Dr. Mehmet BULUT
DİB Emekli Başkanlık Müşaviri

Dergimizin Ekim 2018 tarihli sayısında, Reisliğin kuruluşundan 1950’ye kadar olan dönemde müftülerin seçim ve tayinleri üzerinde durmuştum. Bu yazıda ise aynı süreçteki müftüler ve müftülük hizmetlerinden söz etmek istiyorum.

Tarih boyunca fetva görevi daha çok “müftü” olarak adlandırılan şahıslar tarafından ifa edilmiştir. Bireylerin ve kurumların dinî müşküllerine cevap arayan kişiler olan müftüler, içinde bulundukları toplumun önde gelen kişileri olmuşlardır. Nitekim tarihte olduğu gibi, Reislik de her daim müftülere ve hizmetlerine ayrı bir önem atfetmiş, çeşitli vesilelerle müftüleri “makam-ı riyasetin mümessilleri” olarak tanımlamıştır. Keza, insanımızın bu hizmet erbabına ilgi ve hürmeti devam etmiştir.

Hem Osmanlı memleketlerinde hem de Cumhuriyet dönemi Türkiye sınırları dâhilinde yasal bir gereklilik olarak (2800 sayılı Reisliğin ilk teşkilat kanununun 4. maddesi) her vilayet ve kazada birer müftü kadrosu bulunmuştur. Mesela ülkemizde 1925 yılı itibarıyla 408 müftü, 54 müftü müsevvidi bulunurken 1950’de 479 müftü kadrosu bulunmaktaydı. Müftüler başından itibaren devlet memuru pozisyonunda olmuşlardır. Ancak bu şahıslar, görev ve yetkileri hukuki olarak belirlenmiş genel memur kapsamında değil, temsil sıfatını haiz ve şeri ıstılahta da “memur” sıfatının aksine “ifta ile mezun” kişilerdir. Savunulan fikre göre, müftülerin devletçe belli ödeneklerle görevlendirilmiş olmaları, onların hakiki temsil durumlarına halel getirmeyeceği gibi bir keyfiyet olarak mahalli meclislerdeki sıfatları da temsil durumlarının zaruri bir sonucudur. Nitekim Reislik de müftülüğü bir “fekahet ve ifta” memuriyeti olarak nitelemiştir.

Osmanlının son dönemlerinde, 1913 ve 1917 yıllarında müftülerin görev ve yetkilerine ilişkin tanzim edilmiş yasal düzenlemelerdeki hükümler, bu alanda Reislikçe yeni mevzuat yapılıncaya kadar Reislikte de geçerli olmuştur. Reisliğin genel yasal düzenlemelerinde müftülere yer verildiği gibi müftüler için ayrı düzenlemeler de yapılabilmiş, bu düzenlemelerde müftülerin görev ve yetkileri, çalışma tarzları belli prosedürlere bağlanmıştır. 14 Haziran 1935 tarih ve 2800 sayılı kanun gereği hazırlanan 1937 tarihli Diyanet İşleri Reisliği Teşkilatının Vazifelerini Gösterir Nizamnamenin 8. maddesinde müftülerin, 9. maddesinde de müftü müsevvitlerinin görevleri tadat edilmiştir. Bu nizamnameye dayanarak, müftülerin görev ve hizmetlerini dinî soruların cevaplandırılması, irşad faaliyetleri, idari görevler, ihtida işlemleri şeklinde özetlemek mümkündür. Reisliğin müftülüklere gönderdiği ve uzun yıllar âdeta bir tüzük işlevi gören 18 Şubat 1946 tarihli genelgede de müftülük hizmetleri benzer şekilde sıralanmıştı: İnanç ve ibadetle ilgili soruların cevaplandırılması, resmî yazışmalar, mahkemelerden ve tapu dairelerinden gelen taleplere resmen cevap verilmesi, Medeni Kanun öncesine ait olmak şartıyla kişilerce miras konusunda yazılı sorulan sorulara yazılı, şifahi sorulan sorulara da şifahi cevap verilmesi, vaaz hizmetlerinin organizesi, ihtida işlemleri, hademe-i hayratla ilgili işlemler.

Tarihten tevarüs eden şekliyle müftülerin en temel görevi fetva vermek, fert ve toplumun dinî ve dünyevi müşküllerine cevap aramak olmuştur. Ancak Cumhuriyet döneminde, merkezde Müşavere Heyeti’nin taşrada ise müftülerin cevaplandırabilecekleri konulara sınırlama getirilmiş, ayrıca bu ameliye için resmî yazışmalarda “fetva” kavramı da kullanılmamıştır. Başta kuruluş kanunu Reisliğin görevini, dinin inanç ve ibadetleriyle ilgili işleri yürütmek şeklinde tahdit etmişti. Sözü edilen tüzükte de müftülerin bu görevi, inanç ve ibadetlerle Medeni Kanun’un neşrinden önceki zamana ait vasiyet ve miras gibi hususlara dair sorulacak soruları resen cevaplandırmak veya Reislikten alacakları cevapları ilgililere aktarmak şeklinde ifade edilmişti. Buna göre müftülerin söz konusu asli görevi, “dinin inanç ve ibadetlerine ilişkin soruların cevaplandırılması” şeklinde ifade edilebilir. Bununla birlikte müftüler, Medeni Kanun’un sonrasına ait olsa da miras ve nikâhla ilgili sorulara yazılı olarak değil ama şifahi cevaplar her zaman verebilmişlerdir. Buna, muamelatla ilgili diğer sorular da dâhil edilebilir.

