Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi

Hidayet, Allah’ın insana doğru yolu göstermesidir. İnsan ancak, hidayetle kendini güvende hissedebilir. İlahi risaletin tarihinde bu yol gösterme faaliyeti, mecazi anlamda başta bizzat Kur’an olmak üzere; peygamberler, akıl, kozmolojik ayetler, Kâbe ve âlimler gibi vasıtalarla gerçekleştirilmiştir. Hidayet vasıtaları içerisinde yer alan peygamberlerin hidayeti;  sebeplilik ve çağrıya dayanır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili pek çok ayet vardır. Bunlardan bazı misaller şöyledir: “Her kavmin bir yol göstericisi vardır.” (Rad, 13/7.)  “Hiçbir ümmet yoktur ki ona uyarıcı gönderilmiş olmasın.” (Fatır, 35/24.) Bu ayetlerden açıkça anlıyoruz ki Allah toplumları bilgilendirmek için, onların içinden; akıl, doğruluk, güvenilirlik, temizlik, ileri görüşlülük ve cesaretlilik gibi üstün yetenek ve faziletlere sahip kimselerden peygamberler seçip göndermiştir. Peygamberlik çalışıp çabalamakla elde edilmez, ilahi bir hibedir. Allah, insanlar içerisinden istediği kullarını bu işle görevlendirmiştir. Artık Hz. Peygamberle birlikte nübüvvet kapısı kapanmıştır. (Ahzab, 33/40.)

Tevhit mücadelesinin tarihinde büyük rol oynamış olan ve sayıları kesin olarak bize bildirilmeyen Peygamberlerden her biri, insanları doğru yola götüren önderler olmakla kalmamışlar, bizzat örnek davranışlarıyla da toplumlarına model oluşturmuşlardır. Zira cemiyette insanlar, soyut düşüncelerden daha çok, somut davranışlardan hoşlanırlar. İşte bu maksatla Yüce Allah, ilahi öğretileri peygamberlerine indirmiş,  bu Allah elçileri de öğretileri toplumlarına duyurmakla birlikte, bizzat yaşayarak güzel örneklikte bulunmuşlardır. (Maide, 5/67; Nahl, 16/44; Bakara, 2/129.) İşte ilahi vahyin uygulanması, peygamberler vasıtasıyla sonraki nesillere böyle aktarılmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin şahsında yaşanılan Müslümanlık örnekliği şöyle açıklanmaktadır: “Onları, buyruğumuz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik.” (Enbiya, 20/73.) Bütün peygamberler, Allah’tan aldıkları ilahi öğretiyi, eksiltme ve artırma yapmadan, doğrudan insanlara iletmişler, aynı zamanda onun ilk açıklamasını da yapmışlardır. Bu açıdan peygamberler, ilahi mesajın ilk yorumcuları olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin beyan vasfına işaret eden ayetlerden birisi şöyledir: “İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatsın diye sana da Kur’an-ı Kerim’i indirdik.” (Nahl, 16/44.) Elbette peygamberlerin misyonu sadece inen sure ve ayetleri topluma iletmek ve açıklamaktan ibaret değildir; aksine, tebliğ ve beyanla birlikte temsil görevini de yerine getirmektir. (Ahzab, 33/21.)

Vahiyde nübüvvetin rolü

Diğer yandan, vahiyde de peygamberlerin büyük rolü olmuştur. Vahiy, nübüvvet temeli üzerine bina edilmiştir. Vahyin hakikatini Yüce Allah, mahiyetini de peygamber bilir. Biz ise peygamberin haber verdiği kadar bilebilir ve o şekilde inanırız. Çünkü el-Kitab’ın içeriği,  onun tarafından bize iletilmiş ve açıklanmıştır.  Bu açıdan peygamberlerin hayatında dinin şekil yönüyle temsil edilişi, peygamberlerin uygulamasıyla açığa çıkmıştır. Hatta buradan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İslam toplumlarında vahyin şekil/form olarak görünürlüğü, nebevi sünnete dayanır. Çünkü nebevi sünnet, vahyin peygamberin hayatında ete-kemiğe bürünmüş hâlidir. Bunun örneklerini; dinî uygulamalardan mimariye, sanattan edebiyata, yemek kültüründen kıyafete, musikiden güzel yazıya, spordan eğlenceye vb. varıncaya kadar görmek mümkündür. Bu sebeple aynı zamanda peygamberin nebevi sünneti, Müslümanların görünür ve görünmez alandaki vahdetinin/birlikteliğinin de bir güvencesidir.

