Mustafa SOYKÖK

DİB Diyanet İşleri Uzmanı

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıktan çağrısı Mekkelilerce dikkate alınmaya, ciddiyetle hesaba katılmaya başladığında “Acaba ne söylüyor bu adam?” diye merak ettiler. Hiçbir zaman yalan söylediğine, insanları kandırdığına şahit olmadıkları Güvenilir Muhammed’in  (s.a.s.) elbette dünyaya ve insanlar arası ilişkilere, ekonomi, siyaset, kültür gibi alanlara ilişkin söyleyeceği sözler vardı. Ancak onun bütün sözleri ölüm ve ötesine dair beyan ettiği hakikatler ve değerlerle bir anlam kazanıyordu.

İnsanı iyiliklerle; adalet,  merhamet ve barış ile tanıştırmak, yeryüzünü imar ve ıslah ederek güzelleştirmek İslam’ın hedefiydi. İnsanın mutluluğu dinin amacıydı. Ancak bu hedef ve amaç insana ölümün, hesabın, ahiret, cennet ve cehennemin hatırlatılması ile mümkün olabilecekti. "Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O sizi topraktan var etti ve size orayı mamur hale getirme görevi verdi.” (Hud, 11/61.)

“Ya varsa” dediler. Dünyada işlediğimiz cürümlerin, günah, haksızlık ve tuğyanların hesabının sorulacağı, ölüm sonrası bir hayat söz konusu ise. Ölümden sonra bizi, kibir, sömürü ve zulümlerimizin karşılığını göreceğimiz yeni bir hayat bekliyorsa diyerek endişeye kapıldılar.

Hâlbuki onlar, “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdan ibarettir; biz bir daha diriltilecek değiliz” diye düşünüyorlardı. (Enam, 6/29.) Aslında işlerine gelen, menfaatlerine uygun olan da buydu. Doymak bilmeyen heva ve hevesleri ile hak-hukuk demeden dünyayı talan etmek isteyenler, ölüm ötesi hayatı inkâr etmek zorundadırlar. 

Bu yüzden bir türlü inanmak istemedikleri bu hakikati, kendilerine sürekli ölümün, cennet ve cehennemin hatırlatılmasını “Nebe” olarak isimlendirdiler. Bu, yaşadıkları serkeş hayatı kendilerine zehir eden önemli bir bilgi idi.  “Birbirlerine neyi soruyorlar? Hakkında ayrılığa düştükleri büyük haberi mi? Hayır! İleride bilecekler. Hayır hayır! Yakında bilecekler!” (Nebe, 78/1-5.)

İnsan alelade bir varlık mıdır? Ölüm ile birlikte “yok” olup gidecek midir? Eğer bu böyle olacak ise, ahlak, erdem ve fazilet gibi değerlerimizi ne ile temellendireceğiz? Ölümü bir son olarak görenler, hayatı “insan” olarak nasıl kemale erdirecekler? Ölümü ve sonrasındaki ahiret hayatını hiçe sayan insanın karşılaşacağı tek gerçek, cehenneme dönen bir dünya ve cehennemle neticelenecek bir ahiretten başka ne olabilir?

 “Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun, 23/115.)

Öldüğümüzde yolun sonuna gelmiş olacağız. Ancak yolun sonuna gelişimiz, Yaratıcımızın yeni bir başlangıç için bizleri tekrar diriltmeyeceği anlamına asla gelmiyor. Bu dünyada amel var. Ahirette amel yok, hesap var. İslam inancında ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Herkes öldükten sonra dirilecek ve dünyada yapması gerekirken yapmadıklarından, yapmaması gerekirken yaptıklarından hesaba çekilecektir. (Zilzal, 99/7-8.)

Şüphesiz insanın başına gelebilecek en endişe verici şey ölümdür. Hakikatte insan dünyaya geldiği andan itibaren ölümün gölgesinde yaşar. Allah’ın Elçisi, ölümün gölgesindeki insan için varoluşa, hayata, ölüme ve ölüm sonrası olacaklara dair en net ve ikna edici açıklamaları yapmıştır. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler bu açıklama ve hatırlatmaların kaynağı olarak elimizdedir.

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk, 67/2.) Aralarındaki bütün zıtlıklara rağmen Kur’an-ı Kerim’in ölümü ve hayatı birlikte zikretmeyi tercih etmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Çünkü, bu ikisi birbiri ile anlam kazanmaktadır. Ölüm, bir nevi, hayatın safhalarından biridir. Dünyadaki hayatı ile ölüm sonrasındaki yeni hayatı arasında dengeli bir yaşam inşa edemeyen insanlar asla kemale eremeyecektir.

Kur’an-ı Hakim, Allah’ın lütuf ve ihsanları ile yaşamamızı, bunlarla ölüm sonrasındaki hayatı güzel kılmamızı, ama asla dünyadan da nasibimizi unutmamamızı ister. (Kasas, 28/77.) Sözde ölüm sonrasını kazanmak adına hayatı insana zehir eden ruhbanlık tarzı bir hayat aşırılıktır. Arzu ve hedefi en yüce olan insan hem dünyasının hem de ahiretinin işlerine önem veren mümin insandır. (İbn Mace, Ticaret, 2.)