Yukarıda sözü edilen mevzuattan hareketle, dinî soruların müftülerce cevaplandırılması şifahi ve yazılı olmak üzere iki kısımda ele alınabilir. Şifahi cevapların vatandaşlar için söz konusu olduğu, dönemin iletişim şartları itibarıyla halkın müftülere daha çok bizzat müracaat ederek sorularını şifahi sordukları, müftülerin de müsteftilere şifahi cevaplar verdikleri izahtan varestedir. Bilhassa resmî makamlar ve bazen vatandaşların müftülere yazılı olarak gönderdikleri soruların yine yazılı olarak cevaplandırıldığı ise kuşkusuzdur. Öte yandan, kişilerce yazılı olarak sorulmuş olsa bile bunlara yazılı olarak cevap verilmesinde birtakım mahzurların mülahaza edilmesi hâlinde, ilgili, müftülüğe davet edilerek sorusuna şifahi cevap verilebilmiştir.
Müftüler bazen kendilerine sorulan soruları cevaplandırmak üzere Reislik makamına gönderebilmiştir. Ancak bir müftü tarafından rahatlıkla cevaplandırılabilecek nitelikte soruların merkeze gönderilmesini Müşavere Heyeti’nin hoş karşılamadığını, hatta müftülerin bu konuda zaman zaman ikaz edildiğini öğreniyoruz. Öte yandan doğrudan Reisliğe gönderilmiş vatandaş sorularının bir kısmı da cevaplandırılmak üzere sorunun geldiği mahallin müftülüğüne havale edilebilmiştir. Bu dönemde Reislik prensip olarak halkın sorularının mahalli müftülüklerce cevaplandırılmasını esas almıştır. Nitekim 1940’lı yılların sonuna kadar dinî soruların daha çok müftülerce cevaplandırıldığını görüyoruz. Öyle ki 1920’li, 1930’lu yıllara ait Müşavere Heyeti kararları incelendiğinde de dinî sorulara Heyetçe verilen cevapların azlığı görülecektir. Ancak müftülerin bilhassa dinî soruların cevaplandırılmasına ilişkin görevlerinde Müşavere Heyeti’nin aldığı kararlar büyük bir önemi haizdir. Başta mahkemeler olmak üzere resmî makamlardan gönderilen soruların cevaplandırılması ya da bazı davalarda bilirkişi olarak bulunmaları da müftülerin görevleri arasında olmuştur.

Yukarıda sözü edilen tüzükte inanç ve ibadet konularında bizzat vaaz etmek veya vaizlere vaaz konuları tertip etmek de müftülerin asli görevleri arasında sayılmıştır. Buna göre müftülerin irşad görevi de süreçte önem arz etmiştir. Hatta yıllara göre bu hizmetleri daha fazla öne çıkabilmiştir. 1945 yılında A. Hamdi Akseki imzasıyla tamim edilen 583 sayılı Müftü ve Vaizlerin Ödevleri Hakkında Açıklama’nın bir yerinde şöyle deniyordu: “Müftülerimizin fetvahaneleri birer ilim ve müzakere meclisi olmalıdır. Memleketin ilim adamları orada toplanarak birbirinden istifade ve istifaza etmeli, kendi bilgilerinden hususi surette başkalarını da faydalandırmalıdırlar.”

Müftüler aynı zamanda birer idarecidir ve üzerlerine terettüp eden idari görevler de bulunmaktadır. Dönem itibarıyla bu görevleri teferruatlı sayılmaz. 1950 öncesi itibarıyla müftülerin icra ettikleri idari nitelikteki görev ve hizmetler, vaiz ve dersiamların murakabesi, aday vaizlerin asalet tasdiklerinin teklifi, il ve ilçelerde hayrat hademesinin işlerini görmek üzere oluşturulan encümenlerde bulunmak, köylerde imamlık yapacaklar için buyrultu vermek şeklinde özetlenebilir. Bilindiği gibi, günümüze doğru geldikçe müftülerin idari görevleri daha ağırlık kazanmıştır. Sözünü ettiğimiz süreçte müftüler hayrat hademesi kapsamındaki cami görevlilerinin doğrudan amiri değillerdir; sadece, cami görevlileri için oluşturulan encümenlere başkanlık yapabilmişlerdir. Nitekim 12 Ağustos 1928 tarih ve 6995 numaralı Cami Hademeleri Nizamnamesinde, hayrat hademesine ilişkin işleri yürütmek üzere vilayet ve kazalarda oluşturulacak encümenlerin müftülerin riyasetinde teşkil edeceği hükmü yer almıştı. Ancak 1932 ve 1935 yıllarında Vakıflar idaresince hazırlanan tüzüklerde müftülerin bu baptaki yetkileri daraltılmış, sözü edilen komisyonların il ve ilçelerde Evkaf müdür ve memurlarının başkanlığında oluşacağı, müftülerin ise aza olarak yer alacakları hükmü getirilmiştir. 1932 tarihli nizamnameye ilave edilen bir maddeyle cami görevlilerinin murakabesi de Evkaf Umum Müdürlüğüne verilmiş ancak vaiz ve dersiamların murakabesinin Diyanet İşleri Reisliğine ait olduğu belirtilmiştir. 1935 tarihli tüzükte de benzer hükümler yer almış, ayrıca vaizlerle hatiplerin vaaz ve hutbelerinin Diyanet İşleri Reisliğinin temsilcileri olan müftülerce murakabe edileceği kaydedilmiştir.

