Koray Şerbetçi

O hâlde sormak gerekir: Türk-İslam medeniyetinin, ekonomik zihniyetiyle Batı medeniyetinin ekonomik zihniyeti arasında nasıl bir fark vardır?

Bu noktada karşımıza bir İskoç filozof çıkıyor. Bu zat yazdığı “Milletlerin Zenginliği Üzerine” kitabıyla modern dünyaya çok önemli bir yol haritası armağan etmişti. Bu yol haritası sermayecilik yani Kapitalizm anlayışıydı. Bu anlayış o güne dek dinin ruhsal müeyyidelerle terbiye ettiği bireyin sahip olma iştahını serbest bırakmıştı.

Adam Smith’e göre de zengin olma isteği, başkalarının sahip olduklarına sahip olma amacına dayanıyordu. Örneğin bir çiftçinin köydeki topluluk içinde zenginlik göstergesi toprak sahibi olmasıydı. Toprak sahibi olma arzusu ve zengin olma arzusuyla iç içeydi. Toprak sahibi olmak köydeki insanların arzu ettiği bir durumdu. Böylece zengin olmak özgürlüğün ve ilerlemenin vazgeçilmez koşulu oluyordu. Ama bu tür bir ekonomik ilerleme kaçınılmaz olarak hem özgürlüğü hem de adaletsizliği doğuruyordu. Fakat doğan bu eşitsizliğe rağmen bireyler hemen hemen mutluydular.

Peki, bu fikir insanlığa yeni olarak ne sunabilecekti? Yarış için yarışan, kuvvet yoluyla zenginliğe sahip olan ne maddi ne manevi ilkelerle dizginlenen koskoca bir nefis! Doğayla, eşya ile kavgalı, ona baş eğdirip onu ele geçirmekten başka bir ihtirası olmayan insan tasavvuru.

Maneviyatçı bir ekonomi

Batı bu formülü kurarken karşısındaki Osmanlı insanı ise olaya bambaşka bakıyordu. Osmanlı kanunnamelerinde, “Saban giren yer mülk olmaz.” şeklinde tanımlanan formül, modern insanı kuran anlayışın tam zıddını anlatıyordu. Çünkü Devlet-i Aliyye ekonomi denilince öncelikle ihtiyaçların tehlikesizce karşılanmasını anlardı. Oysaki İngiliz aklı Smith’in formülleştirdiği şekliyle, ekonomik mutlulukla sahip olma arzusunu anlıyordu. Osmanlı ise ihtiyaçların karşılanmasıyla bunun mümkün olduğunu söylüyordu. Yani, esas olan devletin ve toplumun bütün tabakalarının ihtiyaçlarını karşılamaktı. Bu sebeple ihracata sıkı bir tedbir uygulanırdı. Çünkü halk, sultana Allah’ın emanetiydi ve padişahlar ahaliye iyi bakmalılardı. İşte bunu kendisine görev bilen Osmanlı modeli, çiftçiye, esnafa, tüccara ve memura müdahâle edebilirdi. Osmanlı’nın anlayışı “Disiplin içinde özgürlüktü.” Osmanlı insanını tanımak için kır Türkçesini irfan diline çeviren ve halk zihniyetine dokunabilen Yunus Emre’ye bakmak yetecektir. Yunus Emre’nin: “Mal da yalan mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan” dizesindeki anlayış tamı tamına bir İslam medeniyet dairesi içindeki insanın zihniyetini betimliyordu. Yani modern insanın aksine mülkiyet esas değil oyalanılacak bir nesneydi. Zira mülk Allah’ındı. Sadece tasarruf edilir, yani kullanılırdı o kadar.

Sonuç olarak önümüze serilen tablo, İngiliz modern insanının “rekabet ve yarış” anlayışına karşı Osmanlı insanının “işbirliği ve dayanışma” anlayışıydı.

