve gerekse kendi potansiyel güçlerini kullanmada özne olmaktan çıktılar.

Müslümanlar bireysel açıdan da “Müslüman, başkalarının elinden ve dilinden emin olduğu insandır.” şiarına uygun bir yaşam sürdürmeli; önce kendi aralarında barış, huzur ve kardeşlik ortamını geliştirmelidirler. Maalesef biz çoğu zaman detaylarda boğulup büyük resmi görmekte zorlanıyoruz.

Hâlbuki Müslümanlar olarak bizleri birleştiren yüzlerce ortak değerimiz varken, biz bizi ayrıştıracak birkaç küçük probleme takılıp kardeş olmanın keyfini yaşayamıyoruz. Özellikle Türkiye olarak bizler farklı kültürlerin, milletlerin ve mezheplerin bir arada yaşatılması tecrübesine sahip öz medeniyetimizden dersler çıkartarak XXI. yüzyılın dünyasında hem Doğu’yu hem Batı’yı bilen, bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkmalıyız. Böylece Müslüman bireyler olarak kendi bireysel ve sosyal hayatımızda ve milletlerarası alanda da ülke olarak iyi örnekler sergilemeye devam etmek en güzel çıkış yolu olarak görünüyor.

Editör: Mehmet Çalışkan