Şükrü KABUKÇU
Çanakkale Müftüsü

Şöyle bir tablo düşünelim: Bir ramazan günü büyük bir aile iftar sofrasında toplanmış, evin annesi telaşla son hazırlıkları yapar. Torun dedesinin yanına oturmuş, günün yorgunluğu ile dedesine yaslanmış. Aynı sofrada torunlar dede, nine ve anne babası yerlerini almış. 

Torun dedesine der ki: “Dede niye başlamıyoruz? Ben çok acıktım.” Dedesi köstekli saatine bakar ve cevap verir: “Evladım daha vakit gelmedi.” Bu diyalog birkaç defa tekrar eder. Torun “Dede neyin vakti gelmedi?” diye sorunca dede cevap verir: “Allah’ın izin verdiği vakit.”

Evet, oruçlu kişi iftar vakti gelmeden kendi eliyle kazandığı ve hazırladığı ve her şeyi ile helal olan bir bardak suyuna bile el uzatamaz. Hazırladığı çorbaya kaşık sallayamaz. Ne zamana kadar? İftar vakti, yani Allah’ın izin verdiği vakit gelinceye kadar. İftar anı o kadar önemlidir ki, insanımız ibadete olan ihtiramı gereği evindeki saati değil, minareden yükselecek akşam ezanını bekler. Konunun ilmihâl boyutunu ayrı düşünürsek hepimizin hayatında iftar zamanı ile ilgili yaşanmış ve bizi tebessüm ettiren olaylar vardır. Ve hiçbir Müslüman ramazan ayında oruçlu iken bilerek ve isteyerek iftar anını bir dakika hatta daha az bile olsa ihlal etmez ya da edemez.

Bu durum ister tek başına isterse kalabalık ortamda olsun fark etmez. İftar anının bu kazanımı irade eğitimi ile beraber bize istikamet kazandıran önemli bir andır. Kendi kazandığı malına Allah izin vermeyince el uzatamayan bir kişi başkasının malına el uzatabilir mi?

İbadetlerin şeklî boyutu yanında hikmet boyutunu asla ihmal edemeyiz. Oruç ibadetinin kazanımları üzerine değerlendirmede bulunan âlimlerimiz birçok hususu zikreder. Şüphesiz ki bunlardan birisi de orucun bize kazandırdığı istikamet ve doğruluk anlayışıdır. Kendisine riyanın karışmadığı veya karıştırılamadığı bir ibadet olması açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Kul, Rabbi ile baş başadır. Rabbinin rızası için sahur ve iftar arasında yeme içmeden;  ailesi ile yakınlıktan uzak durur. 

Kulun oruç ile kazandığı bu istikamet ve sadakat, esasında hayatın her alanı için geçerlidir. Tenha veya kalabalıkta, her nerede olursa olsun sözü ve ameli doğruluk üzeredir. Başkası hatırına yalan söyleyemez, birilerinin gönlünü kazanmak için haram olan bir şeyi yapamaz. Oruç ibadeti ile kendisine karşı dürüst olmayı şiar edinen ve bunu kişilik hâline getiren kişi başkalarına karşı yanlış davranamaz, doğruluktan ayrılamaz. 

Peygamber Efendimizin, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!”  (Müslim, İman, 62.) ifadesinde haber verildiği üzere hayatın her alanında dosdoğru olmak Müslümanın temel ahlaki sorumluluklarındandır. Hani Asr suresinde de ifade buyrulan “salih amel” kavramı sanki bize bunu hatırlatıyor. Bu itibarla namazında tadil-i erkâna riayet eden Müslüman, aile ve akrabalık ilişkilerinde, komşuları ile münasebetlerinde, alışverişinde, trafikte, mahkemede, işyerinde, hülasa hayatın her alanında istikamet üzeredir. Yani dosdoğru olmaya gayret gösterir. İyiliğin ve iyiliklerin kaynağı doğruluktur. Bunu Kutlu Nebi’nin haberinden öğreniyoruz: “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında ‘doğru/sıddık’ olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Allah katında ‘yalancı/kezzab’ olarak tescillenir.” (Müslim, Birr, 105.)
 

Editör: Mehmet Çalışkan