Söyleşi: Mahir KILINÇ

Aşk gözde değil kulakta başlar. Duyduğumuzu severiz, duyduğumuza ilgi duyarız, duyduğumuzla iletişim kurarız. Göz bazen kusur arayabilir ve yaratılışına göre tam göremeyebilir. Ancak kulak öyle değildir, kendisine ne aktarıldıysa onu kabul eder. Bu, benim aklıma Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mirasını Asya’ya götürmek isteyen âlim, alperen Hz. Ukkaşe’nin açtığı su kuyusunu getirdi. Bu kuyuya oradakiler zemzem kuyusu der ve Mekke’nin, zemzemin özlemini bundan içerek gidermeye çalışırlar. İşte o insanlar, Mekke ile rabıtayı bu kuyu ile kurarlar. Peki, bu sevda bu aşk nasıl oldu? Duyarak oldu, Mekke’yi duydular, Hz. Peygamber’i duydular, zemzemi duydular. Coğrafyası Mekke’den çok uzak bir millet olan Türkler de Hz. Peygamber’i görmeden sevdi, onu duyarak ona âşık oldu. Müslüman olduktan sonra sadece o dini benimsemekle kalmadılar; bir kültür ve dil havzasıyla, şiirin ve belagatin hükümranlığını sürdürdüğü edebî bir gelenekle karşılaştılar. Türk İslam edebiyatının ilk eserlerinden olan Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-Hakayık’ta, Arap ve İran edebiyatında gördükleri naat geleneğini sürdürmeye çalıştılar.

Türkçeyi hakikat dili hâline getiren, peygamber sevgisini âdeta bu milletin gönlüne nakşeden Ahmet Yesevi de Divan-ı Hikmeti’yle bölgede İslam’ın yayılmasına katkı sağladı. Onun “hikmet” adını verdiği şiirlerinde Hz. Peygamber’in ahlakını gördük. Neden? Hz. Peygamber’i tanırsak onun izinden gideceğimizi, onun izinden gidersek de iyi bir Müslüman olacağımızı öğretti.  “Adı güzel Muhammed’e salavat” diyen ve hikâyelerimizi İslamlaştıran Dedem Korkut, Hz. Peygamber’in aşkını Asya’nın steplerinde inşa etti ve bu aşkın Anadolu topraklarına yayılmasına vesile oldu. Arap ve İran edebiyatından aldığımız bu ilmî ve edebî geleneği kendi dilimizle kendi hikâyemizle buluşturduk.

Ayrıca Anadolu toprakları, Asya’dan beylerinin riyasetinde savaşçı olarak gelen boyların yanı sıra ilim ve sanat tarafı olan tüccarların, ilim ve irfan açısından temayüz etmiş ariflerin gelişiyle İslam’dan haberdar oldu. Alparslan, Malazgirt zaferiyle Anadolu’nun kapılarını açtı ama ondan önce İslam kültürü Anadolu insanlarıyla tanışmıştı. Hasan Harekânî gibi zatlar, Asya’nın ve Fergana Vadisi’nin âlimleri, arifleri ve şairleri geldi.

Ahmet Yesevi’nin Asya’da attığı maya Anadolu’da tuttu, diyebilir miyiz?

Elbette diyebiliriz. Sonrasında Peygamber sevgisini Anadolu’da dalga dalga yayan, bidayette “Adı güzel, kendi güzel” diyen ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanan Yunus Emre’dir. O sevgi, umuda açılan bir kapıydı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) umudumuzdur. Yunus’un da bunları söylediği dönemde, Anadolu bir sıkıntının, bir hengâmenin içerisindedir. Bir yandan Moğol bir yandan Haçlı... Yokluk. Sıkıntılı zamanlar. Ancak Yunus Emre, Muhammedî muhabbeti halkın anlayacağı bir lisan ile terennüm etti bu topraklarda. Muhammedî hakikat etrafında insanları toparlayabilmiş bir kimse oldu Yunus Emre. Yunus’un dışında söylemeden geçemeyeceğim bir isim de Âşık Paşa idi. Nasıl Dedem Korkut hikâyelerimizi İslamlaştırdıysa Âşık Paşa da Garipname ile bu yaşadığımız diyara Müslüman mührünü vurdu. Daha sonra bunların takipçisi, muakkibleri olarak gelen şairler peygamber aşkının, sevdasının tohumlarını ekti bu Anadolu topraklarına. Bu topraklar üzerinde boy boy sevdalar uzandı.

Çağları aşıp gelen böyle bir sevginin şiire yansımasından bahsedebilir misiniz?

Allah, sevdiğini sevdirir. Hz. Peygamber’le ilgili hiç şiir yazılmasaydı dahi Hz. Peygamber (s.a.s.) sevilirdi. Yani onun sevgisini sadece şiire bağlamamak gerekir. O sevgiden neşet eden bir şiirden söz etmek yerinde olur. Hz. Peygamber Süleyman Çelebi’nin ifadesiyle söylemek gerekirse “kâni-i irfân”dır yani irfanın bizatihi kaynağıdır. İrfan nedir? İrfan sadece bilgi değildir. İrfanda bir olgunluk bir tecrübe vardır.  Hz. Peygamber varlığın mahiyetini öğreten bir muallimdir, mürebbidir. O sebeple şiirin kaynağı da odur. Divan şiirini tertip ederken şairimiz naatı yazarken aslında şunu söylemek istiyor: “Şiirin kaynağı da Hz. Peygamber’dir ve ben ondan ilham alarak bu eseri meydana getirdim.”

