Yunus Emre KIR
Van Muradiye Şube Müdürü

İmamlık yaptığım yıllardı. Henüz sosyal medya uygulamalarının çok yaygınlaşmadığı, tuşlu telefon diye tabir ettiğimiz telefonların kullanıldığı, insanların birbirleriyle daha çok ilgilendiği, bugün arkasından Fatihalar okuyacak hâle geldiğimiz değerlerin hâkimiyetinin devam ettiği zamanlardı. Çok değil bundan 20 sene öncesiydi. Bir insan hayatı için çok uzun sayılamayacak bir sürede o kadar şey değişti ki hatıralar bile bundan nasibini aldı. Evet, hatıralarımız hafızalarımızın derinliklerinden çıkarılsa bile yaşandığı gibi kalmıyor sanki. Güçlü bir değişim sürecinde canlılığını yitiriyor. Dünü bile hatırlamanın lüks sayıldığı günümüzde bizi hayata bağlayan unsurlardan biri oldu hatıralar. 

Dünyada yeni bir dönemi başlatan 11 Eylül saldırılarının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti. Müftülüğümüz tarafından görevlisi yurtdışına giden bir camide geçici süreyle görevlendirilmiştim. Cami ilçe merkezinde ticari hayatın yoğun olarak yaşandığı bir yerdeydi. Cemaatin tamamına yakınını esnaftan kişiler oluşturduğu için sabah, akşam ve yatsı namazlarında cami tenha oluyor, sayıları onu bulmayan bir cemaatle namaz kılıyorduk. Öğle ve ikindi namazlarında ise camide yer bulmak zor oluyordu. Burada hizmet etmenin en güzel taraflarından biri esnafın çoğunun namaza gelirken dükkânını kilitlememesiydi. Hayır hayır! Dükkân sahibi camiye gelirken dükkânda çırağını bırakmıyordu. Aksine hiç kimsenin olmadığı dükkânının kapısını açık bırakıyor çünkü insanlara güveniyordu. Tabii bu çok sürmedi. Yaşanan birkaç olumsuz olay bu güven duygusunu da aldı götürdü. Ama şaşılacak şeylerden biri çok fazla nüfusa sahip bir sanayi şehrinde 2000’li yılların başında bile bu “ahilik” geleneğini andıran davranışların varlığıydı. 

Görevlendirildiğim camide göreve başlayalı sanırım bir hafta kadar olmuştu. Müftülüğümüzden camilerde cemaate cüzi bir ücretle ulaştırabilmemiz için Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan “Günümüz Meselelerine Fetvalar” isimli küçük bir kitapçık gönderilmişti. Kitap hem muhtevası hem de boyutları açısından vatandaşlarımızın ilgisini çekmiş, Başkanlığımız da camilerde insanlarımızı bu kitapla buluşturma kararı almıştı. Yaklaşık iki haftalık bir zaman dilimi içerisinde camiye gönderilen 100 adet kitabın tamamı satılmıştı. Ancak parayı hesap ettiğimde iki adet kitap parası eksik çıkıyordu. Ben de çok fazla üzerinde durmadan iki kitabın parasını tamamlayıp Müftülüğe teslim ettim.

Kitap dağıtımının üzerinden bir ay hatta daha fazla bir süre geçmişti. Her zamanki gibi akşam namazını kıldırmış, cemaat dağıldıktan sonra yatsı namazını beklemek için camide kalmıştım. Neyle meşgul olduğumu tam olarak hatırlayamıyorum ama sanki Diyanet takviminin o günkü yaprağını okuyordum. O esnada içeriye orta yaşlarda birisi girdi. Selam verip namaza durdu. Yatsı vaktine kadar ara ara camiye gelip akşam namazını kılanlar olur ve bu tabii karşılanırdı. Ancak bu sefer bir farklılık vardı. Farklılık kişide veya kıldığı namazda değil dua ediş tarzındaydı. Aslında tarzı da normaldi. Ne dediğini de duymuyordum ama onun dua edişi nedense benim üzerimde farklı bir tesir uyandırdı. Tam o anda babamın küçükken dua ile ilgili bana her fırsatta verdiği bir tavsiye aklıma geldi: “Oğlum! Dua ettiğin vakit, Allah’tan bir şey isteyeceğin zaman öyle bir iste ki sanki o anda Allah duanı kabul ediyormuş gibi iste.” Kelimesi kelimesine bunları söylerdi.  Ben bu hatıraya dalmışken o kişinin bir anda yanı başımda durduğunu gördüm. Bana doğrudan “Cami imamı siz misiniz?” diye sordu. “Evet, benim.” diye cevap verince bana Edirne’den Bolu tarafına gittiğini, parasının olmadığını ancak buraya kadar gelebildiğini anlatarak yardımcı olup olamayacağımı sordu. Aslına bakarsanız birçok cami imamı bu tür durumlarla karşılaşmıştır. Elinden geldiğince yardım da etmiştir ancak aldatılmaya ve aldanmaya çok müsait bir durum olduğu için de birtakım sıkıntılar çekmiştir. Ama bu sefer durum farklıydı ve içimde bu kişiye karşı dayanılmaz bir yardım etme isteği doğmuştu. Ancak cebimde onun ihtiyacı olan paranın yarısı kadar bile para yoktu ve esnaf da kapalıydı. Ona burada beklemesini, görevli odasına gidip geleceğimi söyleyerek merdivenlerden üst katta bulunan odaya çıktım. Olmadığını bildiğim hâlde belki bir şeyler bulur ya da vakit kazanırım diye düşündüm. Üst kata çıkar çıkmaz da dizlerimin üzerine çöküp ellerimi açtım ve babamın o sözünü de niyetime katarak “Allah’ım yolda kalmış bu kuluna yardım etmeyi nasip et.” diyerek ayağa kalktım. Tam aşağıya inecektim ki merdivenlerden genç yaşlarda birinin çıktığını gördüm. Cami imamını aradığını söyleyerek bana üzerinden bayağı bir zaman geçtiği için tamamen unutmuş olduğum eksik olan iki adet kitap parasını uzattı: “Hocam ben bu kitaplardan almaya geldiğimde ücretini verecek kimse bulamadım. İki kitap aldım ve cami cemaatinden birisi bana ‘Şimdi hocamız yok, daha sonra uğrar verirsin.’ demişti. Ben de ancak şimdi vakit bulabildim.” diyerek durumu açıkladı. Aslında çok şey söyledi ama ben o anki hissiyatımla bu kadarını anlayabildim. Hemen o genci elinde parası olduğu hâlde beraberimde aşağıya indirdim ve hiçbir açıklama yapmadan “İşte kardeşim, senin yol paran. Nasıl bir dua ettiysen hem başkasının duasının kabulüne vesile oldun, hem de bir hayra.” diyerek parayı ona verdim. Kulaklarımda babamın o nasihati yankılanıyordu: “Oğlum! Dua ettiğin vakit, Allah’tan bir şey isteyeceğin zaman öyle bir iste ki sanki o anda Allah duanı kabul ediyormuş gibi iste.”

Editör: Mehmet Çalışkan