Emin GÜRDAMUR

Rıchard Bach, 1970 yılında yayımladığı Martı isimli kitabına 2013’te son bir bölüm daha ekleyerek sıra dışı bir yazar davranışına imza atar. Yazarın anlattığına göre bu bölüm yıllar önce, Martı’nın yazıldığı dönemde kaleme alınmış fakat kitaba dâhil edilmemiştir. Neredeyse yarım asır sonra, işe yaramaz belgelerin arasında, daktilo harfleri solmuş, kaderine terk edilmiş bir müsvedde olarak karşısına çıkan bölüm içim Bach, “Bu benim dilim değildi; bu onun diliydi, o zamanki çocuğun.” diyecektir. Martı, yayımlandığı tarihten itibaren bütün dünyada büyük ilgi görmesine rağmen dördüncü bölüm, eseri kişisel gelişim kitabı olmanın ötesine taşımıştır. Martı artık öz ile biçimin birbirini ihlal etmesi durumunda ortaya ne gibi sonuçlar çıkabileceğinin sorgulandığı felsefi bir metin olarak okuru selamlamaktadır.

Neydi Martı Jonathan Livingston’un hikâyesi? Özetle yerleşik düzenin kendisine dayattığı yaşam tarzını reddetmek, hayatın anlamının yeme içmeye indirgenmesine başkaldırmak. Sıradan martılar için uçmanın tek bir anlamı vardır, karın doyurmak. Her sabah sahilden bunun için ayrılır ve geri dönerler. Martı Jonathan’ın kaderini diğer martılardan ayıran ilk kırılma bu eşikte cereyan eder. O, uçmayı büyük bir tutkuyla, karın doyurmanın üzerinde bir tutkuyla sevmektedir.

Gerçekten de insanın zihni, peşinden koştuğu şeylerle çevrilidir. Her ilgi, her heves kendine özgü bariyerleri de beraberinde getirir ve bireyin çevresine serer. İnsanı diğer canlılardan ayıran, dahası onu varlık piramidinin en üst seviyesine çıkartan hususiyet, bir bilince sahip olmasında saklıdır. O bilinç sayesinde yaşamı yemek, içmek ve hayatta kalmak dairesinin dışında daha yüce daha aşkın anlamlarla mücehhez kılar insan. Öyküde martı sürüsü, amacından koparılmış yığınları temsil eder. Hayatı biyolojik bir döngünün kollarına bırakıp kendini tinsel amaçlara kapatan bilinç, aslında tıkalı bir bilinçtir. Bu tıkanıklık, nesiller boyu daha da yoğunlaşarak âdeta bir balçığa dönüşen toplumsal yargılardan beslenir. Onun savunusu talihsiz bir biçimde yetişkinler eliyle yapılır. Örneğin İslam tarihi bize, özellikle vahyin doğduğu ortamda ona en sert muhalefetin, düzenin bekçisi yetişkinler eliyle yapıldığını hatırlatır. Şirk ve zulüm içinde yaşayan toplum, ezberlerini değiştirmek yerine aldanışın konforlu balçığında kalmayı yeğlemiş, gündelik hayatı aşan bir anlama tabi olmayı reddetmiştir.

Martı Jonathan’ın, hayatı karın doyurmaktan ibaret saymayan genç bilinci, ilk olarak ebeveyni tarafından yadırganacaktır. Annesi onun bir martı olmanın sınırlarını aşmayı amaçlayan uçuş temrinlerinden rahatsızlığını, “Diğerleri gibi olmak bu kadar mı zor?” diyerek dile getirecek; babası ona yeme içmenin, kışa hazırlık yapmanın, bu sayede hayatta kalmanın her şeyin üzerinde olduğunu söyleyecektir. Öyküde ebeveyn, öğrenilmiş çaresizliğin tecessüm etmiş hâlidir. Bu durum tıpkı Hindistan’da küçükken ayakları zincirle bağlanan fillerin kurtulmak için sergiledikleri başarısız çabanın, dev bir fil olduklarında da o zincirlere bağlı kalmalarına sebebiyet veren yılgınlıklarını andırır.

Burada Martı öyküsüne bir mim koyarak “ebeveyn ve özgürlük” bahsini biraz derinleştirmekte, İsmet Özel’in Kırk Hadis eserinde, “Evlat babanın haklarını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulur da satın alırsa o başka.” (Müslim, Itk, 25.) hadis-i şerifine getirdiği ufuk açıcı yorumu hatırlamakta fayda var. Özel, günümüzde kölelik müessesinin kalmadığını düşünerek bu hadisin geçerliliğini yitirdiğini zannetmenin yanlış olacağını, burada kastedilen köleliğin “zihinsel esaret” anlamında okunmaya da pekâlâ müsait olduğunu ifade eder. Ona göre çocuk, babasına olan borcunu ancak onu zaruretler ortamından özgürlükler ortamına taşımakla ödeyebilir.