Peygamber Efendimize ilişkin sevginin dilden dile anlatıldığı peygamber şairlerinden itibaren Peygamber sevgisine sahip olan ehl-i hüner ve ehl-i kalem sahibi olan her şair bu sevgisini dile getirme gereği duydu. Peygamber’e duyulan aşkın kişinin gönlünden tecellisiydi şiir. Şiir, sevginin apaçık dile getirildiği ve gizlendiği bir türdür. Örneğin Fuzuli’nin Su Kasidesi’nde Hz. Peygamber apaçık bir şekilde dile getirilmiyor ama su metaforunu kullanarak âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber’den bahsediliyor.

Özetlemek gerekirse şiir, sevgiden neşet eder ve tasannu yapmak için şiir yazılamaz. Sevmeyen bilemez ve bilmediğini de dile getiremez. Edebiyatımızda Hz. Peygamber sevgisinin anlatıldığı naatı biz şöyle tanımlarız: “Peygamber aşığı birinin gönül aynasına yansıyan peygamber sevgisinin sözcüklerle tasviridir.”

Anadolu başta olmak üzere birçok yerde önem atfedilen mevlitten bahsedebilir misiniz?

Mevlit, edebiyatımızda ilk olarak Ahmedî’nin İskendername’ye yazdığı bölüm olarak zikredilir. Ancak müstakil bir eser olarak Ahmedî’nin çağdaşı olan, Bursa Ulu Camii’nin bilge imamı, Yıldırım Bayezid’in saray imamı, Emir Sultan’ın dervişi Süleyman Çelebi tarafından kaleme alındı. Mevlit’in yazıldığı dönem Anadolu’nun iç karışıklarının yaşandığı bir devirdir. Bu bunalımlı dönemden kurtuluş reçetesi olarak bir eser karşımıza çıkıyor: “Vesiletü’n-Necat”… Süleyman Çelebi, bu ortamdan kurtuluşun vesilesini Hz. Peygamber’e bağlanmak olarak niteler ve ülkenin karışıklıklardan kurtuluşunun Kur’an ve sünnetten müteşekkil Hz. Peygamber’in manevi şahsiyeti etrafında toplanmakla mümkün olacağını ifade eder. Tevafuk odur ki Vesiletü’n-Necat yazılıyor ve Çelebi Mehmet ülkede düzeni sağlıyor; devlet âdeta yeniden kuruluyor. O yüzden diyebilirim ki Mevlit, devlet kuran bir metindir. O yüzden bizim devlet geleneğimizin perspektifinde Muhammedî ahlak ve duruş hâkimdir. Ayrıca Mevlit bizi bir arada tutan neşidedir. Anadolu insanı da çeşitli merasimlerde okuttuğu mevlitle de âdeta peygambere bağlılığını ve ona olan vefasını dile getirmiş oluyor.

Kültürümüzde mevlithan geleneğinin yeri ve öneminden bahsedebilir misiniz?

Mevlithan, mevlidi usulüne göre okuyan ve onun ahlakına da uyan kimsedir. Mevlithan denildiğinde aklıma gelen ve Safahat’ta da hikâyesi anlatılan, Allah rızasını dönemin padişah annesinin rızasına değişmeyen Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi. Mevlithanlar, okuduğu mevlitle insanlarımızı Hz. Peygamber sevgisi etrafında bir arada tutmayı başarmış kimselerdir. Hz. Peygamber’den bahseden bu kimseler ancak o ahlaka uygun bir yaşam içerisinde olmakla insanlar üzerinde bu kadar tesirli olmuşlardır. Yukarıda şiir sadece tasannu işi değildir demiştim, mevlithanlık da böyledir. İşi sadece sanatkârane yaparak olmaz.

Son olarak hocam, Hz. Peygamber'i şiir gibi sevmek nasıl olur?

Benden böyle bir yazı istedi arkadaşlar. Gençler güzel başlıklar buluyorlar.  Şiir ne ki… Evet, şiir ne ki şiir gibi sevmek olsun. Şiiri yücelttiğimiz için ona böyle bir anlam yüklüyoruz. Oysa şiirimiz sevgiliyi anmakla yücelir. Hz. Peygamber’i peygamber olarak sevmek, hakikaten ölçü alacağımız bir idealimiz olarak sevmek gerekir. Elbette şiirin de bir ölçüsü ve ahengi vardır. Gerçi modern şiirde ölçü de yoktur; ama yine de bir ahenk var… Musiki var. Anlam var. Demem o ki Hz. Peygamber’i bir ölçü ve ahenkle aşırıya gitmeden sevmek esastır. Hristiyanlar aşırıya vardılar, Hz. İsa’yı sevmenin ötesinde ona bir ulûhiyet atfettiler. Hz. Peygamber’e ulûhiyet atfetmeden Allah’ın seçtiği, övdüğü ve bize örnek olarak sunduğu bir beşer olarak sevmek esastır. Şiir ölçüdür, hikmet gibi... Onu severken hakikaten lafta kalacak bir sevgiyle değil yapacağımız işlerde ölçü olarak kabul edeceğimiz bir sevgiyle sevmek. Sevgi maalesef tüketilen bir unsur oldu günümüzde. Hâlbuki sevgi çoğalan bir şeydir. Hz. Peygamber’i şiirle yahut şiir gibi sevmek, onun bize sunduğu mana ile çoğalmak olmalıdır. Biz çoğalmalıyız, tekâmül etmeliyiz, miraca doğru yükselmeliyiz. Hz. Peygamber’in ahlakıyla kendimizi yoğurmalıyız, eksikliklerimizi tamamlamalıyız. Hz. Peygamber’i şiir gibi sevmek; onu kendimize ölçü edinmek, onun hâliyle hâllenmektir. 

Editör: Mehmet Çalışkan