Yunus Emre’nin dillendirdiği anlayış dünyevî bir öğreti, hele günümüzdeki yanlış adlandırmayla Hümanizm hiç değildi. Bu anlayış Kur’an-ı Kerim temelli bir yaklaşımdı. Zira Kur’an-ı Kerim’de hayır, birr/iyilik, infak, zekât, sadaka, it’âm/fakiri doyurmak, ayrıca karz-ı hasen/güzel borç verme gibi olguları kavramlaştırmış; “bir maldan Allah’ın kullarını faydalandırmayı” tavsiye etmiştir. Yine Hz. Peygamber’in,  insanoğlunun ölümünden sonra bile kesilmeyecek amelleri saydığı, “cari sadaka, faydalı bilgi ve salih evlat”  hadis-i şerifinde geçen “sadaka-i cariye” ifadesi İslam dünyasında sosyal bir tutuma dönüşmüştür.

İşte Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde gösterilen bu yol zamanla kurumlaşmış ve “vakıf” dediğimiz kurumu ortaya çıkarmıştır. Zira İslam dini, ahlaki ilkelere geniş bir şekilde yer veren her vesileyle insanları birbirlerine yardıma teşvik eden,  egoist düşünceyi hayır yapma yoluyla ıslah eden bir dindir.

Tarih boyunca vakıf kurmak için yarışan Müslümanlar şu ayetlerin muhatabı olarak bu mühim işe girişmişlerdir: “Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe kavuşmuş olmazsınız.” (Âl-i İmrân, 3/92.); “Mallarınızı Allah yolunda harcayın, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin; doğrusu Allah iyilik edenleri sever.” (Bakara, 2/195.)

Anlaşıldığı kadarıyla Türk-İslam tarihinde hayırsever Müslümanlar tarafından vakıf kurmak ahirette kurtuluş elde etmenin bir aracı olarak görülmüş ve İslam dini Müslümanları çok fazla sayıda vakıf kurarak sosyal dayanışmayı omuzlayacak farklı türde vakıflar kurmaya teşvik etmiştir. İşin özü, tarihe baktığımızda Müslüman toplumlar kendilerini İslamiyet’in ruhuna dayalı olarak sosyal ve ahlakitemeller üzerinde inşa ederek yükselmişlerdir.

Vakıf nedir?

Vakıf, İslam beldelerinin özellikle de Selçuklular ve Osmanlılar zamanındaki Anadolu’nun sosyal, kültürel ve ekonomik hayatında çok önemli bir rol oynamış dini, hukuki ve sosyal bir kurumudur. Tarihin tanık olduğu en önemli yardımlaşma örneklerinden biri olan vakıf, kişinin malının veya mülkünün bir kısmını ya da tamamını belli bir amaç için kendi hür iradesiyle bir hayır için harcanmak üzere tahsis etmesidir.

Vakıf kavramının tanımından hareketle Türk-İslam tarihinde toplumun temel dayanaklarından biri olan bu kurumun var olabilmesi için o toplumda üç anlayışın çok ileri düzeye erişmiş olduğu görülür. Bunlar; hayır için zenginliğinden vazgeçebilme duygusu yani diğerkâmlık, hür irade ve vakfı koruyacak olan gelişmiş bir hukuk sistemi. Böylece vakıf ve ona bağlı olarak infak anlayışının inşa ettiği bir sosyal ruhla karşı karşıya olduğumuz kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

Araştırmalara göre geniş Osmanlı coğrafyasında 1546 yılında yalnız İstanbul’da 2515 vakıf bulunuyordu. XVIII. asırda sadece Hâlep eyaletinde toplam 687 vakıf kurulmuştu. Yine yapılan araştırmalarda XVI. asrın başında vakıf arazilerinin toplamda Osmanlı topraklarının 1/5’ini kapsadığı saptanmıştır ki dokunulmaz ve vergiden muaf sayılan vakıf arazilerinin bu oranı bir devlet için ciddi bir rakamdır.

Osmanlı hukuk sistemi içerisinde vakıflar ve türleri çeşitlilik gösterir. Bu mesele hukuka ilişkin teknik bir konu olduğundan yazının sınırları dışında yer almaktadır. Ama Osmanlı toplumundaki yeri ve sosyal hayattaki pratik etkisi ve kuruluşu bakımından üç vakıf türüne bakmakta yarar vardır: Hayri vakıflar, Avarız vakıfları ve Aile vakıfları.

Hayri vakıflar; dinî, sosyal, kültürel amaçlar için tahsis edilen vakıflardır. Avarız vakıfları; mahalle ve köylerde hastalanan fakirlerin tedavisi, hastalık sebebiyle çalışmaktan ve geçimini temin etmekten aciz kalanların ailelerinin iaşesi, kimsesiz çocukların bakılıp gözetilmesi ve yine yoksulların cenazelerinin kaldırılması gibi insani amaçlarla kurulan vakıflardır. Aile vakıfları; gelirinin bir kısmını sosyal, kültürel ve dinî amaçlara, vakıf kurucusunun kendisine, aile fertlerine, akrabalarına ve diğer kişilere tahsis ettiği vakıflardır.

Hayır işlerini sırtlanmış vakıfların devamlı olarak işleyebilmesi için doğal olarak düzenli bir geliri olması gerekiyordu. Hayırseverler, kurdukları vakıfların faaliyetlerini sürdürebilmesi için “akarat” denilen gelir kaynaklarını da bağışlamışlardır. Bu akarlar arasında araziler, arazilerin işletilmesinden elde edilen gelirler; çiftlikler; üzüm bağları, bahçeler, iktisadi gayeler için yapılmış başka yapılar gibi gayrımenkuller ve hayvan derisi, gemi, nakit para gibi menkuller bulunmaktaydı. Doğal olarak vakfın sürekliliği için varlığının da sürekli olması gerekmekteydi.

Hanım sultanların vakıfları

Osmanlı tarihinde bilhassa hanım sultanlar başta olmak üzere kadınların vakıflar aracılığıyla hayır işlerinde öne geçtikleri görülmektedir. Osmanlı tarihinde pek çok cami, çeşme, imaret, hastane gibi kamu yararına çalışan kurumun kadınlar tarafından kurulduğu tespit edilmiştir. Kurduğu vakıflar ve gerçekleştirdiği hayır işleri Osmanlı kadınının mülk sahibi olduğunun göstergesi olarak kabul edilmiştir.

Birkaç örnekle somutlaştırmak gerekirse: Orhan Bey’in eşi Nilüfer Hatun Bursa’da bir tasavvuf tekkesi, bir cami ve bir köprü yaptırmıştır. II. Beyazıt’ın cariyesi Gülruh; Akhisar ve Aydın’da bir cami ve imaretler kurmuştur. Nakşidil Valide Sultan ise; yaptığı hayır işleri ile ünlü bir validedir. İstanbul’un farklı semtlerinde çeşmeler, sebiller, imaretler ve namazgâhlar yaptırdığı gibi Fatih’te sıbyan mektebi inşa ettirmiştir. Fatma Hanım Sultan tarafından kurulan vakfın şartları arasında ilginç bir detay vardır. Vakfiyede “biri kiraz vakti diğeri üzüm vaktinde olmak şartıyla yılda iki defa talebelerin pikniğe götürülmesini” şart koşmuştur. Sultan III. Murat’ın kızı Ayşe Sultan eşi İbrahim Paşa’nın türbesinde Kur’an okumak, tespih çekmek ve hacca gitmek üzere görevliler tayin etmiştir. Sultan IV. Mehmet’in annesi Hatice Turhan Valide Sultan birçok hayırlı ve güzel işe imza atmış başka bir hanım olarak karşımıza çıkmaktadır. Vakfiyesinde; talebeler için kışın odun kömür masraflarını düşünerek 3000 akçe, yazın gezilere götürülmesi için 3000 akçe, yazın sebilhaneye kar alınması için 20.000 akçe, ramazanda yoksullara dağıtılmak üzere; pirinç, soğan, odun alınmasını istemiş bunun için de 12.000 akçe vakfetmiştir. Hatice Sultan, hacca gidecek adayları düşünerek yolda susuzluk çekmemeleri için hem yüklerini taşıyacak hem de su taşıyacak 65 adet deve kiralanmasını ve yeteri kadar su tedarik edilmesini istemiştir. Bununla da yetinmeyip camiler için mum, kandil, zeytinyağı için senede 3000 akçe, mübarek gecelerde kandil yakacak olan görevliler içinse senede 4000 akçe harcanmasını vakfetmiştir. Sultan 4. Mehmed’in Baş Hasekisi, Haseki Gülnuş Valide Sultan, İstanbul’da Galata Yeni Camii ve Üsküdar’da bir camii inşası yanında Mekke’de hayır işleri için 21 adet köy vakfetmiştir. Hürrem Haseki Sultan’ın kızı Mihrimah Sultan da Edirnekapı’da külliye, Üsküdar’da iki minareli cami, çifte kervansaray, mektep, hastane, imaret, medrese ve çeşmeden oluşan eserleri yanında Arafat’tan Mekke’ye su götüren bir vakfın da kurulmasına vesile olmuştur. Bu liste sayfalar hatta birkaç kitap dolduracak şekilde uzatılabilir ama verilen örneklerden maksat hâsıl olmuştur diye düşünmekteyiz.

Sıradışı vakıflar

Tarihimize baktığımızda sosyal dayanışma ve kültür sahalarında faaliyet gösteren vakıfların yanı sıra günlük hayatta farklı ihtiyaçları gidermeye çalışan çok çeşitli vakıfların da kurulduğuna şahit olmaktayız. Bu vakıfların kuruluş felsefesine indiğimizde ise Türk-İslam medeniyetinin insanı her yönüyle ele alan bütüncü bakış açısının izini görmek mümkün olmaktadır. Bu ilginç vakıflardan bazısı şunlardır:

Güzel Yazı Öğreten Vakıf, Hastalara İlaç Yapan Vakıf, Sokak Hayvanlarına Ekmek Veren Vakıf, Sakız Ağacı Diken Vakıf, Hastalara Evinde Hizmet Veren Vakıf, Kızlara Çeyiz Hazırlayan Vakıf, Duvar Yazılarını Silen Vakıf, İpekböcekçiliğini Geliştiren Vakıf, Çiftçilere Tarım Aleti Temin Eden Vakıf, Çeşme Tamir Eden Vakıf, İsrafı Önleyen Vakıf, Sıcak Pide Dağıtan Vakıf, Hayvanlara Mera Açan Vakıf, Yaz Günlerinde Soğuk Su Dağıtan Vakıf, Şehit ve Sahabe Türbelerini Tamir Ettiren Vakıf, Deniz Kazazedelerine Yardım Vakfı, Fakirlerin Vergisini Ödeyen Kadın Vakfı, Çocukları Sünnet Ettiren Vakıf, Çevre ve Ormanı Koruyan Vakıf, Camilerdeki Saatleri Tamir Ettiren Vakıf, Halkın ve Yolcuların Hayvanlarını Sulayan Vakıf, İnsanları Hacca Gönderen Vakıf, Şehrin Güzelliğini Koruyan Vakıf, Sıcakta Sebillere Kar Getiren Vakıf, Öğrencilere Piknik Yaptıran Vakıf, Nehir Kenarına Ağaç Diken Vakıf.

Vakıfların varlığı sosyal hayatta farklı olumlu sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bunların en başında İslam kültür ve miraslarının uzun bir dönem korunabilmesi gelir. Vakıflar, hayır faaliyetleri yürüterek zor durumdaki bireyi toplum içinde yalnız bırakmamış, bu tür ihtiyaç sahiplerini topluma entegre etmiş ve sosyal ahengi korumuşlardır. Yine vakıflar arazilerin küçük parçalara bölünmesinin önüne geçmiştir. Ayrıca lonca ya da mahalle üyeleri için âdeta bir sigorta güvencesi sağlanmıştır. Özetlersek savunma hariç medeni bir toplumda olması beklenen tüm sosyal hizmetler bu sistem sayesinde yerine getirilmiştir. Hatta iddialı bir cümle kurarsak, vakıflar Kur’an-ı Kerim’in müminlere öğütlediği hayır yapma ilkesini sosyal alanda ete kemiğe büründüren en önemli mecralardan biri olmuştur denilebilir. 

Editör: Mehmet Çalışkan