Kaan H. SÜLEYMANOĞLU

Peygamber sevgisi, İslam’ın ilk halkası sahabenin, “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Elçisi!” hitabında tecelli etmiş, Kur’an-ı Kerim de bu sevgiye “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha sevgilidir.” (Ahzab, 33/6.) buyurarak şahitlik etmiştir. Sahabenin peygamber sevgisi, sonraki nesillere de örnek olmuş, çeşitli kültürel form ve tavırlara bürünerek yaşamaya devam etmiştir. Zaten din, duygulara, geleneklere, sanata sirayet ederek etkisini, güncelliğini sürdürür.

İslam sanatlarında peygamber sevgisi muhtelif şekillerde tezahür etmiş; şiirde, tezhipte, hat sanatında, musikide bu sevginin emareleri açıkça ortaya konulmuştur. İslam’da suret yasağı, başka sanat dallarında derinleşmeyi getirmiştir. Örneğin hilye, Peygamberimizin sözle anlatıldığı, tasvir edildiği levhalardır. Hilyelerde bu sevgi, aşkın bir hâl alarak ileri estetik boyutlara varmıştır. Hat sanatında ortaya konulan merhalenin en güzel örnekleri hilyelerde temayüz etmiş, yazılar tezhiplerle güzelleştirilmiştir. Hilyeler, bereket, huzur ve düzenin sembolü olarak evlerde asırlarca duvarları süslemiş, peygamber sevgisinin gündelik yaşama dokunan bir nişanesine dönüşmüştür.

Özellikle Türk kültüründe yaygın olan hilye-i şerif geleneği, Osmanlı hattatlarının özel olarak ilgilendiği bir sanattır. Tarih içinde muhtelif versiyonları üretilen ve çeşitli değişikliklere uğrayan hilyeler genel olarak belli terkiplerden oluşmaktadır. Hilyelerin baş makamında besmele-i şerife, daire veya oval gövdede metin, ortada yaygın bir kullanım olarak peygamberi temsil eden güneş ve onun çevresinde hilaller, köşelerde dört halifenin isimleri, ayet kısmında peygamberimizle ilgili ayetler, etek kısmında ise dualar yer alır. Eteğin kenarları bir başka sanatın, tezyinin eşsiz örnekleriyle bezelidir. Tezhip sanatında da lale Allah’ı (c.c.), gül ise Hz. Peygamber’i (s.a.s.) simgeler.

Türk İslam sanatlarında geniş bir yeri bulunan gül, peygamber aşkının ve sevgisinin nişanesi olarak şiirlerde de geçer. Gülün Peygamberle özdeşleşmesinin ardında bir dizi rivayetler yatar. Peygamber Efendimizin güzel kokuyu sevmesi, kendisinin gül kokması, yüzünün güzelliği gibi kimi rivayetler gül metaforunun onunla özdeşleşmesini kolaylaştırmıştır. Gül-i Muhammedi diye adlandırılmıştır. Bu simge hilyelerde de yer bulmuş, gül ve yaprakları üzerinde dualarla, ortada açılan tek gülün üzerindeki Muhammed yazısıyla tecelli etmiştir. Minyatür sanatında da peygamber kıssalarını konu edinen eserlerde, Peygamber Efendimiz genelde ışık veya gülle tasvir edilmiş, İslam’ın tasvir hassasiyeti itinayla korunmuştur.

Divan ve tekke şiirinde gül mecazi olarak sevgili anlamında kullanılır. Gül, peygamberden aldığı etkiyle hilyede, tezhipte, şiirde kalmamış, tavan göbeklerinde, çini ve oymacılıkta, mezar taşlarında kendine yer bulmuştur. “Gül Muhammed teri,” ifadesi Mevlana’dan Yunus Emre’ye, Süleyman Çelebi’den Alvarlı Efe’ye pek çok ismin şiirinde kullanılmıştır. Niyazi Mısri, Allah’ı bulmanın yolunu gül kokusunu derenlere sormak gerektiğini ifade eder: “Soralum gel bilenlere bûyın direnlere / Visaline erenlere gel Allah’ı bulalum gel.” Yunus Emre, “Gül Muhammed teridur bülbül anun yaridur / Ol gülile ezeli cihana bile geldum” ifadelerini kullanır. Mevlana ise Mesnevi’sinde, “Güllerin kök ve dalları, Mustafa’nın hoş teridir / Onun gücü sayesinde gülün hâli şimdi dolunay olmaya doğru gelişir.” der. Aynı sembolü Süleyman Çelebi, “Terlese güller olurdu her teri / Hoş direrlerdi terinden gülleri” diyerek ifade eder.

Musikide peygamber aşkının en estetik hâli salalar, salat-ı ümmiyeler, naat-ı şerifler, mevlitler, miraciyeler ve kasidelerde karşımıza çıkar. Eserlerin cami ve tekkelerde icra edilegelmesi, pek çok bestenin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bilindiği üzere mevlit kandilleri, İslam ümmetinin kalbinde dokunulmaz bir yere sahip olan Peygamber sevgisinin en somut, en kolektif tecellisidir. Şiir formunda yazılan mevlitler, kısa zamanda toplumsal zemin bularak büyük bir geleneğe dönüşmüş, Afrika’dan Asya’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a halkın yediden yetmişe iştirak ettiği bir manevi ortamın doğmasına vesile olmuştur. 

Mevlitler, Hz. Peygamber’in doğumunun, nübüvvetinin, mucizelerinin ve vefatının anlatıldığı şiir formunda eserlerdir. Sayı yönünden de nitelik yönünden de dünyada başka hiçbir edebiyatta görülmeyecek kadar zengin bir literatürün doğmasına vesile olan mevlit geleneği, Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n-necat” adlı mesnevisi ile zirveye ulaşmıştır. Bu eserin halk nazarında geniş ilgi görmesinin bir sebebi de dilindeki sadeliktir. Eserin Türkçe, Arapça, Farsça, Arnavutça, Boşnakça ve Rumca nüshaları İstanbul kütüphanelerinde hâlen muhafaza edilmektedir. Halk arasında okunmaya mahsus siyer kitaplarının en güzelini Süleyman Çelebi’nin yazdığına, onun mevlit manzumesinin halk arasında asırlarca okunup bestekârlar tarafından bestelendiğine dikkat çeken Ord. Prof. Fuad Köprülü, “Her asırda ona birçok nazire yazıldığı hâlde, ifadesindeki sadelik ve selaset, şairin ilhamındaki samimilik ve tabiilik, onu Türk edebiyatının bir şaheseri hâlinde asırlarca yaşattı.” der. (Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara: Akçağ, 2009, s. 372.)

Editör: Mehmet Çalışkan