Şimdi biz hayatta sevdiklerimizi yitiriyor, ölümün soğuk nefesini yüreklerimizde hissediyoruz. En güzel örnek ve en sağlam rehber olarak Hz. Peygamber’in ölüm karşısındaki tavır ve duruşu ibretlerle doludur. Daha doğmadan babasını, altı yaşında küçük bir çocuk iken annesini kaybetmiştir Küçük Muhammed (s.a.s.).

Anne ve babasının ölümleri onu derinden yaralamış, hasretlerine dayanamayıp ağladığı günler olmuştur. Hudeybiye umresi sırasında uğradığı Ebva’da annesinin kabrini ziyaret etmişti. Neredeyse kaybolacak olan mezara bakım yaptı, başucunda oturup gözyaşı döktü. Bu duygulu anlara şahitlik edenler de kendilerini ağlamaktan alıkoyamadılar. Aradan geçen uzun yıllara rağmen neden böyle gözyaşlarına boğulduğunu merak edip soranlara annesine duyduğu özlem ve merhameti gerekçe göstermiştir. (İbn Sa’d, Muhammed (230/845), Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, thk. Ali Muhammed Ömer, I-XI, Kahire 2001., I, 95.)

Öksüz ve yetim olarak büyüyen bir çocuk olduğu halde, sekiz yaşında himayesinde yaşadığı dedesi Abdülmuttalib’in ölümü ile sarsılacaktı. Ümmü Eymen, Küçük Muhammed’in dedesi vefat ettiği gün nasıl ağladığını ifade etmiştir. (İbn Sa'd a.g.e., I, 97.)  Hayatının ilk yıllarından itibaren ölüm gerçeği ile baş başadır Allah Resulü.

Karşılaştığı bu üzücü hadiseler, yakınların ölümü ile yaşadığı hasret ve hüzün onu hayattan koparmamış, yaşama sevincini kaybetmesine sebep olmamıştır. Her bir ölüm acısı, onu daha da metin hale getirmiştir. Ölüm, bir nevi ileride üstleneceği önemli görevler için eğitim süreci olma işlevi görmüştür. Kendi ayakları üzerinde durabilmeyi, hayatın zorluklarına karşı mücadele edebilmeyi öğrenmiştir.

İlerleyen süreçte ölümün gölgesinde örnek bir hayat yaşamaya devam etmiştir Hz. Peygamber. Nübüvvetin 10. yılına gelindiğinde ölüm, sadece onun değil, ashabı için de bir sabır imtihanına dönüşecektir. Önce onu ve davasını himaye eden amcası Ebu Talip, üç gün kadar kısa bir süre sonra ise bütün servetini hatta sağlığını İslam uğruna hiçe saymaktan çekinmeyen sevgili Eşi Hz. Hatice. Hüzün yılı dediler o seneye. Ölümü, hasret ve hüznü iliklerine kadar hissettikleri ancak Allah’tan umut etmeyi asla terk etmedikleri bir yıl. Çünkü hayat bir sınanmadır ve sabredenler kazançlı çıkacaktır. “And olsun sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek (ölüm ve fakirlik) imtihana tabi tutacağız. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155.)

Ölümlerin en acısı, şüphesiz, insanın çocuklarını kaybetmesidir. Hz. Peygamber, Allah’ın en sevgili kulu olduğu halde, Allah onu defalarca evlatlarının ölümleri ile sınamıştır. Hz. Fatıma dışındaki bütün evlatları Allah Resulü (s.a.s.) hayatta iken vefat etmişlerdir.

Hz. Peygamber’in hayatında her bir ölüm tam bir hamt ve teslimiyetle mukabele görmüştür. Daha 18 aylık oğlu İbrahim’in hastalığının ağırlaştığını, ölmek üzere olduğunu duyduğunda çok üzüldü. Son nefeslerini alıp veren minik yavrusunu kucağına aldı, onu bağrına basarak ağlamaya başladı.

Ölüm karşısında çaresiz acılı bir baba olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gözyaşları Abdurrahman b. Avf’ın dikkatini çekmişti. “Ya Resulüllah! Sen de mi ağlıyorsun?” diye sordu. “Bu bir rahmettir” buyurdu Efendimiz (sas). Sonra devam etti: “Göz ağlar, kalp üzülür. Biz ise Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını asla söyleyemeyiz.” (Buhari, Cenaiz, 43.)