Bilindiği gibi, gerek İslam’ın ilk yıllarında putperestlerin ve gerekse bütün çağlarda İslam karşıtı çevrelerin en çok saldırıları, Hz. Peygamber üzerinden nübüvvete yönelik gerçekleştirilmiştir. Bunun temel sebebi,  ona duyulan içten sevgi ve bağlılık duygusunun bütün Müslümanların gönüllerinde taht kurmuş olmasıdır. Gönüllerden, onun sevgisi yıkılmadıkça, nübüvvet binasında bir gedik açmak mümkün değildir. Onlar yine çok iyi biliyorlar ki nübüvvet binasında bir gedik açmak demek,  dolaylı olarak vahyin kalbinde bir gedik açmak anlamına gelmektedir. Bundan dolayı hâlâ bazı müsteşrikler tarafından hem Hz. Peygamber hem vahiy hem de vahiy kâtipliği yapmış olan bazı sahabeler üzerinde güvensizlik oluşturmak adına fikri ve kültürel saldırılar sürdürülmektedir. Ama artık 1400 yıllık İslam tarihinde bu din; İslami ilimler, sanat, edebiyat ve medeniyet alanında bir tecrübe oluşturmuştur. Dolayısıyla tarihe mal olmuş bu tecrübe alanını topyekûn tasfiye etmek imkânsızdır.

İslam inancına göre, insanın ruhsal açıdan olgunlaşabilmesi; bir ve tek olan Allah’a sağlam bir inançla bağlı olmasını gerektirir. Hurafesiz, sağlam ve doğru dinî bilgilerle kuşanmış, iyi ve güzel ahlak sahibi bir insanın yetişebileceği yegâne ortam, nübüvvetin yeşerttiği ortamdır. Bu sebeple peygamberlerin toplumlarına ilk çağrısı, daima Allah’ın birliği ilkesine ve sadece O’na kullukta bulunmaya yöneliktir. (Bakara, 2/21.) Zira İslam dininde, içinde peygamberlere imanın da yer aldığı inanç esasları, bir binanın temelleri gibi kabul edilmiştir. İmanın temeli, doğru dinî bilgi malzemeleriyle ne kadar sağlam atılırsa, insanın ruhen Allah’a yükselmesi, kötü duygu ve düşüncelere karşı mukavemeti de o ölçüde kuvvetli olacaktır. İşte Allah’a giden yolda dinî açıdan sorumlulukların neler olduğunu salt saf akılla bulmak mümkün değildir. Bu konularda nübüvvete ihtiyaç vardır. İnsan akıl yardımıyla, Allah’ı, nübüvvetin gerekliliğini, hayatta iyi ve kötü, faydalı ve zararlı olan şeyleri bilebilir. Ancak; namazın nasıl kılınacağını, kaç rekât olduğunu, zekâtın hangi mallardan ne miktarda verileceğini, hac ibadetinin nasıl yapılacağını peygamberimizin açıklama ve uygulamalarıyla öğrenebilir. Yine günlük hayatla ilgili helal ve haramlar gibi birçok konuda peygamberimizin açıklamalarına ihtiyacımız vardır. (Araf, 7/157.) Bundan dolayı, Allah’ın ilahî mesajı olan vahiy, dinin teorik yanını oluştururken, Hz. Peygamberin nebevi sünneti dediğimiz söz, takrir ve uygulamaları, dinin pratik yönünü teşkil eder. Elbette Kur’an okunduğu zaman her insanın anlayabileceği öğütleri içeren ayetler olduğu gibi, anlaşılması ayrı bir ilim ve uzmanlığı gerektirecek ayetler de vardır. Bundan dolayı, Kur’an’ın anlaşılmasında Hz. Peygamberin nebevi sünnetinden yararlanmadan,  doğrudan Kur’an’ı salt aklıyla bir bütün olarak anlamaya kalkmak sorunları artıracaktır. Bu açıdan Kur’an’ın anlaşılmasında Peygamberimizin sünnetinin değeri çok büyüktür. Maalesef son yıllarda sünnetin anlaşılmasında Batı kaynaklı tarihselcilik tartışmalarının, olabildiğince sünnetin değerini ve ağırlığını düşürmeye hizmet etmiş olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü bu düşüncede, vahiy ve nebevi sünnet yayıldığı toplumların somut tarihine bağlanmıştır. Tarihselcilik anlayışına göre, her dönem kendi değerleriyle vardır. Geçmişte değerli olmuş olan hükümler ve görüşler bugün için bir anlam ifade etmeyebilir. Dolayısıyla tarihselciliğin arka planında izafilik yatmaktadır. Bu da hakikatin mutlaklığına ve evrenselliğine gölge düşürür. Çünkü tarihselciliğe göre hakikat dönemseldir. Özellikle Kur’an açısından olaya baktığımız zaman, böyle bir bakış açısı, İslam’ın mesajının belirleyiciliğini belli bir mekân ve belli bir tarihi zaman dilimine hapseder. İslam tarihinde ünlü muhaddis Ahmed b. Hanbel’in, Mutezile’nin “Yaratılmış Kur’an” tezine karşı çıkmasının gerekçesinin arkasında bu endişe vardır.  Maalesef bugün bu düşünceyi savunanlar nezdindeki bu hastalıklı görüş, Müslümanların gitgide vahye ve nebevi sünnete bakışları konusunda ikircikli bir durum ortaya çıkarmaya başlamıştır.

