Prof. Dr. A. Bülent BALOĞLU

“Ben seni vursam bile üzülmem, kediye mi üzüleceğim. Yaşımızın yetmediği yerde yaşantımız yeter!” Tüyler ürperten, kan donduran bu sözlerin sahibi, Adana'da “Çıtır” isimli hamile bir kediyi pitbull cinsi bir köpeğin önüne atıp parçalatan üç çocuğumuzdan biri. “Kedi öldü, hiç mi üzülmedin?”  sorusuna verdiği cevaptı bu. Bunun gerçekte sorunun cevabı olmadığı konusunda benimle hemfikirsinizdir. Bu, kelimenin tam anlamıyla, tarifsiz bir hınç, kin, nefret, öfke ile harmanlanmış açık bir meydan okuma! Kime mi? Herkese… Sana, bana, topluma, kültüre, ahlâka, vicdana, değerlere, eğitime… Önüne kim çıkarsa ona!

Milletçe sözün bittiği yerde durduğumuzun bilmem farkında mıyız? Bu sözler için kriz masaları kurmamız gerekir, zira tehlike kapımızda, hemen burnumuzun dibinde. Küçük bedenlerden fışkıran bu öfke ve nefreti basitleştirip çocukluğa vermemiz mümkün değil.

İnsani yıkımla yüzleşmek

Kabahati sadece bu çocuklara yüklersek ana babalarını, öğretmenlerini aklamış oluruz.  Eğitimi çoktan seçmeliden ibaret gören anlayışı aklamış oluruz. Toplumun hassasiyetlerini gevşeten, aile kurumunun değerlerini gayrimeşru ilişki hikâyeleriyle alaşağı eden ucuz dizilerin, filmlerin yapımcılarını, oyuncularını, yayıncılarını aklamış oluruz… Bu listeyi uzatabilirim. Suç hepimizin, bütün bir toplumun; suçu çocuklara yıkarsak kul hakkına girmiş oluruz.

Aksi takdirde bu öykü hiçbir yere gitmez…

Mantıklı, temkinli, soğukkanlı olmak durumundayız. Yoksa anlık zevkleri doyasıya yaşayan, nefsinin anlık dürtülerine kayıtsız şartsız uyan, insani-vicdani hisleri tınlamayan, ahlaksızlığı ilke edinmiş, sınırları aşarak yaşama modasına tutkuyla bağlanmış asi ruhlar karşısında cephe kaybederiz.

Şahsen ben bu çocuklara, kaskatı yüreklerinin bir parça yumuşaması için kedi barınağında kedilere bir ay bakma cezası verirdim. Bunu dedim de Amerikalı hâkim Michael Cicconette'nin suçlulara verdiği ilginç cezalardan biri geldi aklıma. Hâkim, 35 yavru kediyi ormana götürüp terk eden kadına para cezasının yanında bir ceza daha keser: Bir kasım gecesi yanında yiyecek, içecek, çadır bulunmaksızın ormanda tek başına bir gece geçirmek; acır da sadece ateş yakmasına izin verir…

Dikkat ettiniz mi, empati yaptırıyor yani diğerkâm olmayı öğretiyor hâkim; gör bakalım neymiş, karanlık, yalnızlık, açlık ve susuzluk; tat bakalım neymiş, ürpermek ve korkmak, tehlikeyle koyun koyuna yatmak… Caydırıcı ceza dediğin budur.

Uzatmayayım, daha bu yaşta gözü kara bir gücü, sınır tanımaz bir ukalalığı, züppece meydan okuma cesaretini bir “mafya kabadayısı” kıvamında şahsında toplamış asileri terbiye etmenin zorluğundan haberdarım. Köklerinden savrulmuş, mutsuz, kayıtsız “içimizdeki yabancı” yeni kuşaklarla tekrar buluşmamızı sağlayacak “aspirin” çözümlerin bulunmadığını da biliyorum. Bu, akşamdan sabaha olacak bir şey değil.

Kendi düşen ağlamaz; nasıl düştüysek yerden kalkmasını da bileceğiz. Gelin burada psikiyatri uzmanı Erol Göka'ya kulak verelim: “İçimizdeki doğal limanın, vicdanımızın dayanıklılığı karşılaştığımız olaylarla kendimize ve başkalarına karşı eylemlerimizle sınanıp duruyor. Bazı olaylar var ki insanlığımızı gözetleme kulesi gibi de işlev görüyorlar. Bu tür olaylarla aynı anda hepimiz birden sınanıyoruz.” (Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları,  Kapı Yay., İstanbul 2016, s. 62.) Göka, bunu Gazze'de olup bitenler bağlamında söylese de üzerinde durduğumuz olay için de aynıyla geçerli… Bizi dehşete düşüren, travmaya sokan olaylar, insanlığımızın gözetleme kuleleri…

İç huzursuzsa dışa huzur yansıtmak imkânsız. İçerdeki huzur tuz buz olduğunda dışarıyla kavga başlar. Dışarısı, artık ait olmadığın, kendini bir parçası hissetmediğin dünyadır. Orada kimsesiz, itilip kakılan bir yabancı olduğun hissi yer bitirir seni. Bu hisle dışarıya olan öfken perçinlenir, zamanla tarifsiz bir kin ve nefrete dönüşür. Daha ileri safhasında ölümcül olması muhtemeldir. Öfkeni çıkaracak birilerini ararsın. Önüne kim gelirse gelsin, türü, cinsi fark etmez: insan, hayvan, bitki… Kediyi köpeğe parçalatır, köpek yavrularını nehre atarsın, köpeği arabaya bağlar saatlerce koşturursun, ağaç fidanını köklersin, trafikte kızdığın birisinin arabasının önüne kırar, tehlikeli şekilde sıkıştırıp magandalık yaparsın.

Söylemezsem içime dert olur. Ağacı kökleyene de tam bir ay sabahtan akşama kadar ağaç dikme cezası verirdim. Para ve hapis cezasından daha etkili olacağına adım gibi eminim. Ben hâkim değilim ama bazen düşünürüm, bu tür suçlara ne tür cezalar verilmeli diye…

Bir gerçek var. Sınır tanımaz bir kötülük yeryüzünü bir alev topu gibi kuşatırken öfkeli bir gençlik kültürü de giderek yayılıyor. Başıboş bir sürüklenme duygusunun sebep olduğu artçı şokların yıkıcı etkileri zamanla bağımlılıklar yaratıyor. Şüphesiz, şiddet bağımlılığı bunlardan yalnızca biridir. Şiddet bağımlısını ehlileştirmek deveye hendek atlatmaktan daha zordur.

Toplumsal halkayı yarıp dışarı çıkanlar, istikamet ve hedef yoksunu olanlar, çaresiz ve işsiz dolaşanlar topluma ağır faturalar ödetebilirler. Bunlara şimdilerde “marjinal gençlik” deniyor ve bunlar öfkelerini, mesela Amerika'da ateşli silahlarla Almanya'da yabancıların evlerini kundaklamayla yatıştırıyorlar. (William Greider, Tek Dünya: Küresel Kapitalizmin Manik Mantığı, İmge yay., İstanbul 2003, s. 50-51.) İnsani yıkımın en dehşetengiz olaylarının failleri olup çıkıveriyorlar.

Dolayısıyla sorunu yok sayar, insani yıkımla yüzleşmeyi reddedersek yeni Hitlerlerin kapıyı çalması an meselesi olabilir…

İnsan “sermaye” olursa…

Bizi köşeye sıkıştıran, izahta zorlandığımız bu ve benzeri trajik olaylarla niçin sıkça karşılaştığımız sorusunun cevabı büyük oranda eğitimle alakalıdır. İktisatçı Samir Amin, kapitalizmin kendi hedefleri doğrultusunda toplumu yeni baştan tasarladığını söyler. O bunu “toplumsal yeniden üretim” şeklinde kavramsallaştırır ve bununla kastettiği şey, “Verili bir toplumun işlemesi için gerekli fiziksel, toplumsal, politik ve ideolojik şartların yeniden yaratılmasını sağlayan birleşik mekanizmalar”dır. (Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Yordam Yay., İstanbul 2018, s. 187.) Bu mekanizmalar arasında eğitim ayrıcalıklı bir mevkiye sahiptir. 

Toplumun yeni baştan tasarımında öncü rol ve görev neoliberal ideolojiye düşmektedir. Bu amaçla neoliberal ideoloji yani neoliberalizm, öncelikle bütün güç ve yetkinin bir avuç finans elitinin ve şirketinin elinde toplanmasına engel olan, kendi pazar/market değerleriyle çelişen ne varsa tamamını etkisizleştirmek/verimsizleştirmek ve toplumsal hayatın bütün alanlarını topyekûn dönüştürmek için kolları sıvar. İlk olarak, siyaset, kültür, örf, gelenek, ticaret ve eğitimde (ve hatta dinde) “engel” veya “ayak bağı” namına ne varsa hepsine “eski/çağ dışı” etiketi vurup gözden düşürür. Daha sonra, tamamını kendi kalite kontrol denetiminden geçirip “modern/çağdaş” etiketini vurdukları ile değiştirir. Neoliberalizm bu projeyi 1970’lerden bu yana sabırlı ve sistemli biçimde sürdürüyor.    

Neoliberalizmin meşhur ilkelerini de sıralayalım ki meramımız biraz daha netleşsin: Hükümet problemdir; toplum kurgudur; yönetim pazar yönelimli olmalıdır; kuralsızlaştırma ve nesneleştirme/metalaştırma özgürlüğün araçlarıdır; toplumsal ihtiyaçlar bencilliğe/çıkarcılığa boyun eğmelidir; finans kültürü toplumsal hayatın tamamını yönetmelidir;
yükseköğretim kamunun iyiliğinden ziyade şirket/pazar menfaatlerine hizmet etmelidir. (Henry A. Giroux, "Neoliberalism's War Against Higher Education and Its Role of Public Intellectuals", Límite. Revista Interdisciplinaria de Filosofía y Psicología, c. 10, no. 34, (2015), s. 7.)

Neoliberalist anlayışın dini boşladığını sanmayın. Dini mit, uydurma ve hurafeden ibaret görse de kitleleri uyum ve disiplin altında tutmak için gerekli görür. Ancak yumuşatılmalı, “ılımlı” hâle getirilmelidir (bilhassa İslam dini). İstismarı iyi bir kazanç kapısıdır, bundan feragat edilemez. Siyaset ve ekonominin neoliberal politika ve uygulamalarına ayak bağı olması engellenmelidir. Böyle bir din vahyin ve geleneğin otoritesini reddetmeli, asli vurguları özgürlük, bireycilik ve rasyonalite üzerine olmalıdır. Teolojik liberalizm, dinî liberalizm, liberal din gibi kavramların sıkça kullanılmasına dikkat çekmek isterim. Bu konuya da ayrı bir bahis açacağım inşallah.  

Bütün bunlar “habisleşmiş bir döngüsel servet akışı” (iktisatçı Alain Parguez'in tabiri) içindir.

İnsan, neoliberalizmin dünyayı yeni baştan tasarlama projesinde nerede duruyor diye sorarsanız söyleyeyim, o da bir sermayedir. Kapitalizmin teknoloji dünyasında, Heidegger’in dediği gibi “bir hammadde rezervi”dir. Tıpkı sermaye kavramında olduğu gibi sahip olunabilen, maddi değeri olan mal, meta, para, mülk hükmündedir. Aynen sermaye gibi o da daha büyük kazançlara yelken açmak için bir araçtır. Kas gücü, beyni, kabiliyetleri bakımından mal ve menfaat üretme potansiyeli olan bir varlıktır; bu sebeple ekonomik değeri vardır. “İnsan sermayesi” kavramının sıkça duyulur olması tesadüfi değildir. Bu kavramı ilk defa 1960'ta Chicago ekonomi okulundan Theodore Schultz kullanmış.

Size, “Devletin ve özel sektörün rekabetçi ortamında insan sermayenizi iyi eğitir ve geliştirirseniz geleceğin yeni dünyasında kendinize yer bulma şansınız var.” şeklinde bir cümle kurduğumda, cümlemde sermaye tutkunu küreselci kapitalist, neoliberalist imayı sezdiğinizi varsayıyorum.
Neoliberalizmin gelecek kurgusu rekabetin acımasız, insafsız kurallarıyla şekillenecekse, bu denklemin dışında kalanlar bu adaletsiz yarışı daha başlamadan kaybedenlerdir. 

Hamile kediyi köpeğe boğduran çocuklarımıza gelince, onlar gibiler yarışa başlamadan diskalifiye olanlardır. Öfkeli meydan okumaları onların değerli “sermaye” sınıfından elenip değersiz “cüruf/atık” sınıfına dâhil edilmelerine sebep olur…

Sana, bana, anne-babalarına, öğretmenlerine… Neoliberal düzene kendisini yem eden herkese!

Editör: Mehmet Çalışkan