Mehmet KAHRAMAN

“Bir vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister.” Övünmek için, gelecek güvencesi için, rahat yaşamak için sürekli biriktirir. Biriktirme bir oyalamaya dönüşür, zamanla hem zihin hem de gönül yorulur. Din sükûnete ve dinginliğe çağırır. Ancak mutmain bir kalp Allah’a yol alabilir. Rene Guenon’un dediği gibi “madde özü itibarıyla çokluk ve bölünme” demektir. (Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, s.73.) Çok eşyaya sahip olmak insanda bölünme yaratır, yani insan kendi bütünlüğünden kopar. Gayesi mal sevdasına dönüşür. Amaç ve araç zamanla yer değiştirir. Kışkırtıcı bir sahip olma arzusu duyar. Rahatlık, lüks, konfor bir süre sonra hâliyle yozlaşma meydana getirir. Kişi kabul etmese bile artık irade gücünü kaybetmeye başlar. Bunun en güzel örneğini Bakara suresinin 249. ayetinde Cenab-ı Allah (c.c.) anlatır: “Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir.’ dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, ‘Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok.’ dediler. Kendilerinin Allah'a kavuşacağını bilenler ise: ‘Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir.’ dediler.”

Allah bizi her türlü sınamaya tabi tutar. Burada verilen örneği ibret nazarından geçirip bize ne mesaj veriyor diye okuduğumuzda ne çıkar karşımıza? O nehri dünya hayatı olarak alırsak, dünyadan bir avuçtan fazla içen yani ihtiyacından fazlasını harcayan insanın imtihanı geçmesinin kolay olmayacağını anlayabilir miyiz? Dolu bir mide, meşgul bir zihin ve dünyayı yüklenmiş bir kalple nehri geçebilir miyiz? İhtiyaçtan fazlasını tüketmek yılgınlık, tembellik, uyuşukluk verir. Doyduğunu, kandığını hissetmez insan ve hep daha çoğuna talip olur.

Bize pompalanan mesaj budur: Kendini iyi hissetmek için daha fazla tüket. Bu yüzden günümüz insanı canı sıkılınca, morali bozulunca alışveriş yapmaya gider. Alır veya almaz ama mutlaka AVM’lere gezmeye gidilir. İhtiyaç olmasa bile dolaşırken hoşa giden şeyler dikkat çeker ve gördükleri onu tahrik eder. Gönüllü bir kandırmacadır bu; bize kendimizi iyi hissettirecek hikâyeler satarlar. Kapitalizmin pazarlama taktiği herkesi etkisi altına alır. Satmak, para kazanmak için insanın duygularıyla oynarlar ve biz de duygularımızla oynandığının farkına varmadan bu tuzağa düşeriz. “Tanrıya teslim olmayan eşyayı teslim alamaz.” der Sezai Karakoç. (Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları, s. 115.) Zaten Allah’a yönelen kişi de eşyanın peşine düşmez. Eşya bir araçtır, bir gölgelik olan dünya hayatını devam ettirecek bir araç. Bu yüzden, “Manevi olan maddi olana kılavuzluk etmek zorundadır.” (Rene Guenon, a.g.e., s. 111.) Ölçü, konu komşu, eş dost değil manevi olandır; o şunu almış, bu bunu almış düşüncesiyle hareket etmek Müslümanca bir davranış değildir. Zengin olmamız bizi haklı çıkarmaz. Tüketmek değil tüketmemek esastır. Asıl zengin çok parası olan değil en az şeye ihtiyaç duyandır. Günümüz insanının çok ihtiyacı var ve ihtiyaçlar hiç bitmiyor. Ne almışız diye fişe baktığımızda hepsi de normal geliyor, fazladan bir şey almamışız, diyoruz. Evet, hepsi alımlı, güzel şeyler fakat elimizi vicdanımıza koyup düşündüğümüzde gerekli olmayan o kadar çok şey almışız ki onları nasıl aklayabiliriz!