Sonra küçük yavrusuna döndü ve şöyle dedi: “Eğer ölüm doğru bir vaat ve herkes için geçerli bir gerçek olmasaydı ve arkada kalan, önden gidene hiç kavuşmayacak olsaydı ey İbrahim, biz şu anda duyduğumuzdan çok daha büyük bir üzüntü çekecektik. Biz gerçekten senin için çok hüzünlüyüz.” (İbn Mace, Cenaze, 53.) Bu olay, ölüm karşısında Müslümanca bir tavrın nasıl ortaya konulabileceğini özetliyor. Gözyaşlarımız Yüce Allah’ın içimize koyduğu sevgi, şefkat ve merhametin bir göstergesidir. İnsanın rahatlamasına, ruhsal olarak yaşadığı ilk şoku atlatabilmesine yardımcı olur. Ancak Allah’a isyan anlamı taşıyabilecek sözler asla kullanılmamalıdır. “Allah’tan geldik ve yine Allah’a döneceğiz” diyerek güç ve tâkatımızı aşan konularda kadere teslim olmak önemlidir. “O sabredenler kendilerine bir bela isabet ettiği zaman ‘biz Allah’ın kullarıyız ve ona döneceğiz’ derler.” (Bakara, 2/156.)

Bir yandan acısını yaşarken, öte yandan ümmetini yetiştirmenin gayretiyle Hz. Peygamber ölümle alakalı olarak burada iki önemli hususu gündeme getiriyor. Birincisi; ölüm Allah’ın bir vaadidir ki, istisnasız herkes için geçerli olacaktır. Dünya hayatının en tartışmasız gerçeği ölümdür. İkincisi; biz ölümün bizi ayırdıkları ile ahirette tekrar buluşacağımıza iman eder, ümit besleriz. Bu ikisini Hz. Peygamber, insanlar için ölüm acısını hafifleten sebepler olarak dile getirmiştir.

Hadis-i Şeriflere baktığımızda Allah Resulü’nün ölümü bir vaaz, nasihat ve eğitim unsuru olarak değerlendirdiğini görüyoruz. Bir gün sahabeden biri Hz. Peygamber’e gelmiş ve “Ya Resulüllah müminlerin hangisi en faziletlidir? Diye sormuştu. O, “Ahlakı en güzel olanlarıdır.” şeklinde cevap verdi. Benzer bir soru ile devam etti sahabe, “Müminlerin hangisi daha aklı başındadır?” Hz. Peygamber (s.a.s.) bu soruya ise “Ölümü en çok hatırlayanı ve ölümden sonraki (hayatı) için en güzel şekilde hazırlananı. İşte onlar en aklı başında olanlardır.” şeklinde cevap verdi. (İbn Mace, Zühd, 31.)

O halde ölümü hatırlamak ve ölümden sonraki hayat için en güzel şekilde hareket etmek sadece tercihe bağlı olarak vicdanla hareket etmek değil, aynı zamanda akıllıca hareket etmektir. İnsanın ölümün gölgesinde yaşadığını unutmaması, maddi ve manevi açıdan huzurlu ve mutlu olması için gereklidir. Çünkü ölümü hatırlamak insana kim olduğunu, niçin yaratıldığını ve bu dünyada niçin bulunduğunu hatırlatacaktır.

Bir başka hadis-i şerifte Allah’tan gereği gibi hayâ etmenin; “baş ve üzerindekileri, karın ve içindekileri günahtan korumak, ölümü ve toprak altında çürümeyi daima hatırlamakla” mümkün olacağı ifade edilmiştir.

İnsanoğlunu bekleyen en büyük tehlike, kendisini dünyanın sahibi zannetmesidir. Geçici olarak emaneten verilen nimet, rızık ve imkânların, insanı, tabiri caizse şımartıp yoldan çıkarmaması, nankörlük ve şükürsüzlük girdabına sürüklememesi, onun, ölüm gerçeğini asla aklından çıkarmamasına bağlıdır. Bu yüzden Allah Resulü, “lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü” sık hatırlamamızı istemiştir. (Tirmizi, Zühd, 4.)

“Gaflete dalarak gülüp oynayan, ölümü, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne kadar bedbahttır!” (Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyame, 17.) O bedbaht insan, ölümle karşı karşıya kaldığında geri döndürülmeyi isteyecektir. “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çatınca, "Rabbim! Beni geri gönder de geride bıraktığım dünyada iyi işler yapayım" der. Hayır! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Önlerinde, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Müminun, 23/99-100.)

Ölümün gölgesinde yaşayan insan için Yüce Kitabımız Kur’an’ın bir öğüdü ile yazımıza son verelim. “Ey iman edenler! Mallarınız da çocuklarınız da sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar mutlaka hüsrana uğramışlardır. Her birinize ölüm gelip, ‘Rabbim! Ne olur bana azıcık daha süre tanısan da gönüllü yardımlarda bulunsam ve iyi kişilerden olsam!’ diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan başkaları için de harcayın. Allah, eceli gelince hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.” (Münafikun, 63/9-11.)

Yüce Mevla ölümü ve hesabı unutmadığımız güzel hayatlar yaşamayı ve en güzel ölümlerle ahirete göçebilmeyi nasip eylesin.

Editör: Mehmet Çalışkan