18 Mart 1924 tarih ve 442 sayılı Köy Kanunu’nun 83. maddesiyle köylerde imamlık yapacaklara “buyrultu” verme görev ve yetkisinin müftülere ait olduğu tasrih edilmiştir. Reislik teşkilat kanununda geniş çaplı ve önemli değişiklikler yapan 23 Mart 1950 tarih ve 5634 sayılı kanunun 4. maddesi, hayrat hademesinin idaresinin mahallinde müftülerin başkanlığında oluşacak komisyonlar tarafından yapılacağını, komisyon kararlarının Başkanlığın tasdikiyle tekemmül edeceğini amirdi; 6. maddesi ise köylerde imamlık yapabilmenin Diyanet İşleri Başkanlığının veya yetkili kıldığı müftülerin iznine bağlı olduğu tasrih edilmiştir.

Günümüzde olduğu gibi, müftülüklerin bu süreçteki görevlerinden biri de ihtida işlemleri olmuştur. Bu görev, ihtida için müracaat edenlere usulü veçhile İslam dinini telkin etmek ve gerekli vesikayı vermektir. Bu görevin, Reislik yanında İçişleri Bakanlığıyla ilgili bir boyutu da vardır. Nitekim müftüler bu görevlerini, İslam dinini kabul edenlere tatbik edilecek usul hakkındaki 20 Nisan 1929 tarih ve 1347 sayılı Dâhiliye Vekâleti Talimatnamesi ve verilen emirler çerçevesinde yerine getirmişlerdir. Yapılan işlemler “İhtida Kayıt Defteri”ne kaydedilmiştir.

Sayılan görevler dışında dönemde müftülerin istisnai ve mahalli bazı görevleri de olmuştur. Az rastlansa da kuruluş yıllarında bazı müftüler, asli görevleri yanında ve müftülük hizmetini aksatmayacak şekilde uhdelerinde bazen vaizlik, imamlık, hatiplik, kürsü şeyhliği gibi görevler bulundurabilmişlerdir. Dönemdeki mevzuat buna imkân tanımıştır. Burada sözü edilen görevler, bir müftünün zaman zaman ve icap ettiğinde bulunduğu hizmetler değil, ikinci bir iş olarak üstlendiği ve dolayısıyla ayrıca ücret aldığı hizmetlerdir. Mesela akşam ve yatsı namazlarıyla sınırlı olmak üzere, uhdelerinde imamet ciheti bulunan müftülerin, müftülük görevleri hasebiyle bu görevlerini bırakmaları gerekip gerekmediğini soran bir müftülüğe Reislik, soruda sözü edildiği şekilde, müftülük memuriyetini aksatmayan vakitlerde yerine getirilen imamlık görevini müftülerin bırakmaları gerekmediğini bildirmişti. Ancak, mesela 1948’de alınan bir Müşavere Heyeti kararında, vaizlik, müftünün vazifesi cümlesinden olduğundan ayrıca bir memuriyet olan vaizlik ile müftülüğün birleştirilemeyeceği, yalnız vakıflara ait vaizlik ciheti verilebileceği belirtilmiştir.

Sınır il ve ilçelerde görev yapan müftülerin, Arapça resmî yazıları tercüme etmeleri de müftülerin istisnai ve mahalli görevleri çerçevesinde değerlendirilebilir. 

Birden fazla yazı konusu olabilecek meseleleri bir yazıda özetlemeye çalıştım. Hâliyle ele aldığım meseleleri örneklendirme imkânı olmadı.

Sonuç olarak belirtmek isterim ki 1950 öncesinin bütün olumsuzluklarına rağmen her il ve ilçede müftü ve bazı yerlerde müftü müsevvidi kadrosu bulunmuştur. Bu keyfiyet, din ve Diyanet hizmetleri açısından büyük önem arz etmiştir. Dönemde müftülerin, asli görevleri olarak dinî soruları genelde bizzat kendilerinin cevaplamaları da kaydedilmesi gereken bir kıymettir. Halk, dinî ve dünyevi meselelerini, problemlerini doğrudan müftüye başvurarak fetva alabilmiştir. Buradan hareketle dönemde, müftülerin ilmî hizmetlerinin bürokratik hizmetlerden daha önde olduğunu söyleyebiliriz.
 

Editör: Mehmet Çalışkan