Mesele almak, satmak, hayattan keyif almak meselesi değil; bizi Allah’a giden yolda ona ulaşmaktan alıkoyan şeylerdir. Farkında değiliz ya da böyle yaşamak hoşumuza gittiği için bilmiyormuş gibi yapıyoruz. Fakat biz modernizmin kelimeleriyle kendimizi açıklamaya çalışıyoruz. Hız, haz ve tüketme odaklı bir hayat yaşıyoruz. Tüketince mutlu olup kendimizi değerli hissediyoruz. Oysa “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28.) Müslüman'ın hâli ılık sudaki kurbağanın hâli gibi; giderek reflekslerimizden uzaklaşıyoruz. “Bir insanın ihtiyaçları ne kadar çok olursa bazı şeylerden o kadar mahrum olacaktır, dolayısıyla o kadar da mutsuz olacaktır.” (Rene Guenon, a.g.e., s. 144.) Eşya, istek, beklenti, hedefler bizi manevi olandan mahrum ediyor. Tepki verecek, direnç gösterecek, iyi işler yapacak ne enerjimiz var ne de gücümüz. Bize nimet, güzellik diye sunulan şeylerin aslında külfet olduğunu anlayabilirsek İslam’ın neşesini kalbimizde duyabiliriz ancak.

Burada iki mesele ortaya çıkıyor zannımca: bilmek ve uygulamak. Bilmek konusunda bir endişemiz yok. Her şeyi biliyoruz aslında. Fakat bizi harekete geçirmeyen bir güç var, nedir o? Biliyoruz ama bir türlü uygulayamıyoruz. Asıl çelişkiyi burada yaşıyoruz, bir tarafta gönlümüz bir tarafta zihin ve istekler. Çünkü dile getirmesek de böyle yaşamak hoşumuza gidiyor. Lüksü ve rahatı kim istemez! Sıcak ortamlar, kuş tüyü yataklar, leziz yemekler, gösterişli elbiseler; insana cazip gelen şeyler bunlar. İtiraf edelim, bunlardan vazgeçmek istemiyoruz. Maalesef eşyanın, hazzın esiriyiz ama kabul etmiyoruz. Sonra kendimizi haklı çıkarmak için bahaneler üretiyor, Müslüman fakir mi olmalı gibi sorularla vaziyeti idare etmeye kalkıyoruz. Yine de kalbimiz mutmain olmuyor. Rene Guenon’un şu cümlesi daha açıklayıcı sanırım: “Modern insan kendini hakikat seviyesine çıkaracağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmek istemektedir.” (Rene Guenon, a.g.e., s. 109.) Hakikat seviyesine çıkmak emek ister, fedakârlık ister; oysa hakikati kendi seviyesine indirdiğinde insan kendini her şeye hakkı var sanacak, yaşadığı gibi inanmaya devam edecektir.

O meşhur menkıbede, “Damda deve arıyorum.” diyen adama İbrahim Ethem, “Hey şaşkın, damda deve mi olur!” diye mukabelede bulunur. Adam şöyle der: “Sen taht ve süslü elbiseler içinde Allah'ı arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acayip?” Nurettin Topçu’ya göre, “İnsanın cevheri hareketidir, yaptığı ne ise insan odur.” (Nurettin Topçu, Varoluş Felsefesi- Hareket Felsefesi s. 127.) Yaptıklarımız bizi biz yapan şeylerdir. Kendimizi neyle tanımlıyoruz? İnsan neyle sınanıyor? Müslüman kendine nimet diye sunulanlara “İsyan Ahlakı’yla” karşı durabilmeli. Bu nedenle sağlam iradeye ihtiyacı vardır. Ancak iradeli duruş ile çağın hengâmesine karşı durabiliriz.

Hepimiz, bizi Allah’a götüren yola talibiz. Sözlerimizle bunu ikrar ediyoruz. Peki, davranışlarımız bu hususta ne diyor? İnsanı anlamak için onun fiillerine bakmak gerekir. Söz ve eylem bütünlüğü oluştuğunda gerçek anlam çıkar ortaya. Bugün modern satış yöntemlerine teslim olmuş bireylerin hakikat yoluna ermesi ne kadar mümkün? Manevi olanın rehberliği mi hayatımızı yönlendiriyor yoksa maddeninki mi? Yanıtı başkasına değil kendi gönlümüze vereceğiz. Kendimizi kandırmayalım. Toplumsal bir refleksle hareket edebilsek, satış tekniklerine yenilmeden birlikte yol alabilsek Müslümanca bir hayat yaşamamız daha kolay olur diye düşünüyorum. Herkes birbirinden gördüğünü yapmaya çalışıyor; onun var benim neden yok mantığı bizi bir yere götürmez. İhtiyaç olarak hissettiklerimizin önemli bir kısmının suni olduğunu idrak ettiğimizde bilinçli bir tüketimle bu açmazdan kurtarabiliriz yakamızı. Hakkı ve sabrı tavsiye etmek her bakımdan gerekli. İşin esası, dünya meşguliyeti hem zihnimizi hem de gönlümüzü yoruyor.

Editör: Mehmet Çalışkan