İnsanlık değerler alanında peygamberlerin getirdiklerine muhtaçtır

İnsanlık, bugün olduğu gibi yarın da değerler alanında peygamberlerin getirdiklerine muhtaçtır. Eğer, nübüvvete ait bir başlangıç, nebevi bir ilk hareket olmasaydı, beşerî bir medeniyetin meydana gelmesi mümkün olamazdı. İnsanlığın bugün sahip olduğu teknik medeniyet, ilahî yol gösteyle gelişip ilerlemeler kaydederek günümüzdeki mükemmel seviyesine ulaşmıştır. Eğer hâlâ, yaşadığımız yüzyılda dinle sorunlu toplumlarda bile; helal kazanç, emeğe saygı,  ailenin mahremiyeti ve önemi, adalet, danışma, yardımlaşma, affetme, merhamet, iyilik duygusu, barış, ötekine saygı, hukukun üstünlüğü, hoşgörü gibi değerler varsa, bütün bunlar o toplumun kültür haritası içerisinde kalmış nübüvvetin kalıtımsal mirasının bir göstergesidir. Temiz fıtrata dayalı hiçbir insan, bu değerlerin anlamsızlığını savunamaz. Şayet bu değerler birtakım toplumlarda bugün için anlam bulmuyorsa bile bu asla o değerlerin anlamsız olduğunu göstermez. Gerçekten de Kur’an’da her peygamberin kendi döneminde toplumlarının hem ahlaki alanda, hem içtimai hem de kalkınma ve uygarlık yolunda gelişmeleri için farklı örneklikleri anlatılmıştır. Bu bağlamda, Hz. İbrahim akıl devriminin mimarı, Hz. Lut ahlaki öğretilerin temsilcisi, Hz. Davud uygarlığın ham maddesi demirin nasıl işleneceğinin, savaş aletlerinin nasıl yapılacağının öncüsü olarak gösterilmiştir. Peygamberler, ideal toplum hayatında huzurlu bir yaşam biçiminin eksenine “tevhit, adalet ve hakkaniyet ilkesini” koymak gerektiğini de öğretmişlerdir. Şu ayet, evrensel değerler alanında bu gerçeği çok güzel anlatır: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor. (Nahl, 16/90.)” Bu ayette de özetle görüldüğü gibi; huzurlu ve moral açısından yüksek bir toplum modeline ancak; adalet, eşitlik ve hak edilen ölçülerde iyiliklerin taksimatı ile ulaşılabileceğinin bilgisi iletilmiş, toplumların sosyal ve ahlaki anlamda çöküş ve yıkılış sebepleri dile getirilmiştir. Dolayısıyla, evrensel değerler, bütün insanlığı kuşatır; kişiden kişiye, mekândan mekâna, çağdan çağa değişiklik göstermez. Her yerde, her ortam ve zaman diliminde gerek anlayış gerekse uygulama düzleminde geçerliliğini korur.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, peygamberler en büyük eğitimcilerdir. Onlar Allah’tan aldıkları ilahi vahye ekleme ve çıkarma yapmadan olduğu gibi mana ve lafız olarak toplumlara iletmişlerdir. Bu konuda onların görevi; tebliğ, tebyin ve temsildir. Minarelerin ve yüksek binaların tepesindeki paratoner neyi ifade ediyorsa, nübüvvet kurumu da toplumların hayatında: dinî, ahlaki, kültürel ve içtimai alandaki devamlılıkları için o görevi ifade eder. O hâlde, toplum olarak, başta Hz. Peygamber olmak üzere, Kur’an’da örnek davranışları anlatılan ve tarih boyunca, insanlığın ilim, irfan, adalet, yüksek ahlak ve faziletle donanmasında getirdikleri öğretilerle örnek olmuş bu seçkin şahsiyetlere iyi kulak vermeli ve onların öğreti ve hayatlarından davranış modelleri çıkarmalıyız. Yoksa sadece “peygamberlere iman ettim demek” yetmez,  “peygamberlere iman etmem bana neyi gerektirir?” sorusuna verilecek cevap, asıl maksadı ortaya koyacaktır.

Editör: Mehmet Çalışkan