Martı Jonathan’ın uçuşa dair pek çok şey öğrendikten sonra sürüsüne geri dönerek bu bilgileri diğer kuşlarla paylaşmak istemesi böylesi bir sorumluluğun ürünü olarak ortaya çıkar. Ne var ki ezberlenmiş sınırların dışına çıkmayı öğrendikten sonra sürüsünden övgü bekleyen Martı, “utanmazlıkla” yaftalanır ve sürgün edilir. Sürgünde yeni dostlar edinip neredeyse uçuşun bütün sırlarını öğrendiğinde de aklı geridedir. Dönüp diğer kuşları özgürleştirmek, hiç değilse kendisi gibi uçma heveslisi genç martılara rehberlik etmek istemektedir. Artık neredeyse ışık hızıyla uçabilen Jonathan geri döner. Kendisi gibi dışlanan genç martılara rehberlik etmeye başlar. Bir süre sonra içlerinden birini öğretici olarak bırakır ve gökyüzünde saydamlaşarak kaybolur.  Çünkü artık sürüsüne karşı borcunu ödemiş, sorumluluğunu yerine getirmiştir. Öykü 1970 yılındaki baskısında, Martı Jonathan’ın kendisinden sonra öğretici olarak yerine bıraktığı Fletcher’ın, yeni öğrencilerle uçuş talimi yaptıkları sahneyle son bulur. Buraya kadar her şey insanın kendi kişiliğini keşfetmesi, özgürlüğüne sahip çıkması ve elde ettiği bilinç düzeyini diğerleriyle paylaşması üzerinden göndermelerle ilerler. Fakat öykünün devamı, yani sonradan eklenen bölümü, dinler tarihine, özellikle tahrif olmuş dinlerin tarihine dair güçlü sembolik atıflar içerir.

Bütün öğretiler, zamanla biçimin gölgesinde kalma tehlikesi yaşayabilir. Çünkü gündelik yaşam, aşkın tecrübeleri kolaylıkla bir yere, bir standarda bağlamak ister. Bu bağlama çabası ilkin her ne kadar masumiyet taşısa da gittikçe esas öğretiyi silikleştirmeye yol açabilir. Örneğin bir fikri anlamak, zamanla o fikri anlamayı anlamak şekline dönüşebilir. Yahut bir ahlak sistemini yaşamak, bir süre sonra o sistemi retorik olarak savunmaya veya ayrıntıların dedikodusunu yapmaya irtihal edebilir. Dinler tarihi, özlerin kabuklarla ihata edilmesine dair misallerle doludur. Martı eserinin sonradan eklenen bölümü tam olarak bu meseleler etrafında gelişir. Ayrıca bir inancın, bir öğretinin biçimsel yaklaşımların altında nasıl ezilip buharlaşabileceğine dair mesajlar ihtiva eder.

Jonathan’ın gidişinden birkaç yıl sonra işler sarpa sarar. Kimi martılar onun öğretileriyle yaşamlarına devam ederken kimileri ise yüzeysel ilgilerde derinleşmeyi yeğler. “Bir süre altın çağ yaşandı. Sonrasında, martılardan oluşan kalabalıklar, Martı Jonathan’a dokunan kişiye dokunabilmek için Fletcher’e yaklaşmaya başladılar, çünkü Jonathan artık kutsal kabul ettikleri bir kuştu.” (Rıchard Bach, Martı, Epsilon Yay., 5. Baskı, Ocak 2018. s. 117.)  Fletcher her ne kadar Jonathan’ın da sıradan bir kuş olduğunu, sadece bilmek ve yeteneklerini derinleştirmek konusunda gayret gösterdiğini söylese de kimse onu dinlemez. Kalabalıklar, Jonathan’ın sözlerindeki küçük ayrıntılar üzerinde tartışmaya başlarlar. Onun uçmak için yükseldiğinde, rüzgâra doğru bir adım mı yoksa iki adım mı ilerlediğini merak ederler. Gözlerinin gri mi yoksa altın renginde mi olduğunu sorup soruştururlar. Zamanla dersler göklerde süzülmek yerine Jonathan üzerine konuşmalara sıkıştırılır. İlk öğrenciler birer birer ölünce onlara büyük cenaze merasimleri düzenlenir. Mezarlar tapınaklara dönüşür. Mezara güzel bir çakıl taşı getirmek diğer bütün öğretilerin üzerinde tutulur. Jonathan’ın öğrencisi Fletcher öldüğünde ise onun anısına çakıl taşlarından oluşan büyük bir tümsek inşa edilir. Jonathan’ın öğretilerini duyumsamak isteyenler gelip o tepenin etrafında beklemeye dururlar. Onun öğretisinden geriye pürüzsüz çakıl taşları kalmıştır. Sahil, onun kum taşından gagayla yontulmuş resimleriyle dolmuş; öğretideki her öğe kutsal ilan edilip günlük yaşamın dışına itilmiştir.

Martı’da gündelik hayat ile kutsal arasındaki öğütücü ilişki gözler önüne serilir. Değerlerin yol kazası da diyebileceğimiz bir süreç vuku bulur. Öğretinin tam da “biçim” kazandığı sırada gelişen bu sapma, aşkın olanla dünyevi olanın teması esnasında, alınması gereken bir dizi tedbirin, gözetilmesi gereken kimi dikkatin üzerinde konuşma imkânı doğurur. Ayıca teolojik açıdan Martı, akidelerin hayatla sınanması sürecinde ortaya çıkabilecek biçimsel sorunları kristalize etmesi bakımından, dinî tecrübelerin tatbikine dair bir kritiği, bir dikey okumayı fazlasıyla hak eder.

Bu noktada unutulmaması gereken bir diğer husus, her akidenin kendini hayat içinde gerçekleştirme imkânı bulacağı gerçeğidir. Hayat, hukukun ve prensiplerin kaynağıdır. Yaşamın içinde karşılık bulmayan ahlaki normlar, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Sınanmamış, sağlıklı bir çerçeveye oturtulmamış öğretiler herkesin kolayca manipüle edeceği afakî bir söyleme dönüşebilirler. Söylemin istinat duvarı pratik uygulamalardır. Bu yüzden öğreti ve pratik arasında birbirini derinden kavrayacak bir irtibatın, bir alışverişin sürekli korunması, diri tutulması, dengelenmesi gerekir. Aksi hâlde Martı Jonathan’ın, beni kutsallaştırmayın, dediği hâlde bildiğini okuyan ve öğretileri, ritüellerin kabuğuna sıkıştıran sürülere dönüşmek kaçınılmaz olacaktır.

Editör: Mehmet Çalışkan