Prof. Dr. Eyüp BAŞ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve Müslümanların Medine’ye hicret edişlerinin ikinci yılı idi. Müslümanlar, İslamiyet’i yok etmek isteyen Mekkeli müşriklerle Bedir kuyuları mevkiinde 624 yılının ramazan ayında harp yapmak mecburiyetinde kalmışlardı. Müşriklere karşı galibiyet elde edilen bu gazvede on dört Müslüman da şehit olmuştu. Bunlarla ilgili ashabı-ı kiramdan bazıları “Filanca öldü…” diyerek anlatır olmuş; kâfirler, müşrikler ve münafıklar da kendi aralarında “Bu insanlar din ve Muhammed uğruna boş yere kendilerini öldürüyorlar!” şeklinde konuşmuşlardı. 

625 yılı şevval ayında ise Mekkeli müşrikler Bedir Harbi’nde kaybettikleri yetmiş kişinin intikamını almak için Müslümanlara tekrar saldırmışlardı. Sahabe, Mekkeli müşriklere karşı şehirden çıkılmadan savunma savaşı yapılması ya da şehirden çıkılarak onlara karşı cesurca bir meydan savaşı yapılması konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) meydan savaşını savunan çoğunluğun görüşünü uygulamış ve Medine’nin 5 kilometre kuzeyindeki Uhud Dağı eteklerinde bir savaş gerçekleşmişti. Bu defa sonuç âdeta tersine dönmüş, Müslümanlar yetmiş kadar şehit vermişlerdi. Şehrin savunmasında ortak hareket etmeleri gereken Medineli müşrik ve münafıklar, savaş sonrasında “Eğer bizim dediğimize uysalardı öldürülmezlerdi.” (Âl-i İmran, 3/168.) diyerek sonuca üzülmek yerine sanki sevinmişlerdi. İşte bu gelişmeler üzerine Yüce Allah (c.c.) kendisine, Sevgili Peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve ona vahyettiği yüce davaya gönül verip canlarını feda edenler hakkında şöyle buyurdu: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler. Onlar Rableri katında rızıklandırılırlar. Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimetler ile sevinirler, arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmayan) kimselere, ‘kendileri için hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini’ müjdelemek isterler.” (Âl-i İmran, 3/169-170.)

Allah Resulü’ne (s.a.s.) vahyedilen bu ayetlerle ölüm bir anlamda yeniden tarif edilmiş, İslam’ı yeryüzüne hâkim kılma gayreti yeni bir değer kazanmıştı. Oysa bildik şekliyle ölüm, bir başka dünyanın varlığının belgelerindendi. Öteki dünyaya açılıştı. Buna göre ölüm hak, ölümden sonra hesap da haktı. İnsanoğluna yaptığı iyiliğin de kötülüğün de karşılığı zerresi dahi ihmal edilmeden verilmeliydi. (Zilzal, 99/6-8.) Aksi takdirde insan yeraltındaki tohumun yer üstündeki ağaç/bitki hâlini ve güneşli dünyayı idrak edemeyişi, onu önceden bilemeyişi gibi bu dünya için yaratılmış algılarıyla öteki dünyayı ölümden önce algılayamazdı. Bu durum insan için ipek böceğinin koza içindeki krizalit dönemi gibiydi. İpek böceği, nasıl kelebek olacağını önceden asla düşünemez, bilemezse insan da bu dünyadayken öteki dünyayı tam olarak algılayamazdı. Ancak akıl, vahiy ve peygamberlerin bildirisiyle insan öteki dünyayı sezmeye, çizgilerini fark etmeye başlayabilirdi. 
Diğer taraftan insanın ölümü fark etmesi, doğal seyrin dışında ona yönelmemesi anlamına gelmeyen bir durumdu. Çünkü insan zaman içerisinde bir inancın, fikrin veya tercihin arkasında canı pahasına durmayı da en temel özelliklerinden biri hâline getirdi. İnsanlık tarihi, bu tutumun örnekleriyle dolu olduğu gibi İslam tarihi de böyledir.

Yukarıdaki örnekler vesilesiyle Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği son din İslam’ı kabul ederek insanlık onuruna yaraşır şekilde hakkaniyetin peşine düşen Müslümanların gösterdikleri tavır, esasında “ölüm”ü anlamlı ve değerli kılmak olmuştu. Samimi Müslümanların söz konusu anlayış, çaba ve fedakârlıkları da hiç şüphesiz kaydettiğimiz ayet-i kerimelerle Yüce Allah tarafından takdir edilmiş oldu. 

İslam inanç geleneğinde söz konusu ölümsüzlük makamı “şehitlik” olarak adlandırıldı. Âl-i İmran suresinin 169. ayetine göre kendilerine ölü denilmesi yasaklanan şehitlerin diri olduğu konusu, Yüce Allah’ın (c.c.) kudretiyle gerçekleşen bir olay olarak açıklandı. Diğer bir ifadeyle Yüce Allah, şehitlerin kendi âlemlerinde canlı olduklarını ve rızıklandırıldıklarını bildirdi. Haklarında ulu orta konuşulmasından razı olmadığını, şehitlerden saygıyla söz edilmesi gerektiğini mecazi bir anlatımla beyan etti. Kur’an’da söz konusu durumun şehitlere tahsis edilmesi, onların üstünlüğünü ve şerefini açıkça göstermiş oldu. 

Yüce Allah’ın insanoğluna anlatmak istediği bir başka husus ise muhtemelen ölümü ve sonrasını anlayamadığı gibi şehadet şerbetini içmiş olanların mükâfatlandırılması ile ilgili olan süreci tahmin ve idrakten aciz oluşlarına dikkat çekmekti. Bilindiği üzere normalde ölen bir insan yemez, içmez, herhangi bir şeyden zevk almaz, sevinmez. Ayet-i kerimedeki “Onlar Rableri katında rızıklandırılırlar. Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimetler ile sevinirler.” ifadesine göre şehitler böyle değildir. Görünürde ölmüş olsalar bile esasen Allah’ın kendilerine bahşettiği özel bir hayatla diridirler. Onların hissetme, lezzet ve zevk alma kabiliyetleri vardır; Allah katında onlara bol nimetler, geniş rızıklar sunulmakta ve böylece mutlu bir hayat yaşamaktadırlar; fakat dünyadaki insanlar bunu fark edemezler. Çünkü şehitlerin hayatları mahiyet ve boyut bakımından dünyadakilerden farklıdır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), şehitlere takdir edilen yüce makamın hiç şüphesiz en çok farkında olan kişiydi. Allah’ın şehitlere verdiği değeri ve şehitlerin kazanacakları mertebeleri, “Allah yolunda öldürülmenin bir benzeri yoktur...”  sözleriyle özetleyen Allah Resulü, bizzat kendisi de zaman zaman şehitlik özlemini dile getirmişti. Bir defasında kendisini dinleyen ashabına bu arzusunu şöyle ifade etmişti: “Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim sonra diriltileyim, sonra öldürülüp tekrar diriltileyim, sonra öldürülüp tekrar diriltileyim, daha sonra tekrar öldürüleyim ve diriltileyim! Bunu ne kadar da çok isterdim.” Rahmet Elçisi’nin, şehitliği yücelten bu sözleri inananları savaşa teşvik etmek değildi aslında. Onun istediği, haklı olunan yolda sebat ve cesaret gösterilmesiydi. Nitekim o, ashabına, savaşı istememeleri ve savaşı başlatan taraf olmamaları hususunda da “Düşmanla karşılaşmayı asla istemeyin ancak karşılaştığınızda hazırlıklı ve sabırlı olun!” tavsiyesinde bulunmuştu. (Buhari, Temenni, 1; Cihad, 156.)
Allah Resulü’nün (s.a.s.) peygamberlik döneminin on üç yıllık Mekke bölümünde iki sahabe, on yıllık Medine bölümünde ise yüz yetmiş dört olmak üzere toplam yüz yetmiş altı sahabe şehit edilmişti. Sevgili Peygamberimiz Allah’ın (c.c.) şehitlere verdiği değeri her zaman önemsemiş, toplumun içindeki özellikle şehit aile ve çocuklarına özel ilgi göstermeyi ihmal etmemişti. Onlara manevi destekte bulunduğu kadar elinden geldiğince maddi yardımı da esirgemedi. Duruma göre bazen muhtaç olanları doğrudan himayesi altına aldı, bazen onların kederlerine gözyaşlarıyla ortak oldu. Şehitlerin ahiretteki yüksek payelerini hatırlatarak geride kalan yakınlarını daima teselli etti. Onun bu sünneti Müslümanlarca her zaman örnek alınan bir husus oldu. 

Netice itibarıyla Yüce Yaradan’ın (c.c.) kendisine bahşettiği canı korumak, en önemlisi de insan onuruna yaraşır bir şekilde korumak ve yaratıcıya tekrar teslim etmek dinimizde çok önemsenen bir husus olageldi. Bunun için Müslüman toplumların hemen hepsinin kültüründe can, insana yaratıcının verdiği bir emanet olarak görüldü. Anadolu insanımızın dilinde yer eden “Rabbim emanetini aldı.”, “Allah, emanetini iman ve Kur’an’la teslim etmeyi nasip eylesin.” ifadeleri aslında söz konusu inancın içselleştirilmiş tezahüründen başka bir şey değildir.  Ancak insanımız bu durumun en kıymetli hâlini, yani can emanetini Rabbine teslim etmenin en kutsal şeklini ise şehitlik vesilesiyle teslim etmek olarak benimsemiş, bunu bir övünç vesilesi saymıştır. Bunun içindir ki vatan ve din savunmasında yüzyıllardır verilen nice can için anne babaların, eşlerin, evlatların, kardeşlerin, akrabaların ve milletimizin her bir ferdinin isyandan uzak metanetli duruşu dillere destandır. Bu vesileyle bütün şehitlerimizin ruhu şâd olsun.

Editör: Mehmet